Royal Ailesi Kaçmaz, Savaşır
Ella Harper, hayatta karşısına çıkan her zorluğu atlatabilecek kadar güçlü ve sevdiklerini korumak için kendini feda edebilecek kadar gözü karaydı. Öfkesiyle tanınan Reed Royal’ın ise her sorunu şiddet kullanarak çözmeye çalışması sonunda ayağına dolanmıştı. Fakat o gece malikânede yaşananlar ikisi için de fazlaydı.
Lekeli geçmişleri onları asla rahat bırakmazken, birbirlerine zarar vereceklerini haykıran seslerin arasında yollarını bulmaya çalışıyorlardı.
Çarpık Saray’ın çoktan unutulmuş sırlarını açığa çıkarmak ve kendilerine yeni bir hayat şansı tanımaktan başka seçenekleri kalmamıştı.
“Bu neslin Cruel Intentions’ı.” —Jennifer L. Armentrout
“Çarpık Saray, Ella ile Reed’in hikâyesi için mükemmel bir son.” —Samantha Towle
“Bırakın Royal ailesi sizi de mahvetsin.” —Meghan March
“Aşk, ihanet ve manipülasyonlara dair kusursuz bir hikâyenin sonuna hazır olun.” —S.L. Jennings
1
Reed
“BU AKŞAM SEKİZLE on bir arasında neredeydin?” “Babanın kız arkadaşıyla ne zamandan beri yatıyordun?” “Onu neden öldürdün, Reed? Seni öfkelendirdi mi? Kaçamağınızı babana anlatmakla mı tehdit etti?” Sorgu odasındayken çenenizi kapalı tutmanız gerektiğini bilecek kadar çok polisiye izlemiştim. Ya çeneni kapalı tutarsın ya da o sihirli kelimeleri söylersin: Avukatımı istiyorum. Son bir saattir yaptığım da tam olarak buydu.
Reşit olmasaydım, bu şerefsizler yanımda bir yetişkin ya da avukat olmadan beni sorguya çekmenin hayalini dahi kuramazdı. Ama on sekiz yaşındaydım ve bu yüzden sanırım kolay lokma olduğumu zannediyorlardı. Ya da akıl karıştıran sorularını yanımda avukatım olmadan cevaplayacak kadar ahmak olduğumu.
Dedektif Cousins ve Schmidt soyadımla pek ilgilenmiyor gibiydiler. Bazı sebeplerden ötürü bunu canlandırıcı bulmuştum. Bir Royal olduğum için tüm hayatım boyunca her konuda serbesttim. Okulda başım derde girdiğinde babam bir çek yazıyordu ve günahlarımın hepsi unutuluyordu. Kendimi bildim bileli, sırf bir Royal’la işi pişirdiklerini arkadaşlarına anlatabilmek uğruna kızlar benimle yatağa girmek için sıralanıyordu.
Kızların benim için sıraya falan girmesini istediğimden değil. Son zamanlarda değer verdiğim tek bir kız vardı – Ella Harper. Ve onun, elimde kelepçelerle evden sürüklenerek götürülüşümü izlemek zorunda kalmış olması beni mahvediyordu.
Brooke Davidson ölmüştü. Aklım hâlâ bunu algılayamıyordu. Babamın platin sarı saçlı, servet avcısı kız arkadaşı, ben o günün erken saatlerinde çatı katından ayrılırken gayet de hayattaydı. Fakat bunu dedektiflere söylemeyecektim tabii ki. O kadar aptal değildim. Söylediğim her şeyi çarpıtacaklarından emindim. Sessizliğim karşısında sinirleri bozulan Cousins iki eliyle aramızdaki metal masaya vurdu. “Soruma cevap ver, seni küçük pislik!”
Masanın altında ellerim yumruk hâlini almaya başladı. Ama sonra parmaklarımı gevşemeye zorladım. Burası tepemin atması gereken en son yerdi. Sessiz bir kadın olan ortağı Teressa Schmidt ona uyaran bir bakış attı. “Reed,” dedi yumuşak bir sesle, “işbirliği yapmazsan sana yardımcı olamayız. Ve biz sana yardım etmek istiyoruz.” Bir kaşımı kaldırdım. Gerçekten mi? İyi polis kötü polisi mi oynuyorlardı? Sanırım benim izlediğim polisiye dizileri onlar da izlemişler. “Millet,” dedim umursamazca, “işitme probleminiz olup olmadığını merak etmeye başlıyorum.” Gülümseyerek kollarımı göğsümde kovuşturdum. “Avukatımı istediğimi söylemiştim, yani sorularınızı sormadan önce onun gelmesini beklemelisiniz.” “Soru sorabiliriz,” dedi Schmidt, “ve sen de bunları cevaplayabilirsin. Bunda kanuna aykırı bir durum yok. Ayrıca bilgi vermek için gönüllü de olabilirsin. Mesela, şu anda bize tişörtünde neden kan olduğunu açıklarsan bu süreci ilerletebiliriz.” Yan tarafımı kavrama dürtüsünü bastırdım. “Bilgilendirdiğiniz için teşekkür ederim ama ben Halston Grier’ın gelmesini bekleyeceğim.”
