İran asıllı Shirin, yıllardır yaşadığı Amerika’ya kendini asla ait hissedememişti. İnsanlar bakışları, fısıldaşmaları ve aşağılamalarıyla buna bir türlü müsaade etmiyordu. Fakat 11 Eylül’den sonra her şey boyut değiştirmiş, fiziksel saldırıların da başlamasıyla tehlikeli bir hâl almıştı.
Her şeye rağmen kimliğine, başörtüsüne ve özgürlüğüne sıkıca tutunan Shirin çözümü, çevresine aşılmaz duvarlar örmekte ve onu kırabilecek kimseyi yanına yaklaştırmamakta bulmuştu. Böyle bir yalnızlık içindeki tek mutluluğu, abisi ve onun arkadaşlarıyla break dans yapmaktı.
Fakat sonra Ocean James’le tanıştı. İlk kez onu gerçekten tanımak isteyen biriyle karşılaşıyordu ve bu onu dehşete düşürmüştü. Nihayetinde farklı dünyaların insanlarıydılar ve gardını indirmek beraberinde incinmeyi getirebilirdi – ya da sonsuz başka olasılığı.
“Kimlik, yalnızlık ve aile kavramlarının vahşi ama bir o kadar da zarif incelemesi. Tahereh Mafi lafını hiç sakınmıyor.” —Sabaa Tahir
“Kimi çirkin gerçeklerden bahsederken bile zarif, güzel ve cesur bir roman. Dünyaya başka bir gözle bakmanızı sağlayacak.” —Nicola Yoon
“Aşk, mutluluk ve gerçekler üzerine evrensel bir hikâye.” —Marie Lu
“Fantastik romanlarıyla bilinen Tahereh Mafi, günümüz romanlarında da ne kadar usta olduğunu kanıtlamış.” —Washington Post
“11 Eylül sonrasında Müslümanların hayatına gerçekçi bir bakış sunuyor.” —Publishers Weekly
“Önyargılara kafa tutan Müslüman bir genç kızın hikâyesi.” —BCCB
“Kimlik, ırk ve İslamofobi gibi derin konuları ilk aşkın tutkusu ve cüretkârlığıyla birleştiriyor.” —New York Times
“Tahereh Mafi, Sonsuz İhtimaller Denizi’yle çıtayı çok yükseğe taşıyor.” —Entertainment Weekly
★ “Shirin’in hikâyesi, 11 Eylül’den sonra her yerde hüküm süren atmosfere cesur bir soluk getiriyor.” —Booklist (starred review)
★ “Shirin ve Ocean’ın ilişkisi, pek çok kişi için Amerika’da Müslümanların yaşamı konusunda aydınlatıcı olacak.” —School Library Journal (starred review)
★ “Sonsuz İhtimaller Denizi, çok önemli bir bakış açısından yazılmış gerçekçi bir aşk hikâyesi.” —Shelf Awareness (starred review)
*
1
DURMADAN TAŞINIYOR GİBİYDİK, hep daha iyiye, hep hayatlarımızı iyileştirmeye, falan filan. Bu duygusal sarsıntıyla baş edemiyordum. O kadar çok ilkokul ve ortaokul değiştirmiştim ki artık adlarını bile aklımda tutamıyordum ama bu habire lise değiştirip durma meselesi yok mu, ölmek istiyordum. İki yıldan kısa bir süre içinde üçüncü lisemdi ve hayatım aniden öyle bir saçmalık karmaşasına dönmüştü ki bazen kendimde dudaklarımı kıpırdatacak gücü bile bulamıyordum. Konuşur ya da çığlık atarsam öfkemin açık ağzımın iki yanından tutup beni ortadan ikiye böleceğinden endişeleniyordum.
Ben de bir şey söylemedim. Boğucu bir sıcak ve ara sıra hafif bir esintiden ibaret olan ağustosun sonuydu. Kolalanmış sırt çantaları, katı kot kumaşlar ve taze plastik gibi kokan çocuklarla çevrelenmiştim. Çocuklar mutlu görünüyordu. İç çekip dolabımı sertçe kapadım. Bugün benim için başka bir şehirde, başka bir lisenin ilk gününden ibaretti ve yeni bir okulda boy gösterdiğimde her zaman ne yapıyorsam yine onu yaptım: İnsanlara bakmadım. İnsanlar sürekli bana bakıyorlardı ve ben de onlara bakarsam bunu benimle konuşmaya bir davet olarak algılıyor, konuştuklarındaysa neredeyse her zaman saldırgan ya da aptalca ya da her ikisi birden sayılabilecek şeyler söylüyorlardı. Ben de uzun zaman önce onlar yokmuş gibi davranmanın daha kolay olacağına karar vermiştim.
