“Savrulduk gittik göçmen kuşlar gibi yitik cennetimizden. Uçup gitmeyi kendimiz istememiş miydik? Herhangi bir yere tutunabilecek ayakları olmayan, ölene dek uçmak zorundaki masal kuşları gibi hissediyorduk kendimizi. Sonumuzu aramak için döndük geri…”
Aşk da tarih gibidir, hem derin, hem sancılı; çoğu zaman çatışmalar, çoğu zaman ihanetler, çoğu zaman yalanlarla dolu. Evet, aşk da tarih gibi bir muammadır. Hakikat sandığımız anda hayale dönüşen bir muamma. Mehmet Coral, tarihle harmanladığı öyküleriyle edebi bir gezintiye çıkarıyor bizi. Hele, “Karşıyaka’dan Denize Akar Zaman”, yazarın özyurduna yakılmış bir ağıt gibi sanki. Bu heyecanlı ve hüzünlü gezinin dışında kalmayın derim.
Ahmet Ümit
Türk edebiyatının büyük yazarları arasına adını altın harflerle yazdırmış olan Mehmet Coral, Yeniköy’ün Çınarları ile okurunu bir kez daha kendine hayran bırakıyor. Tarihe tanıklık eden belge niteliğindeki satırları, edebi ifade kudreti ve insan ruhunun en derin, en karanlık noktalarına ışık tutan analiz gücüyle, zihni sorularla dolu olan bireylere cevapların yolunu gösteren ayna oluyor.
Akdeniz’le, İstanbul’la ve evrensel hümanizmayla beslenen velud bir kaynak, üretmeye ve susuzluğu gidermeye devam ediyor.
Cihat Levent
İçindekiler
Yeniköy’ün Çınarları………………………………………………13
Karşıyaka’dan Denize Akardı Zaman………………………35
147. Basamak ………………………………………………………..49
Cennet Meyvesi……………………………………………………..57
Başlangıç ve Son Aynı Yerde Birleşir ………………………63
Ateşle Yıkanırdı Çanakkale Semaları ……………………..69
Wadi al-Far’a Katliamı…………………………………………..93
O Mavro Kavalaris……………………………………………….101
Hayattan Öteye, Işıkların İçine …………………………….115
Nefes …………………………………………………………………..121
Yaradan’a Mektup………………………………………………..125
20’li Yıllarıma Selam Olsun ………………………………….133
Tanrı’ya Kaçmak………………………………………………….139
Kışları garip bir solgunluk hâkimdir Yeniköy’ün ışıklarına. Hava ile toprak bahara uzak kalmanın huzursuz titreşimleri içindedir. Her sabah güneş, kendi gündüzünden gözü yılmış bir ürperti içinde doğar. Ama insanlar yine de hayata sarılırlar, eskisi gibi sevinirler, içlerindeki istekler, korkular, sevinçler yine kabarıp tortop olur, yaşama ümitsizliğini görmezden gelir, hayatı bir gün daha eksiltmenin sarmalına girerler. İlk gençlik yıllarımın aklımda kalan en renkli lekesiydi o. Gülfidan Hanım… Mahalleli ona kısaca Gül Hanım derdi. Alt perdeden, saraylı bir aileye mensup olduğu fısıldanırdı. Adı dillere destan bestekâr Dilhayat Kalfa’nın soyundan gelmeymiş. Annesi Hüsnigül Hanım’ın hayatı, 31 Mart Vakası’ndan sonra değişmiş. Abdülhamid sürgüne gönderildikten sonra dağıtılan haremden o da nasibini almış; ama çok akıllı ve becerikli bir kadınmış. Saraydan azat edildiğinde çıkınında bu zamana kadar hayatı boyunca biriktirdiği altın ve mücevheratı belli etmeden çıkarabilmiş. Bu sayede hayatını yeniden kurabilmiş.
