Belki de bir anlamda gerçek aşktı bu. Ya da gerçek yalnızlık…
Hepimiz öyle ya da böyle maske takarak yaşıyoruz. Bu vahşi dünyada maske takmadan yaşanamaz çünkü. Kötü ruhların maskesinin altında meleklerin gerçek yüzü, meleklerin maskesinin altında kötü ruhların gerçek yüzü vardır. Sadece biri olması mümkün değildir.
Birinci Tekil Şahıs’ta sıra dışı kahramanların sıra dışı öykülerini anlatıyor bize Haruki Murakami. Ölüm ve aşk üzerine şiirler yazan bir genç kız, kadınlara evet kadınlara âşık olan ve onların isimlerini çalan bir maymun, çok çirkin ama tuhaf bir çekim gücüne sahip bir kadın, uydurduğu bir yazıyla bir caz sanatçısının yeniden “doğmasını” hatta albüm yayınlamasını sağlayan bir genç adam…
Murakami’nin yazmak ve koşmak dışındaki üçüncü büyük aşkı beyzbol da var bu öykü seçkisinde.
Ve yazarın sizi gülümsetecek, şaşırtacak, beyzbol üzerine yazdığı muzip şiirler de…
İçindekiler
Taştan Yastık……………………………………………………………11
Krema ……………………………………………………………………..23
Charlie Parker Bossa Nova Çalıyor ……………………………39
With the Beatles ……………………………………………………….51
Yakult Swallows Şiir Seçkisi……………………………………..83
Karnaval………………………………………………………………….99
Şinagavalı Maymunun İtirafı ………………………………….121
Birinci Tekil Şahıs…………………………………………………..141
Taştan Yastık
Size bir kadından söz edeceğim. Gerçi onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum desem yeridir. Çünkü ne adını ne de yüzünü hatırlıyorum. Ve eminim o da benim adımı ve yüzümü çoktan unutmuştur. Onunla tanıştığımda üniversite ikinci sınıf öğrencisiydim, henüz yirmi yaşında bile değildim; o ise yirmili yaşlarının ortalarındaydı. Aynı işyerinde yarı zamanlı çalışıyorduk. Ve anlık bir gelişmeyle bir gece birlikte olduk. Sonra mı? Bir daha birbirimizi hiç görmedik. On dokuz yaşındayken hislerim hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordum, doğal olarak başkalarının da neler hissettiğinden bihaberdim. Tamam; sevinç ve üzüntünün nasıl hisler olduğunun farkındaydım. Ama sevinç ve üzüntü arasındaki çeşitli hisleri, aralarındaki karşılıklı ilişkileri henüz düzgün bir şekilde ayıramıyordum. Ve bu durum karşısında fena halde huzursuz ve güçsüz hissediyordum. Yine de size o kadınla yaşadıklarımı anlatmak istiyorum. Onun hakkında bildiğim şey tanka yazdığı ve bir tanka seçkisi kitabı olduğu. Kitap dediğim, tanka’ların basılı olduğu kâğıtların uçurtma ipi gibi bir şeyle birleştirildiği, sade bir kapağı olan son derece basit bir şeydi; kendi imkânlarıyla kitap bastıranlarınki bile bu kadar kötü olmazdı. Ne var ki kitabın içinde yer alan tanka’lardan bazıları tuhaf şekilde aklımda kaldı. Yazdıklarının çoğu aşk ve ölüm üzerineydi. Sanki aşk ve ölüm arasındaki ayrımı reddediyordu.
Seninle ben
gerçekten çok mu uzağız
birbirimize?
Acaba Jüpiter’de
tren mi değiştirseydik?
Taştan yastığa
kulağımı dayadığımda
duyduğum şey
akan kanın sesinin
yokluğu, yokluğu.
“Şey, gelirken başka birinin adını söylesem, bu senin için sorun olur mu?” diye sormuştu. Yatakta, çırılçıplaktık. “Yoo, sorun olmaz” dedim. Aslında emin değildim ama böyle bir şeyi sorun etmem diye düşünmüştüm. Yani söyleyeceği bir addı önünde sonunda. Bir adla ne değişirdi ki? “Haykırırım belki.” “Bu biraz sorun olabilir” dedim hafif bir telaşla. Yaşadığım küçük, ahşap binanın duvarları eski zamanlardaki gofretler gibi ince ve derme çatmaydı çünkü. Gece yarısı olmuştu, bağırırsa yan dairedekiler duyabilirdi. “Tamam, o zaman ağzımı havluyla kapatırım” dedi. Banyodan en temiz ve düzgün havluyu seçip getirdim, yatağın başına koydum. “Oldu mu?” Atın yeni gemini denemesi gibi havluyu birkaç kez ısırıp baktı. Sonra başını tamam anlamında salladı. Yaşadığımız şey tümüyle kendiliğinden gelişmişti. Onu özellikle arzulamış değildim, onun da beni özellikle arzuladığını sanmıyorum. Aynı işyerinde altı ay kadar birlikte çalışmıştık, yaptığımız işler birbirinden farklı olduğundan düzgün bir şekilde sohbet etme şansımız da pek olmamıştı.
