2021 BOOKER ÖDÜLÜ ADAYI
YILIN KİTAPLARI SEÇKİSİ
GLOBE AND MAIL • CBC BOOKS • DAILY TELEGRAPH • OBSERVER
Clara’nın ablası kayıp. Annesiyle tartışıp evden çıktı ve bir daha dönmedi. Pencerenin önünden ayrılırsa ablasının hiç gelmeyeceğine inanıyor yedi yaşındaki Clara. Okulundan ve komşunun kedisine bakmaktan arta kalan tüm zamanını camda geçiriyor. Komşuları Elizabeth hastanede. Giderken ona söz verdiğinden çok daha uzun zamandır…
Liam, eşinden ve işinden yeni ayrılmış, ne yapacağını bilmeden kendini bu soğuk kuzey kasabasında bulmuş bir adam. Elizabeth’in evine taşınıyor ve çok geçmeden polis kapısına dayanıp ona kayıp bir genç kız hakkında sorular soruyor.
Elizabeth, ömrünün son demlerinde geçmişini düşünüyor. Yıllar önce işlenmiş o suçu, uzun zamandır taşıdığı utancı… Ölmeden önce telafi etmesi gereken şeyler var.
Üç farklı bakış açısından aktarılan Sonbaharın Sonu, karakterler arasında geçiş yaparak onları birbirine bağlayan kederin, pişmanlığın ve sevginin katmanlarını birer birer kaldırıyor. Günümüzün en maharetli anlatıcılarından birinin kaleminden, meraklandıran, nüktedan ve alabildiğine insani bir roman.
“Tanıdığım herkese Lawson’ı anlatıyorum. Her romanı ayrı bir harika.” –Anne Tyler
“Sonbaharın Sonu’nun akıcı, insancıl ve kasaba yaşantısını zaman zaman alaycılığa kayarak inceleyen diliyle büyülendik.” –2021 Booker Ödülü Jürisi
“Lawson, sade üslubunda daima şaşırtıcı derinlikler gizleyen, zarif bir yazar.” –Toronto Public Library
“Bilgelik ve şefkatle dolu, kendine bağlayan bir öykü.”
–Toronto Star
“Lawson’ın yazımı zahmetsiz ve basit gibi dururken tüm iplikler birleşip zengin ve tatminkâr bir halı deseni ortaya çıkarıyor ve böylece onun hikâyecilik dehası
gözler önüne seriliyor.”
–Irish Independent
“Lawson insan doğasının karmaşıklığını gündelik dile döküyor.”
–Mail on Sunday
1
CLARA
Dört kutu vardı. Büyük kutular. İçlerinde bir sürü şey olsa gerekti çünkü adamın dizlerini büküp kutuları iki büklüm vaziyette taşımasından ağır oldukları belliydi. Hepsini o ilk gece Clara’ların yan komşusu Mrs. Orchard’ın evine getirip salonun ortasına koymuş ve öylece orada bırakmıştı. De- mek kutularda pijama gibi gerekli, hemen kullanması gere- ken şeyler yoktu ki hemen açmamıştı.
Kutuların salonun ortasında durması Clara’yı rahatsız ediyordu. Adam ne zaman salona girse etraflarından do- laşmak zorunda kalıyordu. Kutuları duvara dayamış olsa buna gerek kalmayacak ve salon daha düzenli görünecekti. Hem arabadan indirip eve getirdiği halde niye açmıyordu ki? Clara ilk başta adamın kutuları Mrs. Orchard için ge- tirdiğini ve eve döndüğünde onun açacağını sanmıştı. Fakat Mrs. Orchard dönmemişti ve kutularla birlikte, oraya ait olmayan adam da hâlâ evdeydi.
Adam, Rose evden kaçtıktan tam on iki gün sonra, gü- neş batmak üzereyken, büyük mavi bir arabayla gelmişti. On iki gün, bir hafta artı beş gün demekti. Clara salondaki pencerenin önünde, her zamanki yerinde durmuş telefonda Komiser Barnes’la konuşan annesini dinlememeye çalışıyor- du. Telefon holde olduğu için hangi odada olursanız olun konuşan kişiyi duyabiliyordunuz.