Günün ilk üç dersini önemli bir mevzu olmaksızın atlatmayı başarmıştım ama okulun içinde yolumu bulma konusunda hâlâ mücadele hâlindeydim. Bir sonraki dersim belli ki kampüsün diğer ucundaydı ve ben tam nerede olduğumu anlamaya çalışırken –yeni ders programımla oda numaralarını karşılaştırırken– son zil çaldı. Şaşkınlığımı atıp da saate baktığımda etrafımdaki öğrenci kalabalığı birden yok olmuştu. Upuzun, bomboş bir koridorda, ders programımın çıktısı bir yumruğumun arasında buruşmuş hâlde dikiliyordum. Gözlerimi sımsıkı yumup fısıltıyla bir küfür savurdum. Bir sonraki dersimin sınıfını nihayet bulduğumda yedi dakika geç kalmıştım. Kapıyı ittirerek açmamla menteşeler hafifçe gıcırdadı ve öğrenciler sandalyelerinde bana doğru döndü. Öğretmen, ağzı bir sesin etrafını sarmış hâlde sustu, yüzü bir ifadeden diğerine geçerken donup kalmış gibiydi.
Bana gözlerini kırpıştırarak baktı. Bütün sınıf bana bakarken gözlerimi başka tarafa çevirdim. En yakınımdaki boş yere geçtim ve hiçbir şey söylemedim. Çantamdan bir defter çıkardım, elime bir kalem aldım. Nefes bile almıyor; o ânın geçmesini, insanların önlerine dönmesini, öğretmenimin yeniden konuşmasını bekliyordum. O da aniden boğazını temizledi ve konuşmaya başladı. “Her neyse, dediğim gibi, müfredatımızda epeyce zorunlu okuma var ve burada yeni olanlar” –tereddüt etti, elindeki isim listesine baktı– “okulumuzun yoğun ve, ah, beklentisi yüksek ders programına alışkın olmayabilir.” Durdu. Yine tereddütte kaldı. Gözlerini kısarak elindeki kâğıda baktı.
Sonra, sanki aniden aklına gelmiş gibi, “Şimdi –eğer yanlış telaffuz ediyorsam özür dilerim– ama bu… Sharon mu?” dedi. Başını kaldırdı ve doğruca gözlerimin içine baktı.
“Shirin,” dedim. Öğrenciler yeniden dönüp bana baktılar. “Ah.” Öğretmenim Bay Webber, adımı bir kez daha telaffuz etmeyi denemedi. “Hoş geldin.” Cevap vermedim. “Evet.” Gülümsedi. “Burası ileri seviye edebiyat sınıfı.” Duraksadım. Böyle net bir ifade karşısında ne söylememi beklediğinden emin değildim. Sonunda, “Evet?” dedim. Başını hafifçe salladı, ardından kahkaha attı ve “Tatlım, yanlış sınıfta olabilirsin,” dedi. Ona, bana tatlım dememesini söylemek istedim. Hatta genel bir kural olarak benimle hiç konuşmamasını. Ama bunun yerine, “Doğru sınıftayım,” dedim ve buruşmuş ders programımı uzattım. Bay Webber gülümsemeye devam ederken başını iki yana salladı. “Endişelenme, bu senin hatan değil. Yeni öğrencilerin başına gelir böyle şeyler. Ama ESL* ofisi hemen alt kat–” “Doğru sınıftayım, tamam mı?” Sözcükler ağzımdan niyetlendiğimden daha kuvvetli çıkmıştı. “Doğru sınıftayım.”
Bu saçmalığı her seferinde yaşıyordum. İngilizcemin aksansız olmasının önemi yoktu. İnsanlara tekrar tekrar burada, Amerika’da doğduğumu ve İngilizcenin anadilim olduğunu, İran’daki kuzenlerimin Farsçayı çat pat ve Amerikan aksanıyla konuştuğum için benimle sürekli dalga geçtiğini söylememin önemi yoktu; hiç fark etmiyordu. Herkes ayağımın tozuyla yabancı bir ülkeden geldiğimi varsayıyordu. Bay Webber’in gülümsemesi zayıfladı. “Ah,” dedi. “Tamam.” Etrafımdaki çocuklar gülmeye başlayınca yüzümün yandığını hissettim. Önüme bakarak boş defterimin rasgele bir sayfasını açtım ve bu hareketimin sohbeti sonlandırmasını umdum.