Yeniköy’e yerleşmiş. Çerkez asıllıymış. Güzelliğiyle nam salmış. Gülfidan Hanım onun, İstiklal Savaşı gazisi Miralay Burhan Bey’den olan tek kızıymış. İç kulağımda biriken bölük pörçük fısıltı kalıntıları bu kadar. Ben onu tanıdığımda mahalle komşumuzdu. Panagia Komariotissa Kilisesi’nin arkasında, köşk gibi, heybetli bahçesi olan bir evde otururdu. Rum komşusu Anastasia ona “Gul Hanimu” derdi. O da her seferinde kibarca, “Gül, Kirya Anastasia, Gül” diye düzeltirdi. Bu yüzden ben de ona “Gülgül Teyze” derdim. Yağmur sonrasının o büyülü zamanlarına uzanır hep anılarım. Ulu çınarların gövdesinden yayılan o gizemli koku, köklerindeki toprakla bütünleştiğinde havaya yayılan o tanımsız rayiha… Sonra o ışık… Tanrım… Gökkuşağının çınarlı yol üzerinden salkım saçak akması… Yedi rengin, o kısacık soluklarıyla, buğular içinde büklümlenmesi… Çınar yapraklarının arasından oylumlu çavlanlar gibi insanın üzerine dökülmesi… Ömre bedel o prizmatik ışık şöleni… Sonra her şeyin yeniden alışılmış düzene dönüşü… Korudan gelen toprak ve çam kokusu Yeniköy vadisinin üzerini bir bulut gibi kapladığında, insan sonrasızlığın eşiğinde durur. Anı kabarcıklarımın arasına hep o koku yayılır. İmgeler ve insanlar o gökkuşağının altından geçerek eflatun bir kurdele gibi dizelenir gözlerimin önünde.
1960’ların başlarındaydık. Kolejde yatılı okuyordum. Yılbaşında ve ilkbaharda iki sömestrimiz vardı. Bir de uzun yaz tatili. Özellikle ikinci sömestr çok severdim. Annemler beni özlemiş olurdu, ama evde durmayı hiç sevmezdim. Kendimi hemen dışarı atar, her yöne yalpa vururdum. Çarşıda, eski hamamın çevresinde dolanır, iskelede Beykoz motorlarını seyreder, anneannemin, “Her türlü muzırı yiyor, zıkkımın kökünü de ye bari!” diye azarlamalarına hiç aldırış etmez, kokoreç, midye dolma, açkı börekleri götürürdüm. Avusturya Konsolosluğu’nun karşısındaki uyduruk dalyandan kıyıya dökülen her türlü balığı teneke üzerinde kızartır, harçlığım neye yeterse yer, içine leblebi doldurduğum gazozları içerdim. Delikanlılığa henüz girdiğim yıllardı. Düşlerimde çeşitli fanteziler kurar, gördüğüm bütün kadınlarla hayali aşklar yaşardım. Bahar güneşi kemiklerimi ısıtırken Yeniköy Koru’sundan dalga dalga süzülen o uçarı rüzgâr, kadınların müslin, tafta, ipek giysileri arasına arsızca sokulur, kol aralıklarından girerek göğüslerini okşar, oradan aşağılara iner, şehvetle bacaklarını örten eteklerini uçuştururdu. Eski fırından aldığı taze simitleri iskelede satan emekli öğretmen Fethi Bey de bu emsalsiz şölenle gözlerini tatlandırır ve hep aynı nakaratı tekrarlardı: “Ey yabancı; eğer doğanın gülümsediği / Ve her çınarın arkasında bir gül kadar güzel / Genç kızların gizlendiği bir köy görürsen / Orada dur, Nihori’ye ulaştın demektir.” Sonraları bu dizelerin Kavafis’e ait olduğunu öğrenmiştim. Hey gidi hey! Toprağın bol olsun Fethi Bey! Ama artık başa dönmeliyim. O güzel yılların en güzel rengine; dünyanın öbür ucundan kalkıp onu bir kez daha görebilmek için geldiğim çocukluk ve gençliğimin düşler ülkesi Yeniköylü Gülfidan Hanım’a. Ya da o yıllarda ona hitap ettiğim biçimiyle, Gülgül Teyze’ye…
“Yüzyılların yaşını içlerinde barındıran mağrur çınarların tören kıtası gibi iki yana dizildiği yollarda pür ahenk gezinmek, o güzelim bahçelerin içine kurulmuş sofralarda kadeh şıngırtılarına karışan şen şakrak kahkahaları duymak, gecenin geç saatlerine kadar sevdiğinin kolunda dolaşmak ömre bedeldi.” Böyle başladıydı geçmiş zamanları anlatmaya. Eski evi, aradan geçen yirmi üç yılda daha da eskimişti. Yer yer duvar sıvaları dökülmüş, aralarında nemli yosuncuklar oluşmuştu. Kapı önünden sokağa doğru uzanan doğal taş kaplama yolun da derzlerini pıtraklı otlar bürümüştü. Zaman bile eskimişti, Gülfidan Hanım’ın etrafında. Kapıyı uzun süre çalmama rağmen açılmamıştı. Eski tip, el biçimindeki metal tokmağa son dokunuşumda usulca açıldı kapı. Zaman, üzerinde kurumuştu emsalsiz güzellikteki bu zarif kadının. Bedenindeki bütün su çekilmiş, derisi kemiklerine yapışmıştı. Göz çukurlarında derin morumsu halkalar vardı. Feri gitmiş gözlerinde bir tek o zümrüt yeşili ışıltı hâlâ duruyordu. Bana uzun süre bakmış, sonunda kim olduğumu çıkartmıştı. En nihayet büyük bir hayrete kapılmış gibi buruşuk avuçlarını ağzına siper ederek, “Çınar! Sen misin bu koca adam?” diyebilmişti. İkimizin de gözleri dolmuştu. Hemen onun elini tutmuş, öperek başıma koyduktan sonra boynuna sarılmıştım. Kupkuru bedeni iri kollarımın arasında bir yavru kedi gibi titriyordu. Uzun süre saçlarımı okşadı. Boynumu, yanaklarımı kokladı. Ağlar gibi hıçkırıyordu, ama ağlayamıyordu. Gözlerinde yaş kalmamıştı. Usulca içeriye çekti beni. Loş salona ağır bir koku yayılmıştı. Koltuklar toz içindeydi. Tavanla duvar arasında örümcek ağları oluşmuş, pencerelerde buğu ve toz karışımından sarımsı hareler oluşmuştu.