Clara’nın annesi polise bağırıyordu. “On altı! Belki unut- muş olabilirsiniz ama Rose on altı yaşında! Daha çocuk!” Sesi çatlıyordu. Clara elleriyle kulaklarını örtüp burnu dümdüz oluncaya kadar yüzünü cama bastırmış, yüksek sesle bir şarkı mırıldanıyordu. Annesinin gergin olduğu za- manlarda nefes almakta zorlandığı için arada durmak zo- runda kalıyor, şarkıyı kesik kesik mırıldanıyordu. Yine de mırıldanmak işe yarıyordu. İnsan şarkı mırıldanırken hem kendi sesini duyuyor hem de o sesi içinde hissedebiliyordu. Arı vızıltısı gibi. O hisse ve sese odaklanırsanız başka şey düşünmemeyi başarabiliyordunuz. Derken mırıldanma sesinden daha yüksek takır tukur bir ses, tekerlerin altında ezilen çakıl taşlarının sesi gelmiş ve o büyük mavi araba Mrs. Orchard’ın bahçe yoluna girmişti. Clara’nın ilk kez gördüğü bir arabaydı. Arkasında kanada benzeyen şeyler olan, açık mavi, havalı bir şeydi. Kendini güvende hissettiği başka bir zaman olsa, Clara arabayı se- vebilirdi ama öyle bir zaman değildi ve her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyordu. Bahçe yollarında yabancı arabalar olmasını istemiyordu. Motor durdu ve yabancı adam arabadan indi. Arabanın kapısını kapayıp öylece durarak Mrs. Orchard’ın evine bak- tı. Ev her zamanki gibi görünüyordu; beyaz pencere ve ka- pıları, koyu yeşile boyalı dış cephesi, zemini griye boyanmış beyaz korkuluklu büyük ve geniş verandası. Clara evin nasıl göründüğünü pek düşünmemişti ama şimdi bakınca Mrs. Orchard’a gayet uygun bir ev olduğunu fark etti. Yaşlı ama hoş.
Adam verandaya gidip basamakları çıktı, kapıya kadar yürüyüp pantolonunun cebinden birkaç anahtar çıkardı ve kapıyı açıp içeri girdi. Clara şoka uğramıştı. Bu adam anahtarları nereden bul- muştu ki? Onda olmamaları gerekirdi. Mrs. Orchard (biri ön, biri arka kapıyı açan) o iki anahtardan üçer kopya ol- duğunu; ikisinin kendisinde, ikisinin (haftada bir temizliğe gelen) Mrs. Joyce’ta, ikisinin de Clara’da durduğunu söyle- mişti. Clara durumu telefonu kapatmış olan annesine an- latmayı istedi ama annesi polisle konuştuktan sonra bazen ağlar, yüzünün al al olması Clara’yı korkuturdu. Hem zaten pencerenin önündeki yerinden ayrılamazdı. Gözcülük yap- maya ara verdiği takdirde Rose eve dönmeyebilirdi. Mrs. Orchard’ın holünde bir lamba yandı; adam kapıyı kapamadan önce ışığı bir an için verandaya vurdu. Evin içi oldukça karanlıktı. Mrs. Orchard’ın salonu Clara’ların salo- nunun hemen karşısındaydı ve iki salonda da hem yanlara ve birbirine hem de ön tarafa, yola bakan pencereler vardı. Clara yana bakan pencereye doğru süzülerek (pencerelerden herhangi birinde bekliyor olması Rose için yeterliydi) tam cama ulaştığında, Mrs. Orchard’ın salonundaki ışık açıldı ve adam içeri girdi. Clara salonu olduğu gibi görebiliyordu ve gördüğü ilk şey divanın altında saklanan Moses’ın (kedi eve Mrs. Orchard ve Clara dışında biri geldiğinde hep oraya saklanırdı) yerinden fırlayıp salonun öbür ucundaki kapı- dan, adam salona girip onu görmeden önce hızla çıkışı oldu. Clara onun vestiyere gittiğini, oradan da bahçeye çıktığını biliyordu. Vestiyerin orada biri salona, biri mutfağa, biri de bahçeye açılan üç kapı vardı. Bahçeye açılan kapının alt ta- rafında da bir kedi kapısı vardı. Mrs. Orchard olsa, “Tüy- dü,” derdi. Clara tüymek lafını başka kimseden duymamıştı.
