José Mauro de Vasconcelos, 1920’de Rio de Janeiro yakınlarındaki Bangu kasabasında doğdu. Kızılderili ve Portekizli karışımı bir ailenin çocuğuydu. On beş yaşında lise öğrenimini yarıda bıraktı. Çeşitli işlerde çalıştı. Boks antrenörlüğü, tarım işçiliği, balıkçılık yaptı. Kızılderililerin arasında yaşadı. 1942 yılında yazdığı ilk romanı Yaban Muzu’yla eşine az rastlanır bir anlatıcılık yeteneğine sahip olduğunu gösterdi. Ardından Şeker Portakalı, Güneşi Uyandıralım, Delifişek, Kayığım Rosinha, Kardeşim Rüzgâr Kardeşim Deniz, Çıplak Sokak, Kırmızı Papağan romanları geldi ve ünü Brezilya sınırlarını aştı.
Kayığım Rosinha, yaşlı bir balıkçı ile kayığının öyküsüdür. Romanın kahramanı Zé Orocó, kayığı Rosinha’yla nehirde dolaşır. Rosinha, sıradan bir kayık değildir; Zé’nin uzun uzun konuştuğu, dertleştiği can yoldaşıdır.
AÇIKLAMA
Eskiden, yazarken hislerimi ve şefkatimi belli etmeye korkardım. Bütün romanlarımın kan kokmasını ve “erkek gibi erkek kitabı” diye damgalanmasını isterdim. Hissettiğim şefkatten korkmayı ancak kırkıma basınca bırakabildim, bu kitabın gösterişsizliği ancak böylelikle (etrafımda pek kimse olmadan) şefkatle yanıp tutuşan ellerimden dökülebildi. Canı isteyen herkes okusun yazdıklarımı. Emin olduğum bir şey var: Kimseden hiçbir konuda özür dileyecek değilim. İşte karşınızda, KAYIĞIM ROSINHA.
BİRİNCİ KISIM
Bitkiler
Birinci Bölüm
Aşk Sohbeti
Zé Orocó, her zamanki gibi, yaşamın harikulade olduğunu hatırlayıp gülümsedi. Böyle yapınca küreği nehrin suyuna öyle tatlılıkla şıp şıp ederek dokundu ki çıkan şıpırtı adeta müziğe dönüştü ve kayık hafifçe, uçarcasına süzüldü. Bulutların arasında saklanan ılık ve miskin güneş alçalmaya başlayarak akşamı getiriyordu. Jaburu leyleği, nehrin kıyısındaki beyaz kumlukta, bitmek bilmez suskunluğuna dalmış, bir oraya bir buraya yürüyor, uzun bacakları üstünde dönüp başladığı noktaya geri geliyordu. Yürürken hayli çirkin ve sarsak görünen bu hayvan uçtuğunda zarafetine kimse erişemezdi. Esen serincecik bir rüzgâr adamın çıplak sırtını ürpertti. Ama hoş bir ürpertiydi bu. Yaz soğuğunun ihtişamının habercisiydi. Zé Orocó’nun gülümsemesi daha da genişledi. Ateş başında oturulan geceler, kuru odunları yalayan alevler gelmişti aklına; yanı başlarındaymış gibi parıldayan yıldızlar diyarı; insanların muhabbetlerini duymak; kavurucu güneşin altında bitkin düşmüş, incecik örtüler altında büzülerek uyuyan, geceyi uzatan soğuktan korunmaya çalışan bedenler.
Nisan ayı bitmek üzereydi. Büyük yağmurlar artık sonraki seneye kalmıştı. Belki hafif birkaç yağış daha olurdu. Belki bir günlüğüne daha yağmur yağardı ama daha ötesi pek olası değildi.
Nehre dikti gözlerini, akıntıya karşı gitmek ancak erkek gibi erkeklerin harcıydı, su sığken insanın elini nasır bağlatan zinga adı verilen sırığı dibe değdirerek ilerler ya da gümbür gümbür atarak kanla pompalanan kalbi, çabadan dolayı adeta uğuldayan küreği sallardı. Her kürek çekiş insanın yüreğine korku salardı. Ormanın ağaçları havada asılıymış gibi görünüyordu, bütün bitkiler toprakta değil de gökte bitmişti sanki.
