“Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle hatırlanan saat, akşamın on ikisidir. Artık ‘on iki’, solgun yeşil göğün altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lacivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o tesirli ve titrek saat değildir. Akşam bağlarından koparak kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının karanlığında farz edilmiş bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının mahzun ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı ‘gün’ün getirdiği geçim şekli de bizi tan vakti âleminden uzak bıraktı.”Doğu ve Batı meselesinin en saf hislerle anlatıldığı bu yazılar, değişen kültüre dair çok yönlü bir bakış sunuyor.Kuşakları etkilemiş romanlar, ufuk açıcı öyküler, ezberlere kazınmış şiirler… Gazetelerde kalmış söyleşiler, gezi yazıları, denemeler, makaleler… Edebiyatımızın farklı dönemlerinden, iz bırakan metinler Kısa Miras’la bir araya geliyor.
İÇİNDEKİLER
“Gurebahane-i Laklakan” …………………………………………… 11
Müslüman Saati ………………………………………………………. 22
Bir Ağaç Karşısında ………………………………………………….. 25
Yeni Sanatkâr ………………………………………………………….. 26
Yakup Kadri ……………………………………………………………. 29
Cem’in Gözü ………………………………………………………….. 32
Son Şarklı ……………………………………………………………….. 33
Osman Pehlivan ………………………………………………………. 36
Mizah …………………………………………………………………….. 38
Renkler Hakkında ……………………………………………………. 41
Sinema …………………………………………………………………… 43
Aşk ve Kıyafet …………………………………………………………. 45
Sonbahar Şiirleri ……………………………………………………… 46
Yazlıklardan Dönenler ………………………………………………. 50
Bir Cevap ……………………………………………………………….. 52
Harabe …………………………………………………………………… 54
Krippel’in Eseri ……………………………………………………….. 58
Örtülü Kadın ………………………………………………………….. 60
Erkek …………………………………………………………………….. 62
Tokluk ve Açlık ……………………………………………………….. 63
Medeni Lehçe …………………………………………………………. 65
İki Adamın Konuştukları …………………………………………… 66
Kır …………………………………………………………………………. 68
Gerici Mimari …………………………………………………………. 70
Yeni Bina ………………………………………………………………… 72
Güvercin ………………………………………………………………… 75
Yakından ………………………………………………………………… 76
Drécoll’de Kadın Modaları ………………………………………… 78
Kediler Mezbahasında ………………………………………………. 82
“Gurebahane-i Laklakan”
On-on beş sene evvel, bir tatil haftasını geçirmek için Bursa’ya gitmiştim. Üç-dört saatlik hazin, kirli, eğlencesiz bir vapur seyahatinden sonra, ovalar içinde iri bir tırtıl ağırlığıyla sürüklenen ufak bir şimendifer, beni aynı günün akşamında, karanlık bir duvar gibi göklere kadar yükselen Keşiş’in2 eteğindeki yeşil şehre bırakmıştı.
O sırada İstanbul’un okuryazar gençleri arasında “mimari” bir milliyetperverlik hüküm sürüyordu. Herkes evvelce işitilmemiş eski bir mimar ismini bulmakla övünüyor; makaleler ihtiyar mermerlerin mana ve asaletinden bahsediyor; şiirler kemer ve sütunların güzelliğini söylüyordu. Edebiyat lisanı duvarcılık ve marangozluk tabirleriyle dolmuştu. Türk medeniyetinin ölçüsü yalnızca “mimari” olmuştu. Mimari münakaşalarıyla kimi zaman dostluklar kuruluyor, düşmanlıklar vücut buluyordu. Milli şuurun uyandırdığı derin kuvvetler henüz büyük felaketlerin çekiciyle dövülmemiş, bugünkü olgunluğunu bulmamıştı. Bu kuvvetler havai fişekler şeklinde, hayatın gecesinde, renkli ateşlerden akışkan nakışlar çizdikten sonra dağılıp gidiyordu.
