New York Times, Usa Today, Sunday Times, Globe&Mail Ve Irish Times çok satanı.
Bir düğün. İspanya’ya bir seyahat. Dünyanın en sinir bozucu adamı..
Ve üç gün boyunca oynanacak bir sevgililik oyunu. Yani kesinlikle işlemeyecek bir plan.
Catalina Martín’in acilen ablasının düğününe birlikte gideceği birine ihtiyacı vardı. Kalbini paramparça eden eski sevgilisinin nişan haberini aldıktan sonra İspanya’ya yalnız dönemezdi. Amerikalı bir erkek arkadaşı olduğuna dair söylediği küçük yalan da kontrolden çıkmaya başlamıştı.
Onunla Atlantik Okyanusu’nu aşıp aldatmacasına ortak olacak birini bulmak için tam dört haftası vardı. Kalabalık, gürültücü ailesini kandırmak ise hiç kolay iş değildi. Ancak insanların ona acıyan bakışlarından kurtulacağı anlamına geliyorsa her şeyi yapardı.
Yani, neredeyse her şeyi… Uzun boylu, yakışıklı, herkese tepeden bakan iş arkadaşı Aaron Blackford’un yardım teklifini kabul etmesi imkânsızdı. Sonuçta Catalina hayatında hiç bu kadar sinir bozucu, küstah ve katlanılmaz bir adamla karşılaşmamıştı.
Ama ailesinin heyecanı onu köşeye sıkıştırmıştı ve Aaron en iyi değilse bile tek seçeneğiydi. Seyahatleri ilişkilerini yeni bir boyuta taşırken, aralarındaki yanlış anlaşılmalar ortaya dökülecek ve Catalina adamın belki de sandığı kadar korkunç biri olmadığını fark edecekti.
“Romantik bir hikâyeden isteyebileceğiniz her şey bu kitapta.” —Helen Hoang, New York Times çoksatan yazarı
“Armas’ın ilk romanındaki kimya muazzam… Yavaş gelişen romantizm, esprili ve zeki karakterlerin en derin sırlarını açarak geçmişteki yanlış anlaşılmaların üstesinden gelmesiyle alev alıyor. İspanya ve Lina’nın ailesinin tuhaflıkları da eğlenceyi katlıyor. Romantik komedi severler bayılacak.” —Publishers Weekly
“Şahane bir tempo, inanılmaz karakterler ve müthiş bir kimya.” —Business Insider
“Son sayfayı okuduktan sonra bile aklınızdan çıkmayacak bir romantizm arıyorsanız, işte sizin kitabınız bu.” —Cosmopolitan
“İlk sayfadan sizi içine çekecek ve son sayfalarıyla yüreğinizi ısıtacak.” —Ella Maise
*
1. BÖLÜM
“Ben seninle düğüne gelirim.” En çılgın rüyalarımda bile hayal edemeyeceğim, ki inanın bana hayal gücüm zengindir, o kalın ve tok ses tonundan duymayı asla düşünemeyeceğim o kelimeler kulaklarıma ulaştı. Kahveme öylece bakarken gözlerimi kıstım ve havada dolaşan zararlı madde var mı anlamaya çalıştım. Öyle bir şey olması en azından burada olanları açıklardı. Ama yok gibiydi. Hiçbir şey yoktu. Sadece içtiğim americanonun havada asılı kalan kokusunu alabiliyordum. “O kadar çaresiz durumdaysan senin için bunu yaparım,” dedi o kalın ses yeniden. Gözlerimi kocaman açarak başımı kaldırdım. Önce bir şey söylemek için ağzımı açtım ama sonra geri kapadım. “Rosie…” dedim, fısıltıdan farksız bir sesle. “O burada mı gerçekten? Görebiliyor musun? Yoksa bana çaktırmadan birileri kahveme bir şeyler mi kattı?” En yakın dostum ve New York’taki bir mühendislik danışma firması olan InTech’teki çalışma arkadaşım Rosie yavaşça başını salladı. Koyu renkli buklelerinin başının hareketiyle sallanmasını, normalde yumuşak bir ifadesi olan yüzünün şaşkınlıkla değişmesini izledim. Sesini alçalttı. “Hayır. Şuracıkta duruyor.” Ardından başı hemen arkama dönüverdi. “Selam. Günaydın!” dedi cıvıl cıvıl bir sesle, sonra dikkatini yeniden benim yüzüme verdi. “Tam arkanda.”
Ağzım şaşkınlıktan açık kalmış hâlde bir anlığına arkadaşıma bakakaldım. InTech genel merkezinin on birinci katında, bir koridorun en sonunda duruyorduk. Ofislerimiz görece birbirine yakındı, o yüzden Manhattan’ın göbeğinde, Central Park’ın yanı başındaki binaya girer girmez doğruca onun ofisine gitmiştim.
Planım, Rosie’yi kaçırmak ve sabahın bu erken saatlerinde genellikle boş olan, müşteriler için bekleme alanı olarak düzenlenmiş kısımdaki ahşap koltuklara götürmekti. Ama ne yazık ki planımı uygulayamamıştım. Daha koltuklara ulaşamadan bombayı patlatıvermiştim. İşte Rosie’nin içinde bulunduğum çıkmaza göstereceği ilgiye bu kadar ihtiyacım vardı. Ve sonra… sonra da birdenbire o çıkagelmişti.