O kış Yotsuya İstasyonu yakınındaki ucuz İtalyan restoranında bulaşık yıkıyor, aşçı yamaklığı yapıyordum, o ise restoran kısmında garsondu. Orada yarı zamanlı çalışanlar arasında onun dışındaki herkes öğrenciydi. Tavırlarındaki mesafe sanırım biraz da bu yüzdendi. Aralık ayının ortasında işten ayrılmaya karar verdi, bunun üzerine bir gece restoranın kapanmasının ardından birkaç kişi yakındaki bir meyhaneye içmeye gittik. Veda partisi denecek kadar geniş kapsamlı bir şey değildi. Bir saat kadar hep birlikte bira içtik, basit mezelerden atıştırdık, havadan sudan sohbet ettik. Onun daha önce küçük bir emlak şirketi ve kitapçı gibi çeşitli yerlerde çalışmış olduğunu o zaman öğrendim. Çalıştığı yerlerdeki şefleri ya da işletme sahipleriyle anlaşamamış. Bu restoranda kimseyle tartışmamıştı ama maaşı çok düşük geliyormuş, bu kadarıyla yaşamını idame ettirmekte zorlanıyormuş, pek istemese de yeni bir iş aramaktan başka çaresi olmadığını söyledi. Nasıl bir işte çalışmak istediğini sordu içimizden biri. “Her iş olur” dedi parmağıyla burnunun ucunu kaşırken. (Burnunun yanında iki küçük ben, takımyıldız gibi sıralıydı.) “Ne de olsa büyük iş diye bir şey yoktur.” Ben o sıralar Asagaya’da yaşıyordum, onun eviyse Kaganey’deydi. Böyle olunca da dönerken Yotsuya İstasyonu’ndan birlikte Çuosen ekspres trenine bindik. Yan yana oturmuştuk. Saat on biri geçiyordu. Soğuk ve şiddetli rüzgârın estiği, insanı üşüten bir geceydi. Asagaya’ya yaklaştığımızda yerimden kalkıp trenden inmeye hazırlandığım sırada yüzüme baktı ve “Bu gece sende kalabilir miyim?” diye sordu kısık bir sesle.
“Olur da neden ki?” “Koganey’e kadar daha çok var çünkü” dedi. “Odam epey küçük ve çok da dağınık” dedim. “Hiç önemli değil” dedi. Sonra montumun kolunu tuttu. Küçük, köhne dairemde iki kutu bira içtik. Biraları acele etmeden içtikten sonra doğal bir şeymiş gibi gözümün önünde elbiselerini çıkarmaya başladı ve göz açıp kapayana dek çıplak kaldı. Sonra yatağa girdi. Ben de ardından soyunup yatağa girdim. Işığı kapatmıştım ama gaz sobasının alevi odayı aydınlatıyordu. Yatakta birbirimizin bedenini beceriksizce ısıtmaya çalıştık. Bir süre ikimiz de hiç konuşmadık. Birden çıplak kalınca ne konuşacağımı bilememiştim. Ama bedenlerimiz ağır ağır ısındıkça, sanki katılığımız da yumuşadı ve birbirimizin tenini hissetmeye başladık. Aramızda tuhaf bir yakınlık hissi oluşmuştu. “Şey, gelirken başka birinin adını söylersem, bu senin için sorun olur mu?” diye işte o zaman sormuştu. “Onu seviyor musun?” diye sordum istediği havluyu hazır ettikten sonra. “Evet. Çok” dedi. “Çok ama çok seviyorum. Hiç aklımdan çıkmıyor. Ama o beni, benim onu sevdiğim kadar sevmiyor. Aslına bakarsan, onun bir sevgilisi var.” “Ama yine de onunla görüşüyor musun?” “Evet. Beni arzuladığında çağırıyor” dedi. “Telefonla sipariş verir gibi.” Ne diyeceğimi bilemedim; sustum. Parmak ucuyla sırtımda birtakım işaretler çizdi bir süre. Belki de el yazısıyla bir şeyler yazıyordu. “Yüzüm yavanmış ama vücudum müthişmiş.” Yüzünün yavan olduğunu düşünmemiştim ama güzel demek de pek olası değildi. Gerçi nasıl bir yüzü olduğunu şu an hiç hatırlamıyorum, detaylı bir portresini çiz deseniz çizemem. “Ama çağırınca da gidiyorsun.”