Ama Bay Webber ellerini kaldırdı ve “Dinle bak… ben, şahsen senin kalmanı isterim, tamam mı? Ama bu gerçekten ileri düzey bir ders ve İngilizcenin gayet iyi olduğundan emin olsam da yine de…” “İngilizcem,” dedim, “gayet iyi falan değil. İngilizcem gayet taşaklı.” Dersin geri kalanını müdürün odasında geçirdim. Bu okulda öğrencilerden beklenen davranışlar konusunda sert bir konuşma dinledim ve kasti olarak düşmanca davranacak ve işbirliğine yanaşmayacaksam burasının belki de bana göre bir okul olmayabileceği konusunda uyarıldım. Sonra derste kaba bir dil kullandığım için alıkonuldum. Müdür bana bağırırken öğle tatili zili çaldı, böylece nihayet gitmeme izin verince eşyalarımı toplayıp sıvıştım. Bir yere varmak için acelem yoktu; yalnızca insanlardan uzak olmaya bakıyordum. Öğle yemeğinden sonra girmem gereken iki ders daha vardı ama kafamın kaldırabileceğinden emin değildim; o gün için aptallık eşiğini çoktan aşmıştım. Telefonum titreştiğinde bir tuvalet bölmesinde yemek tepsimi kucağıma yerleştirmiş, ellerimle başımı mengene gibi kavramıştım. Abimdi.
ne yapıyorsun?
öğle yemeği
saçma. nerede saklanıyorsun?
tuvalette
ne? neden?
37 dakika boyunca başka ne yapacaktım? insanlara mı
bakacaktım?
Sonra bana o lanet tuvaletten çıkıp onunla birlikte yemek yememi söyledi; görünüşe bakılırsa, okul ona o güzel yüzünü kutlamak için yepyeni arkadaşlarla dolu bir hoş geldin paketi göndermişti ve ben de saklanmak yerine ona katılmalıydım.
gerek yok, sağ ol, yazdım.
Sonra yemeğimi çöpe döküp zil çalana kadar kütüphanede saklandım.
Abim benden iki yaş büyüktü; çoğunlukla aynı dönemde aynı okulda olurduk. Ama o taşınıp durmaktan benim kadar nefret etmiyordu; yeni bir şehre taşındığımızda acı çekmiyordu. Abimle aramda iki büyük fark vardı: Birincisi, abim aşırı yakışıklıydı ve ikincisi, alnında yanıp sönen metaforik bir dikkat, terörist yaklaşıyor levhasıyla dolaşmıyordu.
Dalga geçmiyorum, kızlar okulun çevresinde abimi görmek için sıraya girerdi. O hep yeni hoş çocuktu. İlgi çekici bir geçmişi ve ilgi çekici bir ismi olan ilgi çekici çocuk. Tüm o güzel kızların deneysel ihtiyaçlarını tatmin etmek ve günün birinde ailelerine isyan etmek için kaçınılmaz olarak kullanacağı yakışıklı, egzotik çocuktu. Onunla ve arkadaşlarıyla öğle yemeği yiyemeyeceğimi zor yoldan öğrenmiştim. Ne zaman kuyruğumu kıstırıp ve gururumu çöpe atıp yanına gitsem, yeni hanım arkadaşlarının bana iyi davranmalarının tek sebebinin abime ulaşmak için beni kullanmak istemeleri olduğunu anlamam yalnızca beş saniye sürerdi.
Tuvalette yemeyi tercih ederdim. Kendime umurumda olmadığını söylüyordum ama belli ki umurumdaydı. Olmak zorundaydı. Haber bültenleri nefes almama bile izin vermiyordu. Geçen sonbaharda, birinci sınıfa başlamama iki hafta kala 11 Eylül olayları yaşanmıştı ve birkaç hafta sonra okuldan eve dönerken iki çocuk bana saldırmıştı. En kötüsü de, inkârdan silkinip kurtulmam günler sürmüştü; günlerce neden diye düşünmüştüm. Olayın açıklamasının çok daha karmaşık bir şey olacağını; yaptıklarına sebep olan o saf, kör nefretten fazlası çıkacağını ummayı sürdürmüştüm. İki yabancının beni eve kadar takip etmesinin, başımdaki örtüyü söküp almalarının ve beni onunla boğmaya kalkmalarının başka bir nedeni olsun istemiştim. Herhangi birinin benim yapmadığım bir şey için bana böylesine şiddetli bir öfke duymasını anlayamıyordum. Öyle ki gündüz vakti caddede yürürken bana saldırmaya hakları olduğunu düşünmüşlerdi.