O sırada Bursa’da benim de ne yapacağım tabii belliydi: Abideleri görmek, nakışlar ve çinilere dair incelemelerde bulunmak, sormak, düşünmek, not almak ve nihayet mimarinin “tarih” ve “estetik”ine dair az çok uydurma yeni bir keşifle zengin, gelecekteki münakaşalar için yerinde toplanmış kuvvetli bilgilerle silahlı olarak İstanbul’a dönmekti. Öyle yaptım.
Çekirge’de1 Hüdavendigâr Türbesi’ni ziyaret ettim. Türbedarın bana üç yüz senelik diye gösterdiği bir Kuran’ın yazı ve tezhibine takdir ve hayretle baktım. Türbenin kutsal ölüsü sultanın ceylan derisinden bir seccade, bir zırhlı gömlek ve bir miğferden ibaret cengâverlere yaraşır mirasına ürpertiyle ellerimi dokundurdum. Muradiye’ye gittim. Türbenin rengârenk çini bahçesinde, erimiş yakuttan kırmızı lale ve karanfillerin havasında uzun müddet oturarak düşündüm. Diğer bir gün Yeşil Cami’ye gittim. Duvarları kaplayan yeşil çiniler bu mabedin içine esrarengiz bir denizaltı aydınlığı veriyordu. O aydınlıkta kayyumla karşı karşıya oturarak nakışlar ve oymalar hakkında uzun uzun konuştuk. Kayyum, “Garip şey!” diyordu, “Bir zamandan beri İstanbul’dan gelenler hep bana sorduğunuz sualleri soruyor!” Yabancıların ziyaret ettiği camilerdeki sarıklı hademelerin çoğu gibi bu hoca da zeki, geveze ve saflıktan uzaktı. Bana caminin Vefik Paşa1 zamanında, De Parvillée2 isminde bir Fransız mimarın gözetimi altında gömülü olduğu topraklardan çıkarılıp tamir edildiği zaman çalınmış olan çinilerinden bahsetti. Ve bu iş hakkında fazla ayrıntı almak istiyorsam Bursa’da elli-altmış seneden beri yerleşen Türk dostu ve Türk tarzı sanat meraklısı “Greguvar Bay” ismindeki zatla görüşmemi tavsiye etti. Bu ismi ilk defa işitmiyordum, birçok Fransız yazar ve edebiyatçısının Şark’a dair yazılarında bu isim, güller ve çiniler arasında yaşamak ve ölmek için Bursa’da inzivayı seçmiş garip bir sanat sevdalısının ismi olarak geçiyordu. Ziyaret için müsaade istemek üzere kendisine yazdığım mektuba aynı günde cevap aldım. Ertesi günü öğleden sonra Setbaşı’ndaki evinde beni bekliyor olacaktı.
Baille, beni bahçesinde, çınar ve dut ağaçlarının gölgesinde kabul etti. Sigaralar yaktık, kahveler içtik. Biraz sonra gümüş bir tepsi içinde “ahududu” şerbeti getirdiler. Işıkta parıl parıl yanan billur kadehlerdeki buzlu, hoş kokulu kırmızı içkiyle boğazlarımızı serinlettik ve sırma işlemeli ipek peşkirlerle dudaklarımızı kuruttuk. Biz konuşurken ikide bir, bahçenin bülbül sesleri ve serçe cıvıltılarıyla dolu yeşil derinliklerinden, elinde taze dut dolu bir tabakla başı örtülü bir genç hanım veya kırmızı kıyafetli bir kız çocuğu çıkıyordu. Madam Baille her birine halis Türkçeyle, “Güle güle… Ne zaman isterseniz yine gelin… Kendi bahçeniz gibi…” diyordu.