Bir saat kadar önce Moses’a akşam yemeğini vermek için Clara da vestiyerin oraya gitmişti. Mrs. Orchard hastane- deyken Moses’a bakacağına söz verdiği için, sabahları ve akşamları pencerenin önündeki yerinden bir süreliğine ay- rılmayı dert etmiyordu. Rose bunu anlardı. “Burada olman onu mutlu eder,” demişti Mrs. Orchard. “Sana güveniyor, değil mi Moses?” Bu arada Clara’ya yeni konserve açacağının gizli marifetlerini gösteriyordu. Elekt- rikli bir açacaktı. Sadece konserve kutusunu doğru yerleş- tirdiğiniz takdirde geriye kalan bütün işi kendi başına ya- pıyor, hatta kapağını keserken kutuyu yavaşça ve güzelce döndürüyordu. “Tam bir zamazingo,” demişti Mrs. Orchard. “Aslında böyle şeylerle başım hiç hoş değildir ama eski konserve aça- cağı pek güvenilir değildi ve bir yerini kesersin diye kork- tum.” Moses da yemeğini yemek için sabırsızlanarak bacak- larının arasında dört dönüyordu. “Gören de aç bıraktık sanır,” demişti Mrs. Orchard. “Şimdi, açacak kapağı tutuyor; gördün mü? Mıknatıslı. Ka- pağı mıknatıstan çekerken kenarına dokunmamaya dikkat et. Sert çekmen lazım, kenarları çok keskin. Kutu bitinceye kadar buzdolabında dursun, sonra da suyla çalkalayıp dı- şarıdaki çöpe at, buradakine koyma yoksa koku yapar. Te- mizliğe geldiğinde, çöpleri Mrs. Joyce halleder. Annenle ko- nuştum, ben yokken günde iki kez gelip onu beslemende bir sakınca görmüyor. Zaten ben de orada çok uzun kalmam.”
Ama kalışı uzun sürmüştü, artık haftalardır oradaydı. Clara’nın elindeki kedi mamaları çok kez bitmiş, mama almak için annesine gidip para istemek zorunda kalmıştı. (Rose’un ortadan kayboluşundan önce, her şey normalken ve Clara istediği yere gidebilirken olmuştu bunlar.) Sözüne güvenebileceği biri olduğunu düşündüğü Mrs. Orchard, onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Zaten Clara’ya sorarsanız büyüklerin çoğu olmaları gerektiği kadar güvenilir değildi ama Mrs. Orchard’ın farklı olduğunu sanmıştı.
Annesinin mutfakta bir şeyler yaptığını duyabiliyordu. Belki de daha iyi hissediyordu. “Anne?” diye seslendi Clara. Annesi de bir süre sonra, “Efendim?” dedi ama sesi boğuktu. “Hiç,” dedi Clara çabucak. “Yok bir şey.” Adam evin içinde dolaşıyor, ışıkları açıyordu; Clara ön bahçeye düşen soluk gölgeleri görüyordu. Adam çıktığı yerlerdeki ışıkları söndürmekle uğraşmıyordu. Clara ya da Rose böyle bir şey yapsa, babaları hemen, “Işığı kapa!” diye seslenirdi. Ama Rose yoktu artık. Nerede olduğunu bilen de yoktu. Annesi Clara’ya Rose’un Sudbury’de ya da belki North Bay’de ve iyi durumda olduğunu, ondan yalnızca eve dönmesini ya da telefon etmesini, bir kartpostal gönderip iyi olduğunu haber vermesini istediklerini söyleyip duruyor- du. Yani aslında annesi Rose’un iyi olup olmadığını bilmi- yordu. Polise de işte bu yüzden, Rose’u hâlâ bulamadığı için bağırmıştı. Mrs. Orchard’ın evinde bu kadar çok ışık yanınca dışa- rıdan içeriyi görmek de zorlaşmıştı. Clara’ların salonunda da pek bir şey görülemiyordu ama adamın onu görmeme- si için ışığı açmıyordu. Aydınlık bir yerdeyken karanlıkta- ki insanları göremezsin ama karanlıktaysan aydınlıktaki insanları görebilirsin. Bunu Rose söylemişti. “Pencereden yarım metre uzakta durursan,” demişti Rose, “ruhları bile duymaz. Geçen gece Mrs. Adams’ı soyunurken izlemiştim. Her şeyini çıkardı! Çırılçıplak kaldı! Külotunu, sutyenini, her şeyi! Bütün vücudu kat kat yağlarla kaplı ve memeleri havası kaçmış koca balonlar gibi! İğrenç!”
