“Yaşamla ölüm arasında bir kütüphane var,” dedi. “Bu kütüphanedeki raflar sonsuza kadar gider. Her kitap yaşamış olabileceğin başka bir hayatı yaşama şansını sunar sana. Farklı seçimler yapmış olsan, şu an nasıl bir hayatın olacağını görürsün…Pişmanlıklarını telafi etme şansın olsaydı, bazı konularda farklı davranır mıydın?”
Nora Seed berbat halde. Kedisi öldü. İşinden kovuldu. Abisi onunla konuşmuyor. Kimsenin ona ihtiyacı yok. Art arda alınmış kötü kararların sonucunda bir kütüphanede buluyor kendini. Zamanın hiç akmadığı bir gece yarısı kütüphanesinde, sonsuz sayıda kitabın ortasında… Kitapların her birinde Nora’nın farklı bir hayatı yazılı. Başka kararlar verseydi yaşamış olabileceği hayatlar. Farklı kariyerler, farklı eşler, farklı arkadaşlar, farklı şehirler arasında gidip gelen Nora’nın aklı sorularla doluyor. Mutluluk sadece önemli sandığımız seçimlerde mi gizli? Yanlış giden her detayın sorumlusu gerçekten biz miyiz? Hayatı yaşanılır kılan ne? Yanlış bir karar insanın tüm hayatına mal olabilir mi?
İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Matt Haig; Nora’nın pişmanlıklara, ihtimallere ve yeniden seçme imkânına dair çıktığı bu yolculukta, ona eşlik edecek okurlara sürükleyici ve insanın en temel sorunlarını konu alan bir kurgu sunuyor.
“Değişmesini istediğimiz bir dünyada hep birlikte sıkışıp kalmışken, tam zamanında yazılmış bir modern çağ masalı, günümüzün Şahane Hayat’ı.”
Jodi Picoult
“Kitapların yaşamı değiştirme gücünü kutlayan, içtenlikle ve mizahla yazılmış, baştan çıkarıcı bir roman.”
Sunday Times
“Matt Haig sözcükleri konserve açacağı gibi kullanıyor. Konserve de biziz.”
Jeanette Winterson
“Şaşırtıcı ve çok güzel. Gece Yarısı Kütüphanesi’nde
Matt Haig gibi dâhi bir hikâye anlatıcısından
bekleyeceğiniz her şey var.”
joanna cannon
“Onun kitaplarının benim için ne kadar çok şey
ifade ettiğini anlatamam. Duygudaşlığın profesörü.”
jameela jamıl
“İkinci şansları ve pişmanlıklarla yaşamayı
anlatan bir öykü. Çok sürükleyici.”
Stylist
“Harika bir hikâye.”
zoe ball, bbc radıo 2
“Gece Yarısı Kütüphanesi’ni çok sevdim. Ölüm, ruh sağlığı,
varoluşçu felsefe gibi büyük, acı yüklü konuların damıtılarak
sıcacık, neşeli, eşsiz bir kitaba dönüştürülmüş hali.”
pandora sykes
“Yılın en çok konuşulan romanlarından biri.
İnsanın içini ısıtan ve yaşam sevinci veren bir kitap.”
GQ
“Kitapseverler için yazılmış bir kitap. Sihirli.”
O, The Oprah Magazine
Bütün sağlık çalışanlarına.
Bütün bakıcılara.
Teşekkürler.
Olmak istediğim her şeyi olmam, yaşamak istediğim bütün
hayatları yaşamam mümkün değil. İstediğim bütün yetenekleri
geliştirmem mümkün değil. İstememin nedeni ne peki? Hayatımda, olası bütün zihinsel ve fiziksel deneyimlerin her bir rengini, tonunu ve her çeşidini yaşamak istiyorum.
Sylvia Plath
“Yaşamla ölüm arasında bir kütüphane var,” dedi. “Bu kütüphanedeki raflar sonsuza kadar gider. Her kitap yaşamış olabileceğin başka bir hayatı yaşama şansını sunar sana. Farklı seçimler yapmış olsan, şu an nasıl bir hayatın olacağını görürsün…
Pişmanlıklarını telafi etme şansın olsaydı, bazı konularda farklı
davranır mıydın?”