“Ee, seviyorum dedim ya, elimden ne gelir?” dedi çok doğal bir şey söyler gibi. “Ne derse desin, bazen bir erkeğin beni kollarıyla sarmasını istiyorum çünkü.” Bunun üzerine kısa bir süre düşündüm. Ama “bir erkeğin beni kollarıyla sarmasını istiyorum” diyen bir kadının somut olarak nasıl bir ruh halinde olduğunu o zaman anlamamıştım. (Düşünüyorum da şimdi de pek anlamış sayılmam.) “Bir insanı sevmek sağlık sigortası kapsamına girmeyen bir ruh hastalığına yakalanmak gibidir” dedi duvar yazısı okur gibi sıradan bir ses tonuyla. “Öyle demek” dedim ilgiyle. “Sen de beni bir başkası olarak hayal edebilirsin” dedi. “Sevdiğin biri vardır herhalde?” “Var.” “O zaman sen de gelirken o kişinin adını söyleyebilirsin. Benim için de sorun olmaz.”
“Ama ben o kızın –onu seviyordum ama bazı koşullardan ötürü ilişkimizi ileri boyuta taşıyamamıştık– adını haykırmadım. Adı tam ağzımdan çıkacakken vazgeçtim. Şaşkın bir halde hiçbir şey demeden onun içine boşaldım. O sevdiği adamın adını haykıracakken havluyu hemen dişlerinin arasına tıkıştırmak zorunda kaldım. O sırada söylediği adın ne olduğunu hiç hatırlamıyorum. Öyle hemen akla gelmeyen ama sık da kullanılan bir addı. Her ne kadar sıkıcı bir ad olsa da o kadın için büyük bir anlam taşıyor olmalı diye düşündüğümü anımsıyorum. Demek bazen sadece bir ad bile insanı çok heyecanlandırabiliyordu.
Ertesi sabah erken saatte dersim vardı, ara sınavlar için mutlaka bir ödev teslim etmem gerekiyordu ama bu durumda atladım tabii (bu yüzden birkaç gün sonra pek çok sorun yaşadım ama bu başka bir hikâye). Öğlene doğru nihayet uyanabildik, su kaynatıp hazır kahve içtik, ekmek kızartıp yedik. Buzdolabında birkaç yumurta kalmıştı, onları haşladım, birlikte yedik. Gökyüzünde tek bir bulut yoktu, sabah ışığı göz kamaştırıyordu. Kendimi çok uyuşuk hissediyordum. Üzerine tereyağı sürdüğü kızarmış ekmekten ısırırken üniversitede ne okuduğumu sordu. Edebiyat dedim. Yazar mı olmak istiyorsun, diye sordu. Öyle bir isteğim yok diye yanıtladım dürüstçe (sınıfta yazar olmak istediğini söyleyenlerin sayısı dağlar kadar çoktu). Bu cevabımdan sonra bana ilgisini tümüyle kaybettiğini hissettim. Baştan da pek o kadar ilgi göstermemişti gerçi. Gündüz ışığında üzerine dişlerinin izinin çıktığı havluyu görmek tuhaf geldi. Artık ne kadar güçlü bir şekilde ısırdıysa! Gün ışığında gördüğüm vücudu da bir tür uyumsuzluk hissi uyandırıyordu. Gözümün önündeki bu cildi pek pürüzsüz olmayan, kemikleri sayılan, çelimsiz kadının, gece pencereden içeri süzülen kış ışığı altında kollarımda, o tutkulu sevinç seslerini çıkaran kadınla aynı kişi olduğuna inanmak zordu. “Ben tanka yazıyorum” dedi damdan düşer gibi. “Tanka?” “Tanka nedir biliyorsun değil mi?” “Elbette.” Tanka’nın ne olduğunu dünyadan bihaber olan ben bile biliyordum. “Ama ilk kez tanka yazan biriyle karşılaşıyorum.” Keyifli bir şekilde güldü. “Bu dünyada tanka yazan insanlar da var.” “Böyle bir topluluğun içinde falan mısın yani?” “Yok, değilim” dedi. Sonra hafifçe omuz silkti. “Tanka tek başına yazılan bir şeydir. Değil mi ama? Basketbol oynamak gibi değildir ya.” “Nasıl tanka’lar yazıyorsun?” “Duymak ister misin?” Başımı evet anlamında salladım.