Soğuk rüzgâr yeniden esti. Zé Orocó zinga’yı ittirdi ve Tanrı’ya seslendi:
“İyi akşamlar, şefkat dolu yaklaşan güzel yaz.”
Ardından da, sanki Tanrı gülümseyerek karşılık vermekle yetinmiş gibi kürek çekmeyi sürdürdü. Manzarayı unutuverdi ve içinde bulunduğu durumu kara kara düşünmeye başladı. Üç gün içinde Pedra kumuluna ulaşacaktı. Acaba neden öyle bir mesaj göndermişlerdi? Hayatından memnundu, balık tutarak ve tuttuklarını tuzlayarak geçirdiği günlerden birinde tanıdığı bir yerli adamın kayığı kumsala yanaşmıştı.
“N’oldu Andedura?”
Andedura kayığını kuma çekmişti.
“Zé Orocó, bir adam geldi. Doktormuş diyorlar. Sahiden de öyle galiba çünkü bavullarından biri kıyafet, öbürü sürüyle ilaç dolu.”
“Benden ne istiyormuş?”
“Bilmem.” Andedura pantolonunun cebinden kuru bir mısır yaprağı çıkarmış ve avucunda tütün didiklemeye başlamıştı.
“Sigara ister misin?”
“Ciğer patlatanla aram iyi değil.”
Yerli, güneşte kurumaya bırakılmış çeşit çeşit balığı incelemeye koyulmuş, çömelip duman bulutları üfleyerek ufacık gözleriyle günbatımının tadını çıkarmıştı. Ardından, sigarası bitince, üstünü çıkarıp ılık sulara dalmış, çıkıp uzun saçlarını savurmuş ve yeniden üstünü giyinmişti, sonra da Zé Orocó’nun yanı başına oturmuştu. Sıkı dosttular! Zé Orocó bütün yerlilerin dostuydu: Carajá da olsa Javaé de, fark etmezdi. Söylenenlere göre Zé Orocó Xingu Nehri’ne indiğinde karşısına çıkan en tuhaf yerli ırklarıyla bile dostluk kurmuştu. Camaiurá’lardan tutun en koca dudaklılara ve Txucarramãe’ler gibi en zor isimlilere kadar. Ki zaten bu tuhaf isimliler de Caiapó’ların koca dudaklı olanlarıydı.
“Gidecek misin?”
Zé Orocó’nun kalbi can çekişircesine gümbürdemişti. İçinde kabaran kötü bir hissi savuşturmak istercesine kaşlarını çatmıştı.
“Nasıl bir adam?”
“İriyarı, saçları turuncumsu. Güçlü kuvvetli, sıcak yüzünden hep gömlek değiştiriyor. Gömleğini çıkarırsa mororã’ya dayanamıyor çünkü derisi bembeyaz. Göğsü genişçe, seninki gibi sucusiri kaplı. İlk geldiğinde göbeği kocamandı ama galiba bizim yemekleri pek sevmiyor; şimdi irixato kaldı. Başta buraya beş yıl önce Araguaia Nehri’nden gelen Peder Gregoro’nun kardeşi sandım…”
Tarifi tamamlayınca yerli durup dinlenmiş ve sıradaki soruyu beklemişti.
“Ne yapmaya gelmiş?”
“Bizi iyileştirmeye gelmiş. Herkese iğne yaptı. Sürüyle ilaç verdi. Kurt düşüren bile oldu… Sıtması olanlar bile çabucak iyileşti…”
“Beni nereden duymuş?”
“Şöyle oldu. İnsanlar geldi, doktor iyileştirdi. Sordu:
Başka var mı? Başkaları gelince sordu: Başka var mı?..
Sonunda seni söylediler. Benim yola çıktığımı görünce seni bulmamı istediler. İşte, sana mesajım bu.”
“Demek öyle…” Zé Orocó iyice uzamış dalgalı saçlarının kapladığı başını kaşımıştı. Beyazlar kafasının tamamına iyiden iyiye yerleşmişti.
“Andedura, bugün yemeği benimle yer misin?”
“Burada uyuyacağım zaten. Bir sürü konuşuruz.”
“Tamam. Epeydir konuşmadık…”
“Vaftiz evladın Canari Sariuá kocaman oldu.”
Andedura delikanlı yaşına gelen oğlunu düşünerek gülümsemişti. Hatta bir anlığına evini özlemişti.
“Sana ham şeker ve olta iğnesi vereyim, ona götürürsün, oldu mu?”