Yağmura Dair Bir Sohbet
Nora Seed ölmeye karar verişinden on dokuz yıl önce, Bedford kasabasındaki Hazeldene Okulu’nun küçük ve sıcacık kütüphanesinde oturuyordu. Alçak bir masada oturmuş satranç tahtasına bakıyordu. “Nora’cığım, geleceğin için endişe etmen çok normal,” dedi Bayan Elm, gözlerinden ışıklar saçarak. Bayan Elm ilk hamlesini yaptı. Atlarından birini yan yana güzelce dizilmiş beyaz piyonların üzerinden aşırdı. “Sınavlar elbette ki seni kaygılandıracak. Fakat ne istersen olabilirsin, Nora. Bütün olasılıkları düşünsene bir. Ne kadar heyecanlı.” “Evet. Öyle galiba.” “Önünde koca bir hayat var.” “Koca bir hayat.” “İstediğini yapabilir, istediğin yerde yaşayabilirsin. Burası kadar soğuk ve rutubetli olmayan yerler de var.” Nora piyonlarından birini iki kare ilerletti. Nora’nın Bayan Elm’i, ona düzeltilmesi gereken bir hata gibi davranan annesiyle kıyaslamaması mümkün değildi. Mesela, Nora bebekken annesi sol kulağının sağ kulağından daha kalkık olmasını o kadar dert etmişti ki sorunu seloteyp yardımıyla çözüp kulaklarını yün başlığın altına gizlemeyi âdet edinmişti. “Soğuktan ve rutubetten nefret ederim de,” dedi Bayan Elm, sözünü vurgulamak için.
Ağarmış saçlarını kısacık kestiren Bayan Elm’in, kaplumbağa yeşili boğazlı kazağının üzerinde solgun görünen, nazik, hafiften kırışmış oval bir yüzü vardı. Oldukça yaşlıydı. Ama aynı zamanda bütün okulda Nora’yla aynı dalga boyunda olduğu söylenebilecek tek kişiydi ve Nora yağmursuz günlerde bile öğleden sonraki teneffüsleri o küçük kütüphanede geçirirdi.
“Soğuk olan her yer rutubetli olmak zorunda değil,” dedi Nora. “Antarktika dünyadaki en kuru kıta. Aslında çöl sayılır.” “Evet, tam sana göre bir yere benziyor.” “Benim için yeterince uzak değil.” “Belki de astronot olmalısın. Galakside seyahat etmelisin.” Nora gülümsedi. “Başka gezegenlerde daha da beter yağmurlar var.” “Bedfordshire’dan bile kötü mü?” “Venüs’te sırf asit yağmuru var.” Bayan Elm kolundan kâğıt mendil çıkarıp zarif bir hareketle burnunu sümkürdü. “Gördün mü, bak? Böyle bir beyinle her istediğini yapabilirsin.” Nora’nın ondan birkaç sınıf küçük olduğunu bildiği sarışın bir çocuk yağmur benekli pencerenin önünden koşarak geçti. Ya birinin peşindeydi ya da birinden kaçıyordu. Nora abisi gittiğinden beri dışarıda kendini biraz savunmasız hissediyordu. Kütüphane dışarıdan kaçıp uygarlığa sığındığı bir yer gibiydi. “Babam her şeyi çöpe attığımı söylüyor. Yüzmeyi bıraktığım için.” “Eh, bunu söylemek bana düşmez ama hayatta çok çok hızlı yüzmekten başka şeyler de var. Önünde uzanan birçok olası hayat var. Geçen hafta dediğim gibi, buzul bilimci olabilirsin. Biraz araştırdım da—” Tam o anda telefon çaldı. “Bir saniye,” dedi Bayan Elm usulca. “Baksam iyi olacak.” Derken Nora kendini telefonda konuşan Bayan Elm’i izlerken buldu. “Evet. Şu an burada.” Kütüphanecinin yüzü yaşadığı şokla sarsıldı. Bayan Elm, Nora’ya sırtını döndü ama sessiz salonda söylediği her şey duyuluyordu: “Ah, hayır. Olamaz. Aman Tanrım. Elbette…”