Koltuktan aldığı eski bir yastıkla bir başka koltuğun tozunu aldı. Bana yer gösterdi. “Otur şöyle evladım, ben sana bir kahve yapayım.” Ona müdahale edemeden kalkıp mutfağa gitti. Oturduğum yerden onu izlemeye başladım. Eski tip ocağı açtı. Ezik kibrit kutusundan zorlukla bir çöp çıkardı. Rutubetli eczasına uzun süre sürttü. Sonunda kibrit ateş alabildi. Ocağın mavi alevini kısıp bakır cezveyi titrek hareketlerle üzerine yerleştirdi. Bekledi. Kahve köpürdüğünde söndürdü. Ocaktan fincanı alana kadar kahvenin yarısı tezgâha döküldü. Bir bezle sildi. Sonra büyük bir dikkatle cezvede kalan kahveyi fincana doldurdu. Salona gelirken aksıyordu. Bütün dikkatini küçük tabağının içinde tıkırtılarla titreşen fincana vermişti. Hemen kalkıp elinden aldım. Bir yandan da koluna girip koltukta yanıma oturmasına yardım ettim. Nefes nefese kalmıştı. Ellerini kalbine dayayıp bir süre durdu. Sonra sehpanın üzerindeki kolonya şişesine uzandı. Pompei… Mavi etiketin üzerine motiflenmiş antik kentli şişeyi tanımıştım. Eminim yirmi beş yıl önceki çocukluk dönemimden kalma o nadir İtalyan kolonyasıydı. Onunla birlikte yaşlanmış, dibinde hâlâ yarım parmak kadar kalmıştı. Şişenin kapağını açıp burnuna dayadı. Uzun süre kokladı. Sonra bana uzatıp avucuma bir damla damlattı. Burnuma çektim. Evet yanılmamıştım. O güzel portakal çiçeği kokusunu hatırlıyordum. “Gülgül Teyze, oynarken elimi burktum; kolonyayla ovalarsan belki geçer.” Mahalle arkadaşlarımla dur durak bilmeden, çelik çomak, meşe, tüh tüh oynar, kan ter içinde kalırdık. Bir keresinde düşmüş, dizimi kanatmıştım. Küçük yarama o güzel kokulu kolonyasıyla pansuman yapmış, gazlı bezle sarmıştı. Kokusu öyle hoştu ki, gece yattığımda bacağımdan çıkartmış, burnuma dayayarak uyumuştum. Onun teninden de zarif bukleler halinde hep bu koku yayılırdı zaten.
“Seni yaramaz! Herkesten sakındığım nadir kolonyamdan çalmak için bin bir fırıldak çevirirdin!” Gülüyordu. Aklımdan geçenleri anlamıştı. Sehpanın üzerinde duran şişeye bakarken gözleri buğulanmıştı. “Zaman saati gibi… Ömrü benimle birlikte azalıyor. Kalan kısmını düğün gecemde kullanacağım.” Hayallerinde neler dolaşıyordu acaba? Bir süre konuşmadan yan yana oturduk. Usta bir sanatçının son çekiç darbesinden sonra ortaya çıkmış yontusu gibi görünüyordu bana. Kendimi biraz zorlayarak ona aradan geçen zamanda neler yaptığını sorma cesaretini buldum. Hüzün kırışıklıklarının birkaç yerde topaklaştığı bir gülümseme yayılmıştı yüzüne. Sonra hafifçe omzunu silkmiş, ellerini birbirine kavuşturmuştu. “Aya Yorgi’nin bahçesinde bir ulu çınar vardır, seninle adaş; ona benzetirim hayatımı. Geniş gövdesi iki insan boyu üzerinden ikiye ayrılır. Biri tek başına yükselir, diğeri yine ikiye ayrılır. Altında Despina Vegleris yatar” dedi. Matlaşmış gözlerinin derinliklerinde saklı kalmış o gizemli zümrüt yine ışıldamıştı. “O ikincisi gibi yaşamak istemiştim. Gönlümü çalacak bir hayat arkadaşıyla birleşip aile kurmak, güzel çocuklarla çoğalmak…” Omuzlarını boynuna doğru kıstı. Küçücük varlığını daha da küçültmek ister gibiydi. “Olmadı. İçimde bir o tek ben ve bir de arzuladığım ikilenmiş ben birlikte yaşadı, ama hayatım yalnızlığı seçti.” Sustu. Gözlerini yine pencerenin sararmış camındaki belirsiz bir lekeye dikti. Öylece kaldı. Kahvemden bir yudum daha içtim. Uzandım. Titrek ellerini avuçlarımın içinde aldım. Mor damarlarının arasından nabzı çekiç gibi vuruyordu. Heyecanlanmıştı. Hafifçe okşadım onları.
“Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın ailemle birlikte aklımda kalan en hoş resmisiniz siz. Bana hayatınızı, bilmediklerimi, sevdalarınızı, üzüntü, sevinç ve yeislerinizi anlatmak ister misiniz?” Parmaklarını birbirlerinin içine geçirip kollarını öne doğru gerdi. “Bunun bize ne faydası olacak ki, oğlum?” dedi. Çenesinde küçük bir hıçkırığın belirsiz seğirmesi oluştu. “Bilmem” dedim. “Belki hayatımı giderek zorlaştıran eskiye dayalı duygularımın çözümüne yardımcı olursunuz. Belki sizin için de bir yenilenme ya da ne bileyim, bir hesaplaşma olur.” Kullandığım son sözcük etkisini göstermişti. İçini çekerek, “Hesaplaşma!” dedi. “Bak bu, eğer cesaret edebilirsem…” Ciğerlerine derin bir nefes çekti, bir süre içinde tuttu, sonra boşalttı, “İlginç olabilir.” Farklı bir şeyler söylemek istediği belliydi, ama iki sıradan sözcükle sınırlamayı yeğlemişti kendini. Kenetlediği ellerini uzun eteğinin üzerinden bacaklarının arasına yerleştirdi. “Bende artık gençliğimin tatmin bulmamış arzu ya da kırılmış gurur yaralarını deşecek hal kalmadı evlat.” Dönüp ilk kez görüyormuş gibi bana baktı. Konuşmaya pek istekli değil gibiydi. Suskunluğum yüzünden benden beklediği yanıtı alamayınca, isteksizce başını çevirip devam etti. “Yaşam suyu içimden çekildi. Hayatımın kışını yaşıyorum. Bir başka bahar göremeyeceğimi biliyorum. Yaşlı bir kumru gibi guruldayarak geçiyor günlerim. Giysilerim çok çabuk kirleniyor. Düğün gecemden önce gülsuyuyla yıkanan akça bedenim artık ölüm kokuyor. Bu koku giydiklerime, oturduğum yattığım yerlere, evimin her yanına siniyor. Bu yüzden toprağı çok seviyorum. Meyvenin özü olan çekirdeğini taşıması gibi, ölümü içimde taşıyorum.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıYeniköy'ün Çınarları
- Sayfa Sayısı144
- YazarMehmet Coral
- ISBN9786050970333
- Boyutlar, Kapak13.6 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Uzaylı Komşu ~ İclal Dikici
Uzaylı Komşu
İclal Dikici
Espritüel kişiliğini yazınına yansıtmayı başaran İclal Dikici’nin, Tudem Edebiyat Birincilik Ödülü’ne değer görülen öykü kitabı “Bayan Pimpirik”, gözden geçirilmiş metni, yeni kapak tasarımı ve Uzaylı...
- Ateşnefes ~ Ahmet Naim
Ateşnefes
Ahmet Naim
Ateşnefes, edebiyatımızın önemli bir yazarını, bugün çoğu okurun tanımadığı usta bir öykücüyü yeniden gündeme getirmeyi amaçlayan bir derleme. Ahmet Naim, Zonguldaklıların deyimiyle “Kanca Ahmet”,...
- Evdeki Hesaplar ~ Memduh Şevket Esendal
Evdeki Hesaplar
Memduh Şevket Esendal
Evdeki Hesaplar’da yazarın çekmecesinde kalmış ve ancak 1983’ten sonra kitaplarına alınmış öyküleri okuyacaksınız. Bu tarihsiz öyküler bir araya getirilirken yazım ve anlatım biçimleri dikkate...