Bunu anlamayı istemiyordum. Ama öyleydi işte. Buraya taşındığımızda pek bir beklentim yoktu ama bu okulun da bir öncekinden daha iyi olmadığını görmek yine de üzücüydü. Başka bir küçük kasabaya sıkışıp kalmış, benimkine benzer yüzleri yalnızca akşam haberlerinde gören ve onlardan nefret eden insanlarla dolu bir evrene düşmüştüm. Yeni bir okula alışmak için geçen o yorucu, yalnız aylardan nefret ediyordum; etrafımdaki çocukların benim ne korkutucu ne de tehlikeli olduğumu anlamalarının bu kadar uzun sürmesinden nefret ediyordum; insan içinde yanıma oturabilecek kadar cesur tek bir arkadaş edinebilmenin acayip dokunaklı, ruh emici bir çaba gerektirmesinden nefret ediyordum. Bu korkunç döngüyü o kadar çok farklı okulda, o kadar çok kez yaşamak zorunda kalmıştım ki bazen gerçekten başımı bir duvara vurmak istiyordum. Artık dünyadan tek istediğim tamamen fark edilmez olmaktı. Bir odada ilerlerken kimsenin sana bakmamasının nasıl bir his olduğunu öğrenmek istiyordum. Ama kampüsteki tek bir bakış bile yavaş yavaş filizlenmiş herhangi bir umudu söndürmeye yetiyordu. Öğrenciler çoğunlukla, hemen hepsi basketbola âşıkmış gibi görünen iki bin kişilik homojen bir yapı oluşturuyordu. Henüz sezona bile başlamamış olan takımı tebrik eden onlarca posterin –ve ön kapıda dalgalanan devasa bir flamanın– yanından geçmiştim şimdiden. Koridorların duvarlarına kocaman, siyah-beyaz sayılar yazılmıştı. Geçenler için sezonun ilk maçına kadar gün sayıyordu.
Ben basketbolla ilgilenmiyordum. Onun yerine insanların bugün bana söyledikleri aptalca şeyleri sayıyordum. Bir sonraki dersime yol alana dek on dörtte kalmıştım ve koridorda yanımdan geçen bir çocuk başıma o şeyi altına bomba saklamak için mi taktığımı sordu. Onu sallamadım. Ardından arkadaşı belki de gizli kel olduğumu söyledi. Onu da sallamadım. Sonra bir üçüncüsü muhtemelen aslında erkek olduğumu ve bunu gizlemeye çalıştığımı söyleyince nihayet hepsine siktirip gitmelerini söyledim. Bu sırada bu mükemmel hipotezleri konusunda birbirlerini tebrik ediyorlardı. O bok parçalarının neye benzediklerine dair bir fikrim yoktu çünkü onlara hiç bakmamıştım ama bir sonraki dersin sınıfına erkenden gitmiş, karanlıkta diğerlerinin gelmesini beklerken aklımdan on yediyi geçiriyordum. On yedi.
Bunlar –yabancılardan düzenli olarak duyduğum bu zehirli laflar– başörtüsü takmanın kesinlikle en kötü tarafıydı. En iyi tarafıysa, öğretmenlerimin müzik dinlediğimi görememesiydi.
Kulaklıklarım için mükemmel bir kılıf oluşturuyorlardı. Müzik, günümün çok daha kolay geçmesini sağlıyordu. Okul koridorlarında yürümek bir şekilde daha kolaydı; sürekli yalnız oturmak daha kolaydı. Kimsenin müzik dinlediğimi anlayamamasını seviyordum ve kimse farkında olmadığı için kapamamı söyleyen de yoktu. Bana söylediklerini yarım yamalak dinlediğimin farkında olmayan öğretmenlerle bir sürü konuşma yaptım; bu bir şekilde beni mutlu ediyordu. Müzik, ikinci bir iskelet gibi dik tutuyordu beni; kendi kemiklerim dimdik duramayacak kadar titrediğinde ona tutunuyordum. Müziğimi abimden çaldığım iPod’da dinlerdim hep ve şimdi de –tıpkı geçen yıl, bu aleti ilk aldığında yaptığım gibi– kendi boktan filmimin müziklerini dinler gibi sınıfa doğru ilerledim. Bana açıklanamaz bir umut aşılıyordu.