On Dokuz Yıl Sonra
Kapıdaki Adam
Nora Seed ölmeye karar verişinden yirmi yedi saat önce eski püskü kanepesinde oturmuş, başkalarının mutlu hayatlarını parmağıyla kaydıra kaydıra bir şeyler olmasını bekliyordu. Derken, ansızın, cidden de bir şey oldu. Garip ve alışılmadık bir durum olsa da, biri kapının zilini çaldı. Bir an hiç bakmamayı düşündü. Sonuçta saat daha dokuz olduğu halde yatak kıyafetini giymişti çoktan. Ekose pijama altının üstüne giydiği bosbol ECO WORRIER tişörtünün fazlasıyla farkındaydı. Azıcık daha medeni bir insan gibi görünebilmek için terliklerini giyen Nora kapıyı açtığında bir adamla, üstelik tanıdığı bir adamla karşılaştı. Uzun boylu, leylek gibi ve çocuksu, mülayim yüzlü ama bir şeylerin ötesini görebiliyormuş gibi keskin ve berrak bakışları olan bir adam. Onu üzerinde spor giysileriyle ve yağmurlu, soğuk havaya rağmen nefes nefese ve terli bir halde görmek biraz şaşırtıcı olsa da güzeldi. Aralarındaki bu tezat görünüm yüzünden, Nora kendini az öncekinden daha da pasaklı hissetti. Ama kendini yalnız hissediyordu. Nora yalnızlığın, temelinde anlamsızlık yatan bir evrende insan olarak var olmanın ayrılmaz bir parçası olduğunu bilecek kadar varoluşçu felsefeye hâkimdi ama onu gördüğüne sevinmişti. “Ash,” dedi Nora gülümseyerek. “Ash’ti, değil mi?” “Evet. Ash.” “Burada ne işin var? Seni gördüğüme sevindim.”
Nora birkaç hafta önce evde oturmuş elektrikli piyanosunu çalarken, koşarak Bancroft Bulvarı’ndan geçen Ash 33A’nın penceresinden onu görüp şöyle bir el sallamıştı. Bir seferinde –yıllar önce– Nora’ya birlikte kahve içmeyi teklif etmişti. Belki şimdi yine ederdi. “Ben de seni gördüğüme sevindim,” dedi Ash ama alnındaki gerginlik, sözünü yalanlıyordu. Ash’in dükkânda konuştukları zamanlarda hep soğuk olan sesi, bu kez ağır bir yük taşır gibiydi. Ash alnını kaşıdı. Ağzından çıkan sesi tam bir sözcüğe dönüştürmeyi beceremedi. “Koşuya mı çıktın?” Ne saçma bir soru. Ash’in koşuya çıktığı çok belliydi. Fakat havadan sudan bir şey söylemiş olmak Nora’yı bir an için rahatlatmıştı. “Evet. Bedford Yarı Maratonu’na katılacağım da. Bu pazar.” “Ah, doğru. Süper. O yarı maratona katılmayı ben de düşündüm ama sonra koşmaktan nefret ettiğimi hatırladım.” Ağzından çıkarken pek komik olmayan bu söz, düşünürken çok komik gelmişti Nora’ya. Aslında koşmaktan nefret ettiği falan yoktu. Ama Ash’in ciddi yüz ifadesi onu tedirgin ediyordu. Sessizliği çekingenliğin ötesinde bir yere doğru gidiyordu. “Bana kedin olduğunu söylemiştin,” dedi Ash sonunda. “Evet. Var.” “Adını hatırladım. Voltaire. Sarman kediydi, değil mi?” “Evet. Ona Volts derim. Voltaire’i biraz abartılı buluyor. On sekizinci yüzyıl Fransız felsefesi ve edebiyatına âşık bir kedi sayılmaz pek. Gayet gerçekçi bir tip. Yani hani… Bir kediye göre.” Ash başını eğip terliklerine baktı. “Maalesef ölmüş sanırım.” “Ne?” “Yol kenarında hiç kıpırdamadan yatıyor. Adını tasmasından okudum, araba çarpmış galiba. Çok üzgünüm, Nora.”