“Gerçekten mi? Yoksa laf olsun diye mi diyorsun?” Gerçekten duymak istiyordum. Daha birkaç saat önce kollarımda başka bir adamın adını haykıran bir kadının nasıl tanka’lar yazdığını cidden bilmek istiyordum. Bir süre kararsız kaldıktan sonra konuştu; “Şimdi burada söylemeye utanırım. Hem daha sabah. Ama bir tanka kitabım var, gerçekten okumak istersen sana bir kopyasını yollarım. Adını ve adresini verirsen.” Bir not kâğıdına adımı ve adresimi yazıp verdim; bir kez okudu ve sonra kâğıdı dörde katlayıp paltosunun cebine koydu. Çok kullanılmış, soluk yeşil bir paltoydu. Yuvarlak yakasına zambak şeklinde, gümüş bir süs iğnesi takılıydı. Güney cephesindeki pencereden süzülen ışıkla süs iğnesinin pırıl pırıl parladığı kalmış aklımda. Çiçekleri pek ayırt edemeyen biri olsam da zambağı eskiden beri sevdiğim için bilirim. “Kalmama izin verdiğin için teşekkür ederim. Koganey’e tek başına trenle dönmek istemedim işin aslı” dedi evden çıkarken. “Kadınlar arada bir yapar bunu.” O zaman tam olarak anlamıştım: Birbirimizi bir daha görmeyecektik. Sadece o gece tek başına Koganey’e trenle dönmek istememişti. Tek neden buydu.
Bir hafta sonra kitap postayla geldi. Açıkçası bana göndereceğinden ümidim yoktu. Benden ayrılıp Koganey’deki evine gider gitmez aklından tümüyle çıkacağımı (ya da en kısa zamanda beni unutacağını) düşünmüştüm. Kitabını bir zarfa koyup üzerine adımı ve adresimi yazıp pul yapıştıracağını, sonra onu postaya vereceğini –belki sırf bunun için postaneye bile gitmişti–, kısacası bu zahmete girişeceğini beklemiyordum. Bu nedenle sabah posta kutumda o zarfı görünce çok şaşırdım.
Tanka seçkisi kitabının adı Taştan Yastık’tı, yazar adı olarak da “Çiho” yazıyordu. Bu gerçek adı mıydı yoksa kullandığı mahlas mıydı, ondan emin değilim. Yarı zamanlı çalıştığımız yerde adını birkaç kez duymuştum ama bir türlü hatırlayamamıştım. Ama iş yerinde ona “Çiho” diye seslenilmediğinden eminim. Kahverengi ofis zarfında gönderen adı ve adresi yazmıyordu; içinde kart ya da mektup da yoktu. Beyaz uçurtma ipi gibi bir şeyle sayfaları tutturulmuş incecik bir tanka kitabı sessizce bekliyordu zarfın içinde. Teksir makinesinde çoğaltılmış gibi değildi; güzelce matbaada basılmıştı, kâğıt da kalın ve üst kalitedeydi. Sanırım basılan her bir sayfayı sırayla bir araya getirmiş, üzerine karton kâğıttan kapak eklemiş ve her birini iple özenle tutturup kitap haline getirmişti. Cilt masrafından tasarruf etmek için. Onun tek başına sessizce bu el işçiliğini yapışını gözümde canlandırmaya çalıştım (ama doğru düzgün bir şekilde hayal edemedim). İlk sayfaya damgayla 28 rakamı basılmıştı. Özel baskının 28. kitabıydı demek. Acaba hepsi kaç taneydi? Hiçbir yerinde fiyat belirtilmemişti. Belki zaten de yoktu.
O tanka kitabını hemen açıp okumadım. Bir süre masamın üzerinde öylece durdu, arada bir gözüm kapağına takılıyordu. Merak etmediğimden değil, birinin yazdığı tanka’ları okumak için –özellikle de o kişi bir hafta kadar önce bedenlerimizi birleştirdiğimiz biri olduğundan– yüreğimi hazırlamam gerektiğini hissetmiştim. Kendimce bir tür görgü kuralı. Kitabı o hafta sonu, akşamüzeri okumaya başladım. Pencere kenarına dayanıp kış akşamı ışığı altında okudum. Kitapta toplamda kırk iki tanka vardı. Her sayfada bir tanka. Çok değildi. Kitapta önsöz ve sonsöz kısmı olmadığı gibi basım tarihi de yoktu. Sadece beyaz kâğıt üzerine siyah mürekkeple basılmış tanka’lar vardı, kenar boşlukları da geniş tutulmuştu.