Günün son dersi için sınıf nihayet toplandığında, sessize aldığım öğretmenimi dinliyordum. Zihnim oradan oraya geziniyordu, bir an önce kaçma arzusuyla saate bakıp duruyordum. Bugün, kafamdaki boşluğu Fugees dolduruyordu ve kalemkutuma bakıyor, onu elimde çevirip duruyordum. Uçlu kalemlere bir düşkünlüğüm vardı. Güzel olanlarına. Aslında dört taşınma öncede kalmış eski bir arkadaştan aldığım küçük bir koleksiyonum da vardı. O kalemleri bana Japonya’dan getirmişti ve ben onlara vurulmuştum. Kalemler kibar ve renkli ve parıltılıydı. Üstelik bir dizi sevimli silgiyle ve üzerinde bir koyun çizimi olan bu kalemkutusuyla gelmişlerdi. Koyun, Koyun olduğum için beni hafife alma, diyordu. Bunu hep çok komik ve tuhaf bulmuştum. Hafif bir gülümsemeyle bunları düşünürken biri omzuma dokundu. Sert bir dokunuştu.
Arkamı dönerken, “Ne?” dedim ama sesim kazara fazla yüksek çıkmıştı. Çocuğun biriydi. İrkilmiş görünüyordu. “Ne?” dedim bu kez sessizce, öfkelenmiştim. Bir şey söyledi ama onu duyamadım. Cebimden iPod’u çıkarıp durdurma tuşuna bastım. “Ha!” Gözlerini kırpıştırarak bana baktı. Gülümsedi ama kafası karışmış gibiydi. “Sen müzik mi dinliyorsun orada?” “Sana nasıl yardımcı olabilirim?” “Ah, yok, yok. Sadece kitabım omzuna çarptı da. Yanlışlıkla. Özür dilemeye çalışıyordum.” “Tamam.” Tekrar önüme döndüm ve müziği açtım. Gün geçti. İnsanlar ismimi katletti, öğretmenler benimle ne halt edeceklerini bilemedi, matematik öğretmeni yüzüme bakıp bu ülkeyi sevmeyen insanların geldikleri yere geri dönmesi gerektiğine dair beş dakikalık bir konuşma yaptı ve ben o sırada ders kitabıma o kadar çok baktım ki ikinci dereceden denklemleri kafamdan atmam günler sürecekti. Sınıf arkadaşlarımın hiçbiri benimle konuşmadı. Biyoloji kitabıyla yanlışlıkla omzuma vuran çocuk hariç. Keşke hiçbiri umurumda olmasaydı.
O gün eve doğru yürürken hem rahatlamış hem de keyifsiz bir ruh hâli içindeydim. Beni kalp kırıklıklarından koruyacak duvarları örmek içimden pek çok şeyi söküp atmıştı ve her günün sonunda bu duygusal çaba yüzünden öyle tükenmiş oluyordum ki bütün bedenim titriyordu. Başımdaki bu ağır, kederli pustan kur tulmaya çalışarak, beni eve taşıyacak uzun kaldırıma doğru ilerlerken bir araba yavaşladı ve içinden bir kadın artık Amerika’da olduğumu ve ona göre giyinmem gerektiğini haykırdı. Ama ne bileyim, o kadar yorgundum ki öfkelenecek enerjiyi bulamadım. Kadın uzaklaşırken ona ortaparmağımı gösterdiğimde bile.
Tek düşünebildiğim, İki buçuk yıl daha, oldu. İki buçuk yıl sonra lise dedikleri bu panoptikondan, insan dedikleri bu canavarlardan kurtulacaktım. Bu ahmaklar kurumundan kaçmayı çaresizce bekliyordum. Üniversiteye gitmek, kendi hayatımı kurmak istiyordum. O zamana kadar tüm bunları atlatabilirsem tabii.