Nora anında değişen duygularından öyle ürkmüştü ki tebessümü, az önce içinde yaşadığı dünyada, Volts’un hayatta olduğu ve gitar için yazılmış notalar sattığı adamın kapıyı başka bir nedenle çalmış olabileceği dünyada kalmasını sağlayabilirmiş gibi gülümsemeyi sürdürdü. Hatırladığı kadarıyla, Ash cerrahtı. Veteriner değil, genel insan cerrahı. O bir şeyin öldüğünü söylüyorsa, büyük ihtimalle cidden ölmüş demekti. “Çok üzgünüm.” Nora tanıdık bir acı hissediyordu. Ağlamamasının tek nedeni kullandığı sertralinli ilaçtı. “Tanrım.” Nora zar zor nefes alarak Bancroft Bulvarı’nın çatlaklarla kaplı parke taşlarında ilerleyip kaldırım kenarındaki yağmur cilalı asfaltın üstünde yatan sarı tüylü zavallı yaratığı gördü. Volts’un başı kaldırımın kenarına dayanmış, bacakları hayalindeki bir kuşu kovalarken öylece kalmış gibi arkaya doğru uzanmıştı. “Ah, Volts. Olamaz. Aman Tanrım.” Nora kedi dostu için acılı ve yaslı olması gerektiğini biliyordu –öyleydi de– ama içinde başka bir duygu daha olduğunu fark etti. Voltaire’in o dingin ve huzurlu –acıdan tamamen yoksun– haline bakarken, karanlıkta belirmeye başlayan ve kaçışı olmayan başka bir his daha vardı içinde. Kıskançlık.
Tel Teorisi
Nora küçükken babası yüzme havuzunun kenarında durur, dişlerini sıkar, gözleri elindeki kronometre ile kendi rekorunu kırmayı deneyen kızı arasında gidip gelirdi. Öğleden sonra çalışacağı Tel Teorisi’ne nefes nefese ve gecikmeli olarak girerken, müthiş bir çabanın ardından sıkça karşılaştığı ve artık geçmişte kalmış o yargılayan bakışlar vardı aklında. “Özür dilerim,” dedi Neil’a, ofis dedikleri o dağınık, küçücük, penceresiz kutunun içinde. “Kedim öldü. Dün gece. Onu ben gömdüm. Yani yardım eden biri de vardı. Ama sonradan evde yalnız kaldım ve uyuyamadım, alarmı kurmayı unutup öğleye kadar uyumuşum, kalkar kalkmaz da buraya geldim işte.” Bunların hepsi doğruydu ve Nora dış görünümünün –makyajsız yüzünün, gevşek bir at kuyruğu yapıverdiği saçının, bütün hafta işte giydiği ve genel bir yorgunlukla umutsuzluğu yansıtan fitilli kadifeden salopet elbisesinin– sözlerini desteklediğini düşünüyordu. Neil bilgisayarından başını kaldırıp arkasına yaslandı. Ellerini birleştirip işaretparmaklarını havaya dikerek müzik aletleri sattığı dükkânında işe geç kalan çalışanıyla muhatap olan bir patron gibi değil, derin felsefi sorunları düşünen Konfüçyüs gibi çenesine dayadı. Arkasındaki duvarda sağ üst köşesi kopup bir köpek yavrusunun kulağı gibi aşağı sarkmış dev bir Fletwood Mac posteri vardı. “Bak, Nora, seni severim.” Neil’dan zarar gelmezdi. Kötü espriler patlatmaktan ve dükkânda orta karar Dylan yorumları çalmaktan hoşlanan ellili yaşlarda bir gitar tutkunuydu. “Psikolojik sorunların olduğunu da biliyorum.”