Küçücük odaya sessizlik çöktü. Cousins bariz bir şekilde dişlerini gıcırdatıyordu. Schmidt ise sadece iç çekti. Her iki dedektif de sandalyelerini geriye ittirip tek kelime etmeden odadan ayrıldı. Royal: 1 Polisler: 0 Benden açıkça ümidi kesmiş olsalar bile o kıymetli vakitlerini ayırıp isteğimi yerine getirdiler. Sonraki bir saat boyunca odada tek başıma oturdum ve hayatım nasıl oldu da bu noktaya geldi diye merak ettim. Bir aziz değilim, hiçbir zaman da öyle olduğumu iddia etmedim. Hayatım kavga etmekle geçti. Gerektiğinde acımasız biriyimdir. Ama… ben bu adam değildim. Ben kendi evinden kelepçelerle çıkarılacak bir adam değildim.
Ben bir polis aracının arkasına tıkılırken kız arkadaşının korku dolu bakışlarını izlemek zorunda kalacak bir adam değildim. Kapı tekrar açıldığında içime yerleşen klostrofobi beni olmam gerekenden de kaba davranmaya sevk etti. “Hiç gelmeseydin bari,” diye patladım babamın avukatına. Elli-bilmem-kaç yaşlarındaki kır saçlı Grier gecenin bir vakti olmasına rağmen takım elbise giymişti. Bana üzgün bir şekilde gülümsedi. “Eh, sanırım birilerinin morali çok yüksek.” “Babam nerede?” diye sordum, Grier’ın arkasına göz atarak. “Bekleme odasında. Buraya giremez.” “Nedenmiş o?” Grier kapıyı kapatarak masaya doğru yürüdü. Evrak çantasını masaya bırakıp altın klipslerini açtı. “Çünkü ebeveynlerin çocuklarının aleyhinde tanıklık etmesini kısıtlayan bir yasa yok. Tanıklık ayrıcalığı sadece eşler için geçerlidir.” Tutuklandığımdan beri ilk defa huzursuz hissettim. Tanıklık mı? Bu işin sonu mahkemeye varmayacaktı, değil mi? Polisler bu saçmalığı ne kadar ileri götürmeyi planlıyordu? “Reed, nefes al.”
Midem buruldu. Kahretsin. Bu adamın önünde en ufak bir çaresizlik belirtisi sergilemiş olmaktan nefret ediyordum. Ben zayıflığımı belli etmezdim. Asla. Karşısında gardımı indirebildiğim tek kişi Ella’ydı. O kız bariyerlerimi yerle bir ederek gerçek beni görecek güce sahipti. Gerçek beni, tüm dünyanın gördüğü soğuk, duygusuz pisliği değil.
Grier çantasından sarı bir not defteri ve altın kaplama bir dolmakalem çıkarıp karşımdaki sandalyeye yerleşti. “Bunu çözeceğim,” diye söz verdi. “Ama önce burada uğraştığımız şeyin ne olduğunu bilmem gerek. Soruşturmayı yürüten memurların ağzından alabildiğim kadarıyla, bu akşam sekiz kırk beşte O’Halloranların çatı katına girerken görüldüğün bir güvenlik kamerası kaydı varmış. Yine aynı kayda göre, oradan yirmi dakika sonra ayrılmışsın.”
Gözlerim odayı taradı, kamera ya da kayıt cihazı var mı diye bakındım. Odada bir ayna yoktu, bu yüzden birilerinin bizi gölgeler içindeki bir yan odadan izlediğini sanmıyordum. Yani en azından izlemediğini umuyordum.
Grier şüpheci davrandığımı görünce, “Burada konuştuklarımız aramızda kalacak,” diyerek beni temin etti. “Konuştuklarımızı kaydedemezler. Avukat/müvekkil gizliliği falan filan.” Yavaşça nefes verdim. “Evet. Akşam çatı katına gittim. Ama lanet olsun, onu ben öldürmedim.”