2
ASLINDA AİLEM, İNSANLIĞIN olup olabileceği en müthiş kişilerdi. Benim hayatımı –ve tabii abiminkini– daha iyi hâle getirmek için bütün gün çalışıp didinen gururlu İran göçmenleriydiler. Her taşınmamız bizi daha iyi bir mahalleye, daha büyük bir eve, daha iyi gelecek olanakları sunan daha iyi bir okul bölgesine götürdü. Annemle babam mücadeleden asla vazgeçmediler. Çabalamayı asla bırakmadılar. Beni sevdiklerini biliyordum. Ama şunu bilmelisiniz ki öte yandan da benim önemsiz olduğunu düşündükleri mücadelelerimi asla anlamadılar.
Ailem hiçbir zaman öğretmenlerimle konuşmadı. Bir kere bile okulumu aramadılar. Hiçbir zaman oğulları suratıma taş attığı için başka bir çocuğun annesini çağırma tehdidi savurmadılar. İnsanlar, kendimi bildim bileli, yanlış bir adım/ırkım/dinim olduğu ve yanlış sosyoekonomik statüde bulunduğum için benimle dalga geçip durdular ama benim hayatım, annemlerin yetişme şartlarına kıyasla o kadar rahattı ki neden her sabah şarkılar söyleyerek uyanmadığımı gerçekten anlayamıyorlardı. Babamın kendi hikâyesi o kadar akıl almazdı ki –on altı yaşında bir başına evinden kaçıp Amerika’ya gelmiş– Vietnam’daki savaşa gitmek üzere askere alındığı kısım parlak bir nokta gibi görünüyordu. Çocukken anneme okuldaki insanların bana kaba davrandıklarını söylediğimde başıma vurur ve bana bir savaşla gerçek bir devrimi nasıl atlattığını, on beşindeyken birilerinin sokağın ortasında kafasını yarıp en iyi arkadaşını da bir balık gibi deştiklerini anlatırdı ve “Hey, neden Cheerios’unu yiyip her şeyi zamana bırakmıyorsun, seni kıymet bilmez Amerikan veledi,” derdi.
Ben de Cheerios’umu yerdim. Meseleyi de dile getirmezdim. Annemle babamı seviyordum, gerçekten seviyordum. Ama onlarla kendi acılarımı hiç konuşmadım. Öğretmenlerin size yalnızca kötü şeyler söylediği ve gerçekten eşek sudan gelinceye kadar dövmediği bir okula gidecek denli şanslı olduğunuzu düşünen bir anne babadan anlayış görmeniz mümkün değildi. Ben de hiçbir şey anlatmamaya başladım. Okuldan eve gelir, annemle babamın günümün nasıl geçtiğine dair sorularını geçiştirirdim. Ödevlerimi yapar, kendimi oyalayacak bir şeyler bulurdum. Bir sürü kitap okudum. Çok klişe, biliyorum. Yalnız çocuk ve kitapları. Ama abimin odama girip de kafama bir Harry Potter nüshası atarak, “Bunu okulda kazandım, senin seveceğin bir şeye benziyor,” dediği gün, hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Yalnızca kâğıtların üzerinde yaşamayan az sayıdaki arkadaşım paramparça anılara dönüşmüştü ve o anılar da hızla siliniyordu. Taşınmalarımız sırasında bir sürü şey kaybetmişimdir –eşyalar, zımbırtılar, nesneler– ama hiçbiri insanları kaybetmek kadar can yakmıyordu. Her neyse, genellikle kendi başıma takılırdım.
Oysa abim her zaman meşguldü. Eskiden epey yakındık, birbirimizin en yakın arkadaşıydık ama sonra o bir sabah uyandı ve kendisinin havalı ve yakışıklı olduğunu, benimse olmadığımı ve hatta varlığımın bile insanları korkuttuğunu keşfetti. Sonra da, bilmiyorum işte, koptuk. Bilinçli bir şey değildi. Onun görüşeceği bir sürü insan, yapacağı bir sürü şey, arayacağı bir sürü kız vardı; benimse yoktu. Abimi severdim ama. Hem de çok severdim. Beni öfkeden küplere bindirmediği zamanlarda iyi bir çocuktu.