Adam tekrar salona gelmiş, Mrs. Orchard’ın konsolun- daki fotoğraflara bakıyordu. Hepsi çerçeveli birçok fotoğ- raf vardı orada. Çerçevelerin bazıları gümüş, bazıları düz ahşaptı. Fotoğrafların ikisi kocası hayattayken birlikte çek- tirdikleri fotoğraflardı; birinde bir divanda yan yana otur- muşlar, ötekinde bir basamakta durmuşlardı ve Mr. Orchard fotoğrafların ikisinde de kolunu Mrs. Orchard’ın omzuna atmıştı. Mr. Orchard’ın bir evin (başka bir evin) kapısına dayanmış, elleri ceplerinde, objektife gülerek bakarken tek başına çekilmiş bir fotoğrafı da vardı. Orası çok güzel bir ev olmalıydı çünkü yanındaki duvarı olduğu gibi çiçekler sar- mıştı. Mrs. Orchard’ın, kocası hâlâ hayatta ve salondaymış gibi, o fotoğrafla konuştuğunu çok kez duymuşluğu vardı Clara’nın. Kederle değil, normal sesle konuşurdu. Mr. Orchard’ın küçük bir oğlanın yanında dururken çe- kilmiş bir fotoğrafı da vardı. Çocuk masada oturmuş kah- valtısını ediyordu; kahvaltı olduğunu sofradaki Shirriff marka marmelat kavanozundan anlıyordunuz; Clara etike- ti zar zor okuyabiliyordu. Mr. Orchard’ın kolunda güzel- ce katlanmış kumaş bir peçete vardı ve dopdolu bir tabağı (Clara fotoğrafı iyice incelemiş ve tabakta sosisle domuz pastırması olduğuna karar vermiş, bu da çocuğun kahvaltı ettiği görüşünü doğrulamıştı) peçetenin üstünde tutuyordu. Mr. Orchard hiç kıpırdamadan dimdik durarak çocuğa, ço- cuk da yüzünde koca bir sırıtışla ona bakmıştı. Clara, Mrs. Orchard’a çocuğun kendi oğlu olup olmadığını sormuş, o da hiç çocukları olmadığını, çocuğun komşulardan birinin oğlu olduğunu ama Mr. Orchard’la ikisinin onu çok sevdik- lerini söylemişti. Clara en sevdiği fotoğrafın o mu olduğunu sorunca, Mrs. Orchard gülümseyerek fotoğrafların hepsini çok sevdiğini söylemişti. Fakat Clara bunun doğru olduğun- dan şüpheliydi çünkü Mrs. Orchard hastaneye giderken ya- nında yalnızca o fotoğrafı, bir de Mr. Orchard’ın o çiçekli kapıda çekilmiş fotoğrafını götürmüş, Clara o fotoğrafların eksik olduğunu hemen fark etmişti. İnsan yanına iki fotoğ- raf alıyorsa, en sevdikleri onlar demekti.