“Sağ ol.”
Andedura kumsala inip akşam yemeğinde yiyecekleri balığı pişirmek için çalı çırpı toplamıştı. Zé Orocó akıntının ters yönünde ilerlemeye başlayalı üç gün geçmişti, üç gün sonra Mortes Nehri’ndeki kumulu geçip São Félix’in oradan beş fersah gittikten sonra gün doğarken Pedra kumuluna varacaktı.
Düşüncelere dalıp giden Zé Orocó birden havanın hızla kararmak üzere olduğunu fark ederek ürktü. Kuru bir kumsal bulması lazımdı, akşam rüzgârının estiği bir kumsal olmalıydı ki halen yaşayan sivrisinekler başına üşüşmesin. Zé Orocó onu hatırladı ve aralarındaki dargınlığa son vermeye karar verdi. İki gündür alınganlık ediyor, kendisiyle konuşmuyordu. Barışmayı son isteyen hep o olduğundan ilk adımı atmak kendisine düşüyordu.
“Kıyıya yanaşma vaktimiz geldi artık değil mi?”
Çıt yoktu. Cevap gelmiyordu. Zé Orocó ısrarla devam etti:
“Şuradaki kumsal yüksek sayılır. Beğendin mi?”
Beriki nihayet lütfedip cevap verdi:
“Şengu delengu tengu… Fark etmez.”
Zé Orocó sabrını toplamaya çalışsa da sesini yükseltmeden edemedi:
“Vay be! Bu aralar amma aksileştin! Her şeyden alınıyorsun! Ne desem hiç oralı olmuyorsun…”
“Şengu delengu tengu. Sorun bende, değil mi? Her şeyin suçlusu benim. Her şeyden kavga çıkarıp tartışıyorsun, sonra da sövüp suçu bana atıyorsun.”
Böyle zamanlarda hak verip bir özür kıvırmak gerekirdi, ki durum daha da kötüleşmesin.
“Şu doktor meselesine kafam takıldığından böyleyim…”
“Şengu delengu tengu. O zaman toparla kendini. Ben şu kumsala yanaşalım diyorum, sen gidip öbür tarafa yanaşıyorsun. Sırf kendi istediğini yapıyorsun…”
“Daha dikkatli davranacağım, söz.”
Konuşmaya ara verdiler. Hava iyice kararmaya başlamıştı. Nehrin kıyıları neredeyse gözden kaybolmuştu ve kumsalın beyazını seçmek giderek zorlaşıyordu…
Zé Orocó içinden güldü. Beriki yumuşamaya yüz tutmuştu.
“Nereye yanaşalım dersin?”
“Şengu delengu tengu. Üç kez daha kürek çek, şurası harika…”
Bunun üstüne Zé Orocó sesi Brezilya’daki her çiftliğin balına bulamışçasına tatlılıkla konuştu:
“Beni seviyor musun?”
“Şengu delengu tengu. Seviyorum. Ya sen?”
“Hem de bayılıyorum.”
“Şengu delengu tengu. Yalan söylüyorsun.”
“Yemin mi ettireceksin? Pekâlâ. Assis’li Aziz Francesco’nun beş yarası üstüne yemin ederim.”
“Şengu delengu tengu. Assis’li Aziz Francesco’nun yaraları sadece dört taneydi.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKayığım Rosinha
- Sayfa Sayısı236
- YazarJosé Mauro de Vasconcelos
- ISBN9789750761966
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bez Bebek ~ İsmail Kadare
Bez Bebek
İsmail Kadare
İşte Ulusal Tiyatro’nun oyuncuları; o çok sevdiğin güçlü sesleri şimdi senin için kısık kısık çıkıyor. Çünkü hepsi biliyor ki, nasıl 1933’te genç bir gelin...
- Al Midilli ~ John Steinbeck
Al Midilli
John Steinbeck
Steinbeck’in doğaya ve insana on yaşındaki bir çocuğun gözünden baktığı Al Midilli kendi edebi kariyerinde olduğu kadar Amerikan edebiyatında da bir dönüm noktası. Salinas...
- İki Şehrin Hikayesi ~ Charles Dickens
İki Şehrin Hikayesi
Charles Dickens
O günler en iyisiydi, ya da en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar zamanıydı ve inançsızlıklar zamanıydı, ışık mevsimiydi ve karanlık mevsimiydi, umut...