Yeni okulumdaki ilk üç haftamı, anlatılmaya değecek çok az şey yaşayarak atlattım. Heyecansızdı. Sıkıcıydı. İnsanlarla en temel düzeyde, yalnızca göstermelik etkileşimlerde bulundum ve zamanımın çoğunu müzik dinleyerek geçirdim. Okuyarak. Vogue sayfalarını karıştırarak. Paramın asla yetmeyeceği karmaşık modaya cidden düşkündüm ve hafta sonlarımı ikinci el kıyafetler satan mağazalarda, podyumda en beğendiğim parçalara benzeyen; sonradan, yatak odamın sessizliğinde yeniden yaratmaya çalışacağım kıyafetler bulmaya çalışarak geçiriyordum. Dikiş makinesinde vasattım; elle dikişte daha iyi iş çıkarıyordum. O zaman bile iğneleri kırıp duruyor, yanlışlıkla kendimi deliyor ve okula parmaklarımda bir sürü yara bandıyla giderek öğretmenlerimin bana her zamankinden daha tuhaf bakışlar atmasına neden oluyordum. Yine de aklımı dağıtıyordu. Henüz eylülün ortalarıydı ve şimdiden okulu belli belirsiz de olsa iplemek konusunda mücadele veriyordum.
Panoptikondaki neşe dolu bir günün daha ardından kendimi kanepeye attım. Annemler henüz işten dönmemişti ve abimin nerede olduğunu da bilmiyordum. İç geçirerek televizyonu açtım ve başörtümü çıkardım. Atkuyruğumu çözdüm ve elimi saçlarımın arasından geçirdim. Sonra yeniden kanepeye yerleştim. TV’de her öğleden sonra tam da o saatte Matlock’un tekrar yayınları oluyordu ve onları sevdiğimi sesli olarak itiraf etmekten utanmıyordum. Matlock’u seviyordum. Daha ben doğmadan çekilmiş bir diziydi ve suç davalarını tonlarca para karşılığında çözen Matlock adındaki cidden yaşlı ve oldukça pahalı bir avukatla ilgiliydi. Artık yalnızca ihtiyarlar tarafından hatırlansa da bu beni rahatsız etmiyordu. Çoğu zaman kendimi genç bir bedene hapsolmuş yaşlı bir ruh gibi hissediyordum zaten; Matlock benim kafadandı. Görüntüyü tamamlamak için tek ihtiyacım bir kâse kuru erik ya da bir bardak elma püresiydi ve acaba buzdolabımızda bir zula olabilir mi diye düşünürken abimin eve geldiğini duydum.
Önce üzerinde pek düşünmedim. Evin içine doğru seslendi ve ben de öylesine bir gürültü çıkardım; Matlock harikalar yarattığından başımı çevirme zahmetine giremezdim. “Hey, beni duymadın mı?” Başımı kaldırdım. Abimin yüzünü gördüm. “Birkaç arkadaşımı getirdim,” diyordu ve o zaman bile tam olarak anlamamıştım. Çocuklardan biri oturma odasına girene kadar da anlamadım. Ayağa o kadar hızlı kalktım ki neredeyse düşüyordum. “Neler oluyor, Navid?” diye tısladım ve başörtümü kaptım. Normalde takması epey rahat olan konforlu, paşmina bir şaldı ama o sırada iyice öfkelenmiştim ve parmaklarım birbirine dolanıyordu. Örtü her nasılsa başımın üzerinden kayıp gitti. Çocuk yalnızca gülümsedi. “Ah, endişelenme,” dedi hızla. “Benim yüzde seksenim falan gey.” “Ne hoş,” dedim rahatsız bir şekilde. “Ama bu seninle ilgili değil.” “Bu, Bijan,” dedi Navid, beni ve İranlı olduğu açıkça belli olan çocuğu başıyla işaret ederken kahkahasını güçlükle bastırıyordu. Çocuğun Acem olduğu o kadar açıktı ki neredeyse inanamıyordum; bu kasabada başka bir Ortadoğulu olabileceğini düşünmemiştim. Ama Navid artık yüzüme yüzüme gülüyordu ve oldukça gülünç görünüyor olabileceğimi o an fark ettim. Orada öylece durmuştum ve başörtüm başımın üzerinde tuhaf bir şekilde toplanmıştı. “Carlos ve Jacobi…” “Hoşça kalın.” Üst kata koştum.
Yatak odamı arşınlayıp dururken birkaç dakika boyunca olayın ne kadar utanç verici olduğunu düşündüm. O şekilde savunmasız yakalandığım için kendimi öfkeli ve aptal hissediyordum ama sonunda, her ne kadar olay utanç verici olsa da, yukarıda saatlerce aç biilaç saklanmamı gerektirecek kadar da utanç verici olmadığına karar verdim. Saçlarımı tekrar topladım, kendimi dikkatle toparladım –örtümü iğneyle tutturmayı sevmediğimden genellikle başımın etrafına gevşekçe sarar, uzun uçlarını omuzlarımdan atardım– ve tekrar ortaya çıktım.