Grier başıyla onayladı. “Tamam.” Not defterine bir şeyler karaladı. “Daha öncesine gidelim. En başından başlamanı istiyorum. Bana kendinden ve Brooke Davidson’dan bahset. Hiçbir detay önemsiz değildir. Her şeyi bilmem gerek.” İç çekişimi bastırdım. Harika. İşte eğlence başlıyor.
2
Ella
ROYAL OĞLANLARININ odaları malikânenin güney kanadında yer alıyordu, babalarınınki ise diğer kanattaydı, bu yüzden merdivenlerin tepesine vardığımda sağa dönüp pırıl pırıl parke kaplı koridor boyunca koşturarak Easton’ın odasına yöneldim. Kapısını hafifçe tıklatınca cevap vermedi. Yemin ederim odasının ortasında hortum kopsa bu çocuk yine uyanmazdı. Biraz daha sesli bir şekilde tıklattım. Hiçbir ses duymayınca kapıyı itip açtım ve Easton’ı yüzüstü yatağına yayılmış bir şekilde buldum. Yanına gidip omuzlarını sarstım. Bir şeyler homurdandı.
Tekrar sarstım, panik boğazımda yükselmeye başlamıştı. Nasıl hâlâ böyle uyuyor olabilirdi? Aşağıda az önce kopan kargaşa boyunca nasıl uyumuş olabilirdi? “Easton!” diye bağırdım. “Uyan!” “Ne oldu?” diye homurdandı, bir gözünü açarak. “Kahretsin, antrenman vakti mi geldi yoksa?” Battaniyesini de kendisiyle beraber sürükleyerek yatağın diğer yanına kadar yuvarlandı ve görmek istediğimden daha fazla çıplaklığa maruz kaldım. Yere atılmış olan bir eşofman altını alıp yatağa fırlattım. Kafasının üzerine düştü. “Kalk,” diye yalvardım.
“Neden?” “Çünkü kıyamet kopuyor!” Uykulu bir şekilde gözlerini kırpıştırdı. “Ne?” “İşler boka sardı!” diye bağırdım ve sonra sakinleşmeye çalışarak kendimi derin bir nefes almaya zorladım. İşe yaramadı. “Benimle Reed’in odasında buluş, tamam mı?” diye çıkıştım. Sesimdeki kontrol edemediğim endişeyi fark etmiş olmalı ki hiç vakit kaybetmeden yataktan fırladı. Kapıdan çıkmadan önce yine bir anlığına çıplaklığa maruz kaldım. Reed’in odasına gitmek yerine, geniş koridorda kendi odama doğru koşturdum. Bu ev saçmalığa varan derecede büyük ve güzeldi ama içindeki her şey berbat durumdaydı. Buna ben de dahildim.
Sanırım artık gerçek bir Royal’dım. Ama hayır, tabii ki değildim. Aşağıdaki adam, bunun gözle görülür hatırlatıcısıydı. Steve O’Halloran. Benim hiç-de-ölüolmayan babam. Beni dizlerimin bağını çözmekle ve bir isteri krizine sokmakla tehdit eden ani bir duygu dalgasına yakalandım. Onu aşağıda bıraktığım için kendimi korkunç hissediyordum. Arkamı döndüğüm gibi üst kata kaçmadan önce kendimi bile tanıtmamıştım. Neyse ki Callum Royal da aynı şeyi yapmıştı. Reed’le ilgili o kadar endişeliydi ki, “Bununla şimdi uğraşamayacağım. Steve, sen beni burada bekle,” demiş ve arabasına atlayarak polis merkezine gitmişti. Hissettiğim suçluluğa rağmen Steve’i aklımın gerilerindeki küçük bir sandığa kaldırıp üzerine kilit vurdum. Şu anda onu düşünemezdim. Reed’e odaklanmam gerekiyordu. Odama girince hiç vakit kaybetmeden kocaman yatağımın altından sırt çantamı çekip çıkardım. Onu her zaman elimin altında bir yerde tutuyordum. Çantanın fermuarını açıp içinde Callum’dan her ay aldığım nakit parayı koyduğum deri cüzdanı görünce derin bir oh çektim.