Elbette harika bir sanat eseriyle karşılaşmayı beklemiyordum. Daha önce de dediğim gibi, biraz kişisel meraktı benimkisi. Kulağımın dibinde, havluyu ısırarak başka bir yerlerdeki bir adamın adını haykıran bir kadın nasıl tanka’lar yazmıştı acaba? Ama o tanka seçkisini okudukça oradaki tanka’ların birkaçı çok ilgimi çekti ve onlarda kendimi buldum.
Tanka hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordum (şimdi de pek bir şey bildiğimi söyleyemem). Bu yüzden de hangi tanka’nın harika olduğuna, hangisinin pek o kadar iyi olmadığına objektif bir şekilde karar veremem. Böylesi bir standarda uzak düştüğüm için de onun yazdığı tanka’ların birkaçı –somut olarak belirtirsem, sekiz tanesi– yüreğimin derinliklerine ulaşan, ne olduğunu bilmediğim bir şeye sahipti.
Mesela şu ikisi:
Şimdi bu anda
Bu an şimdiyse
Bu anı
Kaçınılmaz biçimde
Şimdi yapmalı
Dağ rüzgârı altında
sessizce
kopmuş bir kafa
ortancanın kökünde
Haziran’ın suyu
Çok tuhaftı; kitabın sayfalarını açıp orada büyük harflerle siyah mürekkeple basılmış tanka’ları gözümle takip edip sesli bir şekilde okuyunca, o kadının o gece gördüğüm bedeni gözümde en gerçek haliyle yeniden canlanıyordu. Ertesi gün sabah ışığı altında gördüğüm, bakınca hemen fark edilmeyecek görüntüsü değil, ay ışığı altında kollarımla sarmaladığım, parlak bir tene bürünmüş kadının bedeni. Güzel biçimli memeleri, küçük meme uçları, ince, siyah kasık tüyleri, şiddetli biçimde kasılan cinsel organı. Orgazm olurken havluyu var gücüyle ısırmış, gözlerini kapatmış, kulağıma başka bir adamın adını defalarca, defalarca, sonu gelmeyecek gibi haykırmıştı. Artık hatırlamadığım, bir yerlerdeki o adamın son derece sıradan adını.
Bir daha asla
görüşmek yok diye
düşünürken
hiç olur mu görüşmemek
diye düşünmek
Görüşebilecek miyiz?
Yoksa öylece
bitecek mi her şey?
Işığa çekilirken
gölgelerde mi kalacağız seninle?
Tanka yazmaya devam edip etmediğini bilmiyorum tabii. Daha önce de demiştim, onun ne adını biliyorum ne de yüzünü hatırlıyorum. Anımsadığım tek şey kitap kapağında yer alan “Çiho” adı ve pencereden içeriye süzülen kışın beyaz ay ışığıyla parlayan savunmasız yumuşak bedeni, bir de burnunun yanında takımyıldız gibi sıralı küçük benleri.
Artık yaşamıyordur belki diye düşündüğüm de oldu. Hayatının bir noktasında yaşamına kendi eliyle son vermiş olabilir diye de düşündüm. Yazdığı tanka’ların çoğu –en azından bu tanka seçkisindekilerin çoğu– hiç kuşkusuz ölüm imgesinin peşinden gidiyordu çünkü. Bıçakla boynunu kesmek, bu onun ölüm yöntemi olabilirdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıBirinci Tekil Şahıs
- Sayfa Sayısı152
- YazarHaruki Murakami
- ISBN9786258036220
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Rabarba ~ Kasım Hasan Ünal
Rabarba
Kasım Hasan Ünal
“Kuyruk acına bir isim takıyorsun. Kaldırımlarda dengesiz, hedefsiz, çarpık yürüyüşünü bu isme yoruyorsun. Altı gece önce kalabalıklar arasında kaldırımda yürürken önünü kesip yüzüne hırlayan...
- Bilge Kan ~ Flannery O'Connor
Bilge Kan
Flannery O'Connor
"Amerikan Gotiği" olarak adlandırılan edebi türün en önemli yazarlarından Flannery O'Connor'ın, (1925-1964) deyim yerindeyse "kültleşmiş" ilk romanı Bilge Kan, 1930'ların Amerika'sında geçen, barbarlıkla medeniyeti birbirinden ayıran ince çizgiyi irdeleyen bir hikâye anlatıyor.
- Belki Yaz Erken Gelir ~ Yekta Kopan
Belki Yaz Erken Gelir
Yekta Kopan
Kitapçıdasın. Rafların arasında dolanıyorsun. Bir kitap dikkatini çekiyor. Kapağında bir kadın var. Kumsalda. Devasa bir can simidi tutuyor. Deniz hafiften dalgalı. Kadının nereden gelip,...