Yabancı adam bu kez eğilmiş fotoğrafları inceliyordu. “Hiçbirine dokunma sakın,” diye fısıldadı Clara hırsla ama adam onu duymuş ve kasten söz dinlemiyormuş gibi der- hal fotoğraflardan birini alıverdi. Clara yumruklarını sıktı. “O sana ait değil!” dedi yüksek sesle. Adam ahşap çerçe- veli olanlardan birini inceliyordu. Clara adamın uzandığı yerden yola çıkarak Mr. ve Mrs. Orchard’ın birlikte çekil- miş fotoğraflarından birini aldığını tahmin etti ama emin değildi; Mrs. Orchard yanına taşınmadan önce evde tek başına yaşayan ve birkaç yıl önce ölmüş olan ablası Miss Goodwin’in resmi de olabilirdi. Adam fotoğrafı tekrar öteki fotoğrafların yanına, konso- lun üstüne koydu. Biraz daha orada durup resimlere baktık- tan sonra dönüp salondan, sonra da evden çıktı. Clara tekrar yola bakan pencereye koştu; Mrs. Orchard’ın bahçe yolu oradan daha iyi görünüyordu. Bir an için ada- mın gideceğini zannetti ama adam arabaya gidip bagajı açarak kutulardan birini çıkardı. İkisini bagajdan, ikisini arka koltuktan, teker teker çıkardıktan sonra kutuları Mrs. Orchard’ın salonuna taşıyıp orada bıraktı. Clara ilk başta kutuların Mrs. Orchard’a gelen şeylerle dolu olduğu (ama bu kadar ağır ve çok yer kaplayan ne ısmarlamış olabilir- di ki?) ve adamın teslimatı yapıp tekrar arabasına binerek çekip gideceği gibi bir umuda kapıldı. Fakat adam onun yerine hiç de umut verici olmayan bir şey yaptı: Bir de valiz çıkardı.
Clara akşam yemeğini pencerenin önünde durarak yedi. Ba- basının o yatmadan önce gelmesini diledi ki yandaki eve gelen adamı anlatabilsin ama sonra aklına geldi: Babası okulda öğretmenler toplantısındaydı ve geç gelecekti. Böy- lece yemeğini bitirdi ve artık her neredeyse, Rose’a sessizce iyi geceler dedikten sonra annesine de sesli bir iyi geceler dileyip üst kata çıktı. Bütün gece nöbet yerinde kalmayı ter- cih ederdi ama Rose’un ortadan kayboluşundan bir hafta sonra başlattığı gece nöbetlerinin ardından (“gece nöbeti” babasının lafıydı) babasıyla yaptığı anlaşmaya göre uyumak zorundaydı. Clara ikinci haftada korkunun o soğuk, kara gölgesinin üzerine çöreklendiğini hissetmeye başlamıştı. Ablasının ba- şına bir şey gelmesinden korkuyordu. “Ben kendi başımın çaresine bakabilirim,” demişti Rose gitmeden önce oda- larında. “Biliyorsun, değil mi?” Clara üzgün üzgün başını sallayarak Rose’un odada dört dönüşünü, gardıropla şifon- yerden bir şeyler alıp okul çantasına tıkışını izlemişti. Evet, Rose zeki ve güçlü bir kızdı. Clara bunu biliyordu ama aynı zamanda Rose’un güzel ve komik, ne yapacağının söylen- mesinden cidden ama cidden çok nefret ettiği için başını anne babasıyla ve öğretmenleriyle (okulda tarih öğretmeni olduğu için bu babaları için bir utançtı) sürekli belaya so- kan bir kız olduğunu da biliyordu. Rose’un annelerine öf- kelendiği zamanlarda evden gidip bir daha dönmeyeceğini falan söyleyerek blöf yaptığı da bildiği bir şeydi. Daha önce de en az iki kez evden kaçmış ve birkaç gün sonra annele- rini yeterince korkuttuğuna karar verip her seferinde geri gelmişti. Clara ablasının amacının öteden beri bu olduğunu da biliyordu. Rose annelerini cezalandırmak için kaçmıştı.