“Herkesin psikolojik sorunları vardır.” “Ne demek istediğimi biliyorsun.” “Genel olarak çok daha iyi hissediyorum kendimi,” diye yalan söyledi Nora. “Majör depresyon değil. Doktor durumsal depresyon olduğunu söyledi. Yalnızca… yeni yeni durumlar ortaya çıkıp duruyor. Ama bu yüzden bir kez bile izin almadım. Bir tek annemin… Evet. Bir tek o zaman almıştım.” Neil içini çekti. Çekerken burnundan ıslığa benzer bir ses çıktı. İyiye yorulamayacak bir si bemol. “Ne zamandır burada çalışıyorsun, Nora?” “On iki yıl …” Nora bunu iyi biliyordu. “On bir ay ve üç gün. Aralıklarla.” “Uzun bir zaman. Bence sen daha iyi işler için yaratılmışsın. Kırkına merdiven dayadın artık.” “Otuz beş yaşındayım.” “Birçok yeteneğin var. Piyano dersi veriyorsun…” “Bir kişiye.” Neil kazağındaki bir kırıntıyı silkti. “Kendini doğduğun yerdeki bir dükkânda çalışırken mi hayal etmiştin? Ne bileyim, mesela on dört yaşındayken? Ne olmayı hayal ediyordun?” “On dört yaşında mı? Yüzücü.” Nora on dört yaşındayken kurbağalamada ülke birincisi, serbest yüzmede ülke ikincisiydi. Ulusal Yüzme Şampiyonası’nda podyuma çıktığını hatırlıyordu. “Neden olmadı?” Nora özet geçiverdi. “Üstümde çok baskı vardı.” “Bizi yaratan şey baskıdır ama. İlk başta kömürsündür, basınç sayesinde elmas olursun.” Nora, Neil’ın elmas hakkındaki yanlışını düzeltmedi. Kömürün de, elmasın da karbon olduğunu ama kömürün hiçbir basınç altında elmasa dönüşemeyecek kadar katışıklı bir karbon olduğunu söylemedi. Bilimsel olarak, kömürseniz kömür kalırdınız. Belki de hayattan alınması gereken esas ders buydu.
Nora at kuyruğundan kurtulmuş kömür karası saçlarından bir tutamı yerine oturttu. “Ne demeye çalışıyorsun, Neil?” “Hayallerinin peşinden gitmek için hiçbir zaman geç değildir.” “Yüzücülük hayali için artık çok geç olduğu ortada.” “Sen gayet nitelikli birisin, Nora. Felsefe okudun…” Nora gözlerini sol elindeki minik bene dikmişti. Bu hayatı, o benle birlikte yaşamışlardı. Ben hiçbir şeyi umursamadan, orada öylece durmuştu. Ben olmaya devam etmişti. “Açıkçası, Bedford’da felsefe mezunlarını kapıştıkları pek söylenemez, Neil.” “Üniversiteye gittin, bir yıl Londra’da kaldın, sonra geri döndün.” “Fazla bir seçim şansım yoktu.” Nora annesinin ölümünden söz etmek istemiyordu. Hatta Dan’den de söz etmek istemiyordu. Çünkü Neil’a sorarsanız, Nora’nın düğünden iki gün önce evlenmekten vazgeçmesi, Kurt’le Courtney’ninkinden sonra en müthiş aşk hikâyesiydi. “Herkesin seçim şansı vardır, Nora. Özgür irade diye bir şey var.” “Determinizme inanıyorsan, yok.” “Peki neden burası?” “Ya burası olacaktı ya da Hayvan Kurtarma Merkezi. Buranın parası daha iyiydi. Bir de, biliyorsun işte, müzik yüzünden.” “Grup kurmuştunuz. Abinle birlikte.” “Evet. Labirentler. Parlak bir geleceğimiz olduğu söylenemezdi.” “Abin öyle demiyor ama.” Bu söz Nora’yı şaşırttı. “Joe mu? Sen onu nereden—” “Buradan amfi satın aldı. Marshall DSL40.” “Ne zaman?” “Cuma günü.” “Bedford’a mı gelmiş?” “Hologramını kullanmadıysa. Tupac gibi.”