Buraya ilk geldiğimde, Callum kaçmaya kalkışmadığım sürece bana her ay on bin dolar vereceğine söz vermişti. İlk başlarda Royal malikânesinden nefret etsem de kısa süre sonra sevmeye başlamıştım. Bugünlerde ise başka bir yerde yaşamayı hayal dahi edemiyordum – kalmam için beni nakitle teşvik etmese de buradan ayrılmazdım. Ancak yıllarca parasız yaşadığım için –ve şüpheci doğam gereği– Callum’a artık para vermeyi bırakmasını söylememiştim.
Şu anda bu teşviğe sonsuz bir minnet duyuyordum. Çantamda beni aylarca, hatta muhtemelen daha da uzun bir süre idare edecek kadar para vardı. Çantamı sırtıma atıp Reed’in odasına koşturdum, aynı anda Easton da koridorda belirdi. Koyu renk saçları yüzlerce farklı yöne dağılmıştı ama en azından üzerine bir eşofman altı geçirmişti. “Ne haltlar dönüyor?” diye sordu beni abisinin odasına doğru takip ederken. Reed’in gömme gardırobunun kapısını hızla açıp geniş alana çılgına dönmüş bir şekilde göz gezdirdim. Aradığım şeyi arkadaki alt raflardan birinde buldum. “Ella?” diye sordu Easton. Cevap vermedim. Krem rengi halının üzerine lacivert valizi sürükleyişimi izlerken kaşlarını çattı. “Ella! Kahretsin, benimle konuşur musun?” Eşyaları valizin içine fırlatmaya başlayınca, çatılan kaşların yerini kocaman açılan gözleri aldı. Birkaç tişört, Reed’in en sevdiği yeşil kapüşonlu, kot pantolonlar, bir çift atlet. Başka neye ihtiyacı olacaktı… Hımm, baksırlar, çoraplar ve bir kemer… “Neden Reed’in kıyafetlerini topluyorsun?” Easton artık neredeyse bana bağırıyordu ve keskin ses tonu beni içinde olduğum panikten çıkardı. Elimdeki yıpranmış gri tişört halıya düştü. Durumun ciddiyeti bir kez daha üzerime çullandığında kalp atışlarım hızlanmaya başladı. “Reed, Brooke’u öldürmekten tutuklandı,” dedim. “Baban şu anda Reed’le beraber polis merkezinde.”
Easton’ın ağzı açık kaldı. “Ne diyorsun sen be?” diye haykırdı. Ve sonra, “Polisler biz yemekteyken mi gelmişler?” diye sordu.
“Hayır, biz Washington’dan döndükten sonra.” Reed hariç hep beraber akşam yemeği için erken saatlerde Washington’a gitmiştik. Royallar böyle yaşıyordu işte. O kadar zenginlerdi ki Callum’un emrine amade birkaç tane özel uçağı vardı. Uçak tasarlayan bir şirketi olmasının getirisidir belki ama yine de gerçek olmayacak kadar saçmaydı. Bu akşam Kuzey Carolina’dan Washington’a –sadece akşam yemeği için– uçmak delice bir zenginlikti. Reed yarası ağrıdığı için gelmemişti. Önceki gece rıhtımda bıçaklanmıştı ve aldığı ağrı kesicilerin onu bizimle gelemeyecek kadar sersemlettiğini öne sürmüştü. Ama demek ki Brooke’u görmeye gidecek kadar sersem değilmiş… Tanrım. Bu akşam ne yapmıştı? “On dakika önce oldu,” diye ekledim zayıfça. “Babanın dedektife bağırışını duymadın mı?” “Hiçbir halt duymadım. Ben… Ah…” Mavi gözleri utançla parladı. “Bu akşam Wadelerdeyken biraz votkaya abandım. Eve gelir gelmez de sızdım.” İçtiği için ona nasihat verecek enerjim bile yoktu. Easton’ın bağımlılık sorunları çok ciddiydi ancak şu anda Reed’in cinayet sorunu bundan milyon kat daha önemliydi. Ellerimi yumruk yaptım. Şu anda Reed burada olsaydı onu yumruklardım – hem bana yalan söylediği hem de polisler tarafından yaka paça götürüldüğü için. En sonunda Easton buz kesmiş sessizliği bozdu. “Sence o mu yaptı?” “Hayır.” Sesim ne kadar emin çıkarsa çıksın içten içe sarsılmış hâldeydim.