Ama bu sefer farklıydı sanki; Rose daha önce annelerine hiç, “Beni bir daha hiç görmeyeceksin. Asla. Yemin ederim,” dememişti. Rose yeminlerini ciddiye alırdı. Üstelik o güne kadarki tehditlerini hep çığlık çığlığa savurmuşken bu kez alçak sesle, neredeyse usulca konuşmuş olması Clara’yı çığ- lıklardan daha çok korkutmuştu. Mutfak onun öfkesiyle tütmüştü sanki. Hatta başlangıçta öyle büyük bir kavga da değildi –Rose yalnızca gece sokağa çıkma yasağını bir kez daha delmiş- ti– ama ufak bir tartışma büyüyerek annelerinin Rose’a ne yapacağını söyleyip söyleyemeyeceğiyle ilgili bir kavgaya dönüşmüş ve Rose annelerine bunu yapamayacağını söy- lemişti. Laf üstüne laf söylenmiş, gerilim gitgide artmış, sonunda anneleri, “Bu evde yaşıyorsan, ne denirse onu ya- pacaksın, küçükhanım,” deyivermişti. Böyle demesinin ne büyük bir hata olduğu sonradan anlaşılmıştı. “Beni merak etme,” demişti Clara’ya Rose, yukarıdaki oda- larında en sevdiği tişörtünü elinde top yapıp şöyle bir dura- rak. “Etmeyeceğine söz ver,” demişti sert bir tavırla. Bolca göz kalemi sürmüştü. Rose sürekli ağır makyajla gezerdi; bulabildiği en açık renk, neredeyse beyaz renkteki fondöteni kullanır, gözlerine simsiyah kalın çizgiler çeker, siyah rimel ve yeşil ya da mavi far sürer (bu kez yeşil sürmüştü) ve o kadar açık renk rujlar seçerdi ki dudakları neredeyse görün- mez olurdu. Bir seferinde yanağına siyah gözyaşı yapmıştı. Saçlarını simsiyah boyatıp uçlarını oryalle açarak samana çevirmiş ve geriye tarayarak koca bir arı kovanına benzet- mişti. “Ölüme benzedim,” demişti halinden gayet memnun bir sesle, banyodaki aynada kendini inceleyerek. “Sence de ölüme benzemedim mi?”
“Bence güzel görünüyorsun,” demişti Clara, gerçekten böyle düşünüyordu. Rose dünyanın en güzel insanıydı. “Peki nereye gidiyorsun?” diye sormuştu Clara bu kez, ablasının toparlanmasını izlerken. “Nerede uyuyacaksın?” Ağlamamaya çalıştığı için boğazı ağrıyordu. Rose ağlama- sından nefret ederdi. “Seni ne zaman göreceğim? İyi olduğu- nu nereden bileceğim?” Rose duraksamıştı. “Bu soruların cevaplarını henüz bil- miyorum,” demişti sonunda. “Ama sana bir şekilde mesaj ulaştırırım. Nasıl ve ne zaman olur bilemem ama ulaştırı- rım. Benden haber bekle. Ama mesajın geldiğini annemle babama söylemeyeceksin, tamam mı?” Tırnağını kemirerek bir an Clara’yı incelemişti; Rose bu tırnak kemirme alışkanlığından nefret ederdi. “Sen sakın başlama,” demişti Clara’ya bir seferinde. “Tırnak kemirme- ye başlarsan seni gebertirim. Söz ver.” Derken Rose elini ağzından çekmiş ve normalde tatlı tatlı konuşan biri olmadığı için farklı gelen, daha yumuşak bir ses tonuyla eklemişti: “Kendime bir yer bulduğumda gelip yanımda kalabilirsin. Deliler gibi eğleniriz! Her gece sabaha kadar dışarıda kalırız ve sana her şeyi gösteririm!” O gülümseyince, Clara da gülümsemeyi denemiş ama ağzı çok kötü titrediği için becerememiş ve Rose’un yü- zünde ansızın üzgün bir ifade belirmişti. Tişörtünü çanta- ya tıkıp çantayı yatağa fırlatmış ve gelip Clara’ya sarılarak yavaşça sağa sola sallamıştı. “Seni çok seviyorum,” demişti Clara’nın başının tepesinden. “Dünyalar kadar seviyorum. Seni çok sevdiğimi hiçbir zaman unutmayacağına söz ver.” Clara gözyaşlarına karşı verdiği savaşı kaybettiği için adeta boğulur gibi, “Söz,” demişti. Ama Rose âdeti oldu- ğu üzre sabrını taşırıyormuş gibi davranmamış, ona daha sıkı sarılarak uzun bir an boyunca bırakmamıştı. Sonra da gitmişti.