Nora, abisinin Ravi’yi görmek için gelmiş olabileceğini düşündü. Ravi onun en iyi arkadaşıydı. Joe gitaristlikten vazgeçip bir bilişim şirketindeki nefret ettiği işinde çalışmak için Londra’ya gitmiş, Ravi Bedford’da kalmıştı. Şimdilerde kasabadaki pub’larda başkalarının şarkılarını çalan Mezbaha Dört diye bir grupta çalıyordu. “Anladım. Enteresan.” Cumaları çalışmadığını abisinin de gayet iyi bildiğinden emindi Nora. Bu gerçek içini dağladı. “Burada mutluyum.” “Değilsin.” Neil haklıydı. Umutsuzluğu Nora’yı içten içe çürüten bir hastalık gibiydi. Zihni sürekli kusma halindeydi. Nora yüzüne daha da geniş bir tebessüm oturttu. “Yani işimi seviyorum demek istedim. Mutlu değil de, memnunum diyelim. Bu işe ihtiyacım var, Neil.” “İyi birisin sen. Dünyanın hali seni üzüyor. Evsizler, çevre.” “Çalışmam lazım.” Neil tekrar Konfüçyüs pozunu aldı. “Senin özgür olman lazım.” “Özgür olmak istemiyorum.” “Burası kâr amacı gütmeyen bir kuruluş değil. Hızla o yöne doğru gittiği söylenebilirse de.” “Bak, Neil, geçen hafta söylediğim şey yüzündense? Hani burayı biraz modernleştirmek gerektiğine dair? Gençleri nasıl çekebileceğimize dair bazı fikirlerim—” “Hayır,” dedi Neil, hemen savunmaya geçerek. “Burayı sırf gitar dükkânı olarak açmıştım. Tel Teorisi, anladın? Sonradan çeşitlendirdim. İşi devam ettirebilmek için. Ama bu zor zamanlarda, yağmurlu hafta sonuna benzeyen suratınla müşteri kaçırman için üste para veremeyeceğim.” “Ne?” “Maalesef, Nora…” Neil bir an, baltayı havaya kaldırmaya yetecek kadar bir süre durakladı. “Sana yol vermek zorundayım.
Yaşamak Acı Çekmektir
Nora yaşamak için bir neden bulmaya çalışarak Bedford’da dolaşırken, gökyüzünü kaplayan is rengi yoğun bulutlar zihninin durumunu yansıtır gibiydi. Kasaba umutsuzca dönen bir taşıma bandı gibiydi. Babasının bir zamanlar havuzu boydan boya yüzüşünü izlediği o spor merkezinin taş sıvalı dış cephesi, Dan’e fajita ısmarladığı Meksika lokantası, annesinin tedavi gördüğü hastane.
Dan dün mesaj atmıştı. Nora, sesini özledim. Konuşabilir miyiz? D x Nora manyak gibi yoğun olduğunu söylemişti (ahahaha). Başka bir şey yazması imkânsızdı. Artık ona karşı hiçbir şey hissetmediği için değil, hissettiği için. Onu incitmeyi göze alamazdı. Hayatını mahvetmişti. Hayatım tam bir kaos, demişti Dan sarhoşken attığı mesajlarda, Nora’nın düğünlerini iki gün kala iptal edişinden kısa bir süre sonra. Evren kaostan ve entropiden besleniyordu. Temel termodinamik. Belki varoluşun temelinde de bu vardı. Önce işini kaybedersin, sonra arkası gelir. Rüzgâr ağaçların arasından fısıldıyordu. Yağmur başladı. Nora içinde her şeyin daha da kötüye gideceğine dair derin –ve doğru çıkacak– bir hisle, sığınacağı gazete bayisine yürümeye başladı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGece Yarısı Kütüphanesi
- Sayfa Sayısı296
- YazarMatt Haig
- ISBN9786051981833
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Loudun Şeytanları ~ Aldous Huxley
Loudun Şeytanları
Aldous Huxley
Hem edebiyata hem de felsefeye büyük katkılar sağlayan, başta Cesur Yeni Dünya, Algı Kapıları ve Ada olmak üzere yazdığı elli kadar kitapla yalnızca çağını...
- Uygun Bir Eş ~ Stephanie Laurens
Uygun Bir Eş
Stephanie Laurens
Aşktan ne kadar kaçabilirsiniz ? Ruthven Lordu Philip, aşkın pençesine düşmek için dayanılmaz bir istek duyuyordu. Tam bu sırada, Philip’in çocukluğundan beri tanıdığı ve...
- Üç Öykü ~ Gustave Flaubert
Üç Öykü
Gustave Flaubert
Üç Öykü, Gustave Flaubert’in yalnızlık, şüphe, aşk temalarına odaklandığı “Saf Bir Yürek”, “Konuksever Aziz Julien Söylencesi” ve “Herodias” adlı öykülerinden oluşuyor. Daha ilk yayımlandığında...