Oturma odasına girerken kanepede dört çocuğun oturduğunu ve kilerimizdeki her şeyi yediklerini fark ettim. İçlerinden biri gerçekten bir paket kuru erik bulmuştu ve o sırada hepsini ağzına tıkmakla meşguldü. “Hey.” Navid başını kaldırıp baktı. “Selam.” Kuru erikleri yiyen çocuk bana baktı. “Küçük kız kardeş sensin demek?” Kollarımı kavuşturdum. “Bu, Carlos,” dedi Navid. Sonra başıyla, tanışmadığım diğer çocuğu işaret etti. Cidden acayip uzun, siyahi bir çocuktu. “Bu da Jacobi.” Jacobi bana doğru bakmadan coşkuyla el salladı. Teyzemin anneme İran’dan gönderdiği güllü helvanın tamamını yiyordu. Yediği şeyin ne olduğunu bildiğinden bile şüpheliydim. Ergen oğlanların doymak bilmez iştahları karşısında her zaman olduğu gibi hayrete düşmüştüm. Bu, midemi öyle bir bulandırıyordu ki ifade edebilmem mümkün değildi. Navid o sırada hiçbir şey yemeyen tek çocuktu. Onun yerine şu mide bulandırıcı protein karışımlarından birini içiyordu. Bijan beni tepeden tırnağa süzdü ve “Daha iyi görünüyorsun,” dedi. Gözlerimi kısarak ona baktım. “Burada ne kadar takılacaksınız?” “Kabalık etme,” dedi Navid dönüp bakmadan. Dizlerinin üzerine çökmüş, VCR’la uğraşıyordu. “Çocuklara Breakin’ izletmek istiyorum.” Biraz şaşırmıştım. Breakin’ benim en sevdiğim filmlerden biriydi.
Takıntımızın tam olarak nasıl başladığını hatırlamıyordum ama abimle ikimiz break dans videolarını hep sevmiştik. Break dansla ilgili filmler… Dünyanın her tarafından, saatler süren break dans yarışmaları… Her ne olursa. İkimizin de hoşlandığı bir şeydi bu –bu unutulmuş spora duyduğumuz sevgi– ve sıklıkla günün sonunda bizi bir araya getirirdi. Breakin’ denen filmi birkaç sene önce bit pazarında bulmuştuk ve hiç değilse yirmi defa izlemiştik. “Neden?” ” diye sordum. Bir koltuğa oturarak bacaklarımı altıma topladım. Hiçbir yere gitmeyecektim. Matlock’tan daha fazla keyif aldığım bir şey varsa o da Breakin’ filmiydi. “Olay ne?” Navid bana dönüp gülümsedi. “Bir break dans ekibi kurmak istiyorum.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Romantik
- Kitap AdıSonsuz İhtimaller Denizi
- Sayfa Sayısı256
- YazarTahereh Mafi
- ISBN9786258387728
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Buz Gezegeni Barbarları 2: Barbar Uzaylı ~ Ruby Dixon
Buz Gezegeni Barbarları 2: Barbar Uzaylı
Ruby Dixon
MİLYONLARCA HAYRANA ULAŞAN ROMANTİK BİLİMKURGU SERİSİ İKİNCİ KİTABI İLE OKUYUCUYLA BULUŞUYOR! BARBAR UZAYLI ekstra bölümler ve özel bir sonsöz ile! Liz Cramer, sıkışıp kaldığı...
- Gönülçelenler ~ Ali Novak
Gönülçelenler
Ali Novak
Herkes onlara hayrandı Bir kişi hariç Stella, hasta yatağındaki kardeşi Cara için her şeyi yapardı. Onun en sevdiği müzik grubu Gönülçelenler’in albümünü imzalatabilmek için...
- Gölge Serisi 2: Gecenin Gölgesinde ~ Fatih Murat Arsal
Gölge Serisi 2: Gecenin Gölgesinde
Fatih Murat Arsal
Sınırlarda yaşayan korkusuz bir adam… Tutkuyu hiç tatmamış hayat dolu bir kadın… Ve iki zıt insanı bir araya getiren ölümcül bir serüven! Her zorluğa...