Rose’un kendi başının çaresine bakabileceği doğruydu. Bir seferinde, Ron Taylor arkasından yaklaşıp o kocaman şiş- ko ellerini ufacık göğüslerine koyunca, Rose kendini kur- tarıp okul çantasını Ron’un yüzüne öyle bir geçirmişti ki çocuğun burnu kanamıştı. Clara kendi gözleriyle görmüştü. Rose idare edeceğini söylüyorsa, ederdi. Clara bu yüzden ilk başta onun güvenliğini değil, eve ne zaman döneceğini dert etmişti. Fakat bir hafta sonra endişeye kapılmıştı. Yalnızca bir haftanın Rose’un daha önce evden en uzun ayrı kaldı- ğı sürenin iki katından da fazla olması yüzünden değil; an- nesinin gitgide daha da telaşlı görünmesi ve babasının feci şekilde her şey yolundaymış gibi davranması yüzünden de. Ya dışarıda Rose’un bilmediği tehlikeler varsa? Annesiyle babasının öyle olduğunu düşündükleri ortadaydı yoksa bu kadar kaygılanmazlardı. Clara sürekli Rose’u gördüğünü hayal ediyordu. Rose git- tikten sekiz gün sonra, Clara evden okula yürürken adımla- rını sayıyordu (okula giderken ve eve dönerken adımlarını yüzer yüzer, sayabildiği kadar saymak zorundaydı yoksa Rose hiç dönmeyebilirdi) ve tam kendi bahçe yollarına döne- cekken yolun karşısındaki ağaçlık alanda ablasını gördüğü- nü zannetti. O alan hiç açılmamıştı, orada yalnızca çalılıklar vardı ve çalılıklar yüzlerce, binlerce kilometre boyunca de- vam ediyordu. Bazen bir geyik çıkar, yolun hemen kenarında otlanır, zaman zaman da ayının teki sallana sallana yürüye- rek herkesin ön bahçesinde merakla gezinir ve insanlar dışarı çıkmaya korkardı. Fakat o gün, yalnızca bir an için, Clara ağaçların karanlığından gelip geçen –aynı Rose’un montu- nun renginde– kırmızı bir şey gördüğünü sandı. Komiser Barnes kasabalılarla birlikte ağaçlığı çoktan araş- tırmıştı tabii; kilometreler boyunca her yeri aramışlardı. Ama Rose onları atlatmış olabilirdi; belki de kilometrelerce uzağa gitmişti ve herkes pes edip eve döndükten sonra geri gelecekti.
Clara nefesini tutup gözleriyle ağaçları tarayarak bekledi. Hiç kıpırtı yoktu. Hiç ses çıkarmadan, Rose ürküp kaçacak bir geyikmiş gibi yolu geçip ağaçların başladığı yerde dur- du. “Rose?” diye seslendi usulca. Çıt yoktu. Hareket yoktu. Bir kez daha, “Rosie?” diye seslenip yürümeye başlayarak yavaşça, dikkatle ağaçlığa girdi. Aniden bir parlama daha oldu ve kırmızı kanatlı siyah bir kuş bir ağaçtan havalana- rak gözden kayboldu. Ağaçların içindeki şey Rose değildi demek. Fakat Clara bunun Rose’la bir ilgisi olduğu hissini içinden atamıyordu. Belki de ondan gelen gizemli bir mesajdı bu. Pencere önündeki nöbetine o gece başlamıştı. Annesi ak- şam yemeğinin hazır olduğunu söylemek için salona geldi- ğinde, Clara artık masada yemek yemeyeceğini söylemişti. Ayrıca okula da gitmeyecekti. Rose gelinceye kadar. Annesi durumu anlamadı. “Kediyi beslemek için pencerenin önünden ayrılabiliyor- sun ama kendi yemeğini yemek ve okula gitmek için ayrı- lamıyorsun, öyle mi?” diye sordu, ellerini başını bir arada tutar gibi yanaklarına