Mösyö Gregoire Baille’a, birçok yazar ve şairin kitaplarında tarifini okumuş olduğum, tarih ve edebiyata geçen köşkünü görmek ve kendisini tanımak için geldiğimi söyledim. Zavallı adam memnun oldu. Gregoire Baille’ın “deha”dan mahrum bir tür Pierre Loti olduğunu iki-üç söz alışverişinden sonra anlamıştım. Yegâne eseri eviydi. Zevkinin merakı tahrik edecek bir çekiciliği olduğunu öğrenmekten derin bir haz alıyordu. Evvela köşkü gezdirdi. Bu köşkte Muradiye’nin çinilerini taklit ederek Kütahya’da yaptırılmış renkli bir duvar parçasından başka dikkate layık bir şey görmedim. Zaten Gregoire Baille köşküne fazla kıymet vermiyordu. Hayatının şaheseri bahçenin uzak bir köşesindeki “Gurebahane-i Laklakan”dı. Bu gülünç isimlendirmenin sebebini Gregoire Baille bana sonra anlattı. Köşkten çıktık ve bahçenin her noktasında uzun uzun durup konuşarak dolaştık. Her bir adımda hane sahibi bahçesinin ayrı bir özelliği hakkında ayrıntılar veriyordu:
“Bahçeyi bakımsız buldunuz değil mi; bahçenin bu metruk ve perişan halini kendim istedim. Sarmaşıkların, örümcek ağları şeklinde, birbirine geçip bütün ağaçları kaplaması için senelerce bekledim. Bu ağaçlara insan başları manzarasını vermek, dallara bu azgın gelişimlerini aldırmak, kısacası bahçeye serbest bir orman manzarası verdirmek için bilseniz ne kadar çalıştım. Türk sanatının sevgisi bana ‘tabiat’ sevgisini öğretmiştir. Tabiatı kayda bağlı görmek bana şimdi üzüntü veriyor. Bir bahçe için bir ormana benzemekten daha fazla bir güzellik düşüncesi mümkün müdür? Şimdi ‘Le Nôtre’1 usulü Fransız bahçeciliği bana bir çirkinlik ve bir manasızlık gibi görünmektedir.”
Sonra bana bahçesindeki ağaçların ayrı ayrı seçilmelerinin nedenini anlattı:
“Belki dikkat ettiniz. Etrafınızdaki ağaçlar çoğunlukla söğüt ve servidir. Bahçemin ölüm ve ahiret rayihası dağıtabilmesi için bu tür ağaçları tercih ettim. Etraftan burnunuza gelen bu mezarlık kokusu işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiçbir millet sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve haşin güzelliğini bozar. Orada, sanki taşları daha dik ve köşeli yapan buzlu bir hava dolaşır, sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının kapısı arkasında, bencilce bir hırsla saklanmış, onu taciz eden ziyaretçiye saldırmaya hazırlanmış bekliyor. Hıristiyan mezarlığının ağır sessizliğinde kendine has olan adeta husumettir. Halbuki sizin mezarlıklarınızın havasında her türlü maddi endişelerin sıkıntısından kurtulmuş bir tebessüm dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, o kadar her ölü uysal ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin ortasında kurmakta da haklısınız. Bunlar öyle bahçelerdir ki ağaçlarının yetiştirdiği meyveler, yaşayanların tatması lazım gelen his ve fikir meyveleridir. Bahçeme mezarlık kokusunu dağıtacak ağaçlar dikmekle baharını güzle değiştirmek ve ona her mevsim için ‘fikir’in acı lezzetini vermek istedim.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıGurebahane-i Laklakan
- Sayfa Sayısı88
- YazarAhmet Haşim
- ISBN9789750751165
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Romantik Korno ~ Akif Kurtuluş
Romantik Korno
Akif Kurtuluş
İhtimamda hep bir eksiğim oldu ama sevgimde kuşkum yoktur. Hayat da benim için böyle bir şey. Sevdim ama herhalde beni tatmin edecek bir ihtimam...
- Boğaziçi Uykuda ~ Sermet Muhtar Alus
Boğaziçi Uykuda
Sermet Muhtar Alus
Sermet Muhtar Alus’un Akbaba’daki yazıları onun bütün yazı hayatının bir hulasası gibidir. Eski İstanbul hatıralarıyla örülü fıkralarından, portrelerinden, küçük hikâye, piyes ve röportajlarına kadar meşgul...
- Bazı Yaralar Yararlıdır ~ Selen Baranoğlu
Bazı Yaralar Yararlıdır
Selen Baranoğlu
“Bu kitap geçmişte yaşadıklarını ve bunlara bağlı aldığın yaraları, müstakbel doğum izleri olarak görmene vesile olabilir, dingin ve yavaş bir şekilde. Geçmişin izlerini bir...