Yemekten döndüğümde Reed’in dikişlerinin patladığını ve karnında kan lekesi olduğunu görmüştüm. Yine de bu suçlayıcı küçük bilgileri Easton’dan gizli tuttum. Ona güveniyordum ama şu anda tam ayık değildi. Her şeyden önce Reed’i korumam gerekiyordu ve kafası dumanlı ya da sarhoşken Easton’ın ağzından ne çıkacağını kimse bilemezdi. Sertçe yutkunarak görevime odaklandım – Reed’i korumaya. Valize alelacele birkaç parça kıyafet daha atıp fermuarını kapattım. “Bana neden valiz hazırladığını hâlâ söylemedin,” dedi Easton sinirle. “Olur da kaçmamız gerekirse diye.” “Biz derken?”
“Ben ve Reed.” Ayağa kalkıp hızla Reed’in çorap çekmecesinin altını üstüne getirmek için şifonyere gittim. “Ne olur ne olmaz diye hazırlıklı olmak istiyorum, tamam mı?” Benim uzmanı olduğum tek şey kaçmaya hazırlıklı olmaktı. İş oraya varır mı bilmiyordum. Belki Reed ve Callum birazdan ön kapıdan girecek ve “Her şey açıklığa kavuştu! Suçlamalar geri çekildi!” diyecekti. Belki de Reed kefaletle veya şartlı olarak, ya da adı her ne haltsa, serbest bırakılmayacak ve eve hiç dönmeyecekti. Ancak bunların olmaması durumunda her an şehri terk etmeye hazır olmak istiyorum. Sırt çantam daima ihtiyacım olan şeylerle dolu olurdu ama Reed benim gibi hazırlıklı biri değildi. O fevri davranan biriydi. Hareket etmeden önce asla düşünmezdi…
Öldürmeden önce? Bu korkunç düşünceyi bir kenara bıraktım. Hayır. Reed, onu suçladıkları şeyi yapmış olamazdı. “Siz çocuklar neden bağırıp duruyorsunuz?” dedi, Reed’in kapı eşiğindeki uykulu bir ses. “Sesiniz koridorun diğer ucundan duyuluyor.” On altı yaşındaki Royal ikizleri odaya girdi. Her ikisinin de bellerine sarılı battaniyeler vardı. Bu ailede kimse pijama giymek nedir bilmez miydi? “Reed, Brooke’u gebertmiş,” dedi Easton kardeşlerine. “Easton!” dedim öfkeyle.
“Ne? Kardeşlerime abimizin cinayetten tutuklandığını söylememem mi gerekiyordu?” Sawyer ve Sebastian şaşkınlıkla nefeslerini tuttular. “Ciddi misin?” diye sordu Sawyer. “Polisler onu az önce götürdü,” diye fısıldadım. Easton biraz huzursuz görünüyordu. “Söylüyorum bakın, aleyhinde ciddi bir kanıtları olmasa onu götürmezlerdi. Belki de bu şey hakkındadır…” Karnının üzerinde bir daire çizdi. İkizler inanmaz bir şekilde gözlerini kırpıştırdılar. “Ne? Bebek mi?” diye sordu Seb. “Brooke’un şeytan dölünden Reed’e ne?” Lanet olsun. İkizlerin konudan habersiz olduğunu unutmuştum. Brooke’un hamile olduğunu biliyorlardı –o korkunç duyuruyu yaptıklarında hepimiz oradaydık– ama Brooke’un öne sürdüğü diğer iddiadan habersizlerdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Romantik
- Kitap AdıÇarpık Saray – Royal Serisi 3. Kitap
- Sayfa Sayısı344
- YazarErin Watt
- ÇevirmenAydan Yalçın
- ISBN9786257550000
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çatlak Krallık – Royal Serisi 6. Kitap ~ Erin Watt
Çatlak Krallık – Royal Serisi 6. Kitap
Erin Watt
Royal kurallarına uy ya da sonuçlarına katlan Easton Royal’la tanıştığından beri Hartley Wright’ın hayatı tepetaklak olmuştu. Her köşe başında düşmanlar, her kapının ardında aklına...
- Başkasının Ayakkabısı ~ Jojo Moyes
Başkasının Ayakkabısı
Jojo Moyes
Spor salonunda birbirini hiç tanımayan, ayrı dünyaların insanı iki kadının çantaları karışırsa ne olur? Kadınlardan ilki Nisha’nın göz kamaştırıcı bir yaşantısı vardı; lüks içinde...
- Ateşpare 5 ~ Ceren Melek
Ateşpare 5
Ceren Melek
Aşkın ve Ateş birbirlerine duydukları hisleri tamamen kabullenmiş ve aralarındaki güvensizliği de yok ederek ilişkilerini bir adım öteye taşımışlardır. Ancak bunlar yaşanırken yeni düşmanlar...