bastırarak. Sesinin adeta umutsuz çıkması Clara’nın da neredey- se umutsuzluğa kapılmasına yol açmıştı çünkü bunu nasıl izah edeceğini bilemiyordu. Moses’ı besleyip onunla birlik- te zaman geçirmesi gerekiyordu çünkü Mrs. Orchard’a söz vermişti; geriye kalan zamanda da pencerede durması ge- rekiyordu yoksa Rose’u ya da Rose’dan gelecek mesajı ka- çırabilirdi. Mesajın ne şekilde geleceğini kim bilebilirdi ki? Clara ilk başlarda mesajın bir not ya da yalnızca kendisinin anlayacağı şekilde başka bir isimle gönderilen bir kartpostal olacağını düşünmüştü. Ama öyle bir şey olmayabilirdi. Rose geri gelmişse ve yakınlarda bir yerde saklanıyorsa, artık eve dönüp dönemeyeceğini anlamak için Clara’yla konuşmak isteyebilir ve Clara nöbet tutmazsa onu kaçırabilirdi. Fakat Rose’u ele vermeden bunu annesine nasıl anlatabilirdi ki? Annesi Komiser Barnes’ı arar, herkes bir kez daha ağaçlık alanı aramaya başlar, Rose da bu kez cidden kaçar ve bir daha geri gelmezdi.
“Rose’un eve dönmesini bekliyorum,” dedi sonunda, an- nesine bakmadan. “Canım benim,” dedi annesi. “Onu özlediğini biliyorum, babanla ben de özlüyoruz ama pencerede durmak onu geri getirmez ki. Lütfen gel de doğru düzgün bir yemek ye. Beni bir de bununla…” Annesinin sesi titremiş, kadıncağız göz- yaşlarına boğulmanın eşiğine gelmişti. Clara’nın vücudu na- sıl nefes alınacağını unutuverdi. Başı öyle bir döndü ki o an babası gelmese yere devrilebilirdi. “Sorun ne burada?” diye sordu babası, Rose gittiğinden beri kullandığı o anormal derecede normal ses tonuyla. Cla- ra ona bakamadı çünkü babasının yüzü de annesininki ka- dar çok ürkütüyordu onu. Ağlamaktan al al olmuş değildi; bilakis, tam oturmayan bir maske misali neşeli bir ifade sa- bitlenmişti yüzüne. Babası tartışmalara dayanamazdı. Elinde değildi, birile- ri tartışıyorsa durumu hemen düzeltmek zorundaydı. Her tartışmaya maydanoz olurdu (“maydanoz olmak” Rose’un …
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSonbaharın Sonu
- Sayfa Sayısı272
- YazarMary Lawson
- ISBN9786051982779
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Lupita Ütü Yapmayı Seviyordu ~ Laura Esquivel
Lupita Ütü Yapmayı Seviyordu
Laura Esquivel
Büyükannesi ayın ışığının güneşinki kadar güçlü olduğunu, ay ışığına çıkmadan önce önlem almak gerektiğini söylemişti ona. Toprağın karanlığından hayat fışkırdığını bilmek hoşuna gidiyordu. İnsan...
- On Kişiydiler (On Küçük Zenci) ~ Agatha Christie
On Kişiydiler (On Küçük Zenci)
Agatha Christie
Yıl 1939. Avrupa savaşın eşiğindedir. Her biri ürkütücü sırlar taşıyan on kişi, Devon kıyısında bulunan Asker Adası’ndaki ıssız bir malikâneye davet edilirler. Ancak malikâneye...
- Sofie’nin Dünyası – Felsefe Tarihi Üzerine Bir Roman ~ Jostein Gaarder
Sofie’nin Dünyası – Felsefe Tarihi Üzerine Bir Roman
Jostein Gaarder
15. yaş günpünü kutlamaya hazırlanan Sofie, posta kutusunda, “Kimsin sen?” yazılı bir kağıt bulur. Bu soruyu, diğer sorular ve günümüze kadar uzanan bir felsefe...