“Üçüncü kez tekrar edeyim mi?” Adamın sorusuyla birlikte vücudumda yeni bir inanmazlık dalgası gezindi ve damarlarımdaki kan resmen dondu. Yapmazdı. Yapamayacağından değildi tabii, sadece söylediği şey hiç ama hiç anlamlı gelmiyordu. En azından bizim dünyamızda. Yani bizim… “Pekâlâ, tamam,” dedi içini çekerek. “Beni götürebilirsin.” Duraksadı ve o buz gibi dalganın bir kez daha üzerime çarpmasına neden oldu. “Ablanın düğününe beni götürebilirsin.” Omurgam kilitlenir gibi oldu. Omuzlarım kaskatı kesildi. Taba rengi pantolonumun içine soktuğum saten bluzumun duruşumdaki değişimle gerildiğini hissedebiliyordum. Onu götürebilirim. Ablamın düğününe. Yani… artı birim olarak mı? Kelimeleri beynimin içinde yankılanırken gözlerimi kırpıştırdım.
Sonra içimde bir şeyler çözülür gibi oldu. Bu yaşanan gülünçlük her neyse ‒zerre güvenmediğim bu adam nasıl iğrenç bir şaka yapmaya çalışıyorsa‒ gırtlağımda bir homurtunun oluşup boğazıma ulaşmasına ve daha ben farkına varamadan dudaklarımın arasından gürültüyle çıkmasına neden oldu. Ortaya çıkmak için acelesi varmışçasına. Arkamdan bir hırıltı yükseldi. “Komik olan ne?” Sesi alçaldı ve daha soğuk bir tona büründü. “Son derece ciddiyim.” Bir kahkaha patlatmamak için kendimi zor tutuyordum.
Buna inanmamıştım. Bir an bile. “Onun,” dedim Rosie’ye, “ciddi olması ihtimali, Chris Evans’ın birdenbire ortaya çıkıp bana olan sonsuz aşkını itiraf etme ihtimaliyle aynı.” Göstere göstere sağa sola baktım. “Yani öyle bir ihtimal yok. Ee, Rosie, sen az önce… Bay Frenkel hakkında bir şeyler söylüyordun, değil mi?” Bay Frenkel diye biri yoktu.
“Lina,” dedi Rosie, kaba olmak istemediği zamanlarda takındığını bildiğim, dişlerini fazlaca ortaya çıkaran gülümsemesiyle. “Baya ciddi görünüyor,” dedi o korkutucu gülümsemenin arasından. Gözleri, hemen yanımda duran adamı süzer gibi oldu. “Evet. Ben ciddi olabileceğini düşünüyorum.” “Hayır. Ciddi olamaz.” Başımı iki yana salladım, hâlâ arkamı dönüp arkadaşımın haklı olma ihtimalinin olduğunu kabul etmeyi reddediyordum. Mümkün değildi. Meslektaşım ve iflah olmaz baş ağrım Aaron Blackford’un böyle bir şey teklif etmesine imkân yoktu. Kesinlikle. Yoktu. Arkamdan sabırsız bir iç çekiş yükseldi. “Tekrara düşmeye başladık, Catalina.” Uzun bir bekleyiş. Ardından dudaklarının arasından başka bir gürültülü nefes çıktı, bu seferki çok daha uzundu. Ama arkamı dönmedim. Kararlılığımı korudum. “Beni görmezden gelmen yok olmamı falan sağlamayacak. Bunu biliyorsun.” Biliyordum tabii ki. “Ama bu, denemekten vazgeçeceğim anlamına da gelmez,” diye mırıldandım kendi kendime. Rosie eğilip bana bir bakış attı. Ardından, yüzünde aynı gülümsemeyle yeniden arkama döndü. “Bunun için kusura bakma, Aaron. Seni görmezden gelmiyoruz.” Gülümsemesi iyice gerildi. “Biz… bir mesele tartışıyorduk da.” “Ama onu görmezden geliyoruz. Duygularını incitmekten falan korkma. Çünkü onun duyguları olmadığını biliyorum.”
“Teşekkürler, Rosie,” dedi Aaron arkadaşıma, o her zamanki buz gibi tonundan uzak bir sesle. Kimseye kibar davranmaya çalıştığından değildi. Aaron’ın lügatinde kibarlık yoktu. Arkadaşça davranmayı becerebileceğinden bile emin değildim. Ama iş Rosie’ye geldiğinde her zaman daha az… gaddar davranıyor gibiydi. Benim hiç görmediğim bir muameleydi bu. “Catalina’ya arkasını dönmesini söyleyebilir misin? Kafasının arkasına değil de yüzüne konuşmaktan memnun olurum.” Ses tonu yeniden eksi derecelere düşmüştü. “Tabii ki bu da onun, bırak komik bulmayı, anlamayı bile başaramadığım o şakalarından biri değilse.”
Bütün vücudumla birlikte yüzüm de alev aldı. “Tabii,” dedi Rosie. “Bence… Bence bunu yapabilirim.” Arkadaşımın bakışları arkamdaki o noktadan yüzüme döndü, kaşları yukarı kalkmıştı. “Lina, şey, Aaron arkanı dönmeni rica ediyor, eğer ki bu da senin o şakalarından…” “Teşekkürler, Rosie. Duydum,” dedim dişlerimin arasından. Yanaklarımın yandığını hissedince onunla yüzleşmeyi reddettim. Bu, nasıl bir oyun oynuyorsa onu kazanmasına izin vermek anlamına gelirdi. Ayrıca az önce komik olmadığımı söylemişti. Söyleyene bak! “Senden Aaron’a, mizah duygusu olmayan birinin şakalara gülemeyeceğini, dahası anlamayı bile beceremeyeceğini söylemeni rica ediyorum. Yapabilirsen harika olur. Teşekkürler.” Rosie yalvarırcasına bana bakarak başının yan tarafını kaşıdı. Bana bunu yaptırma, diyor gibiydi gözleriyle. Gözlerimi kocaman açarak onun yalvarmasını görmezden geldim ve devam etmesi için yalvarırcasına baktım. Derin bir nefes verdi ve bir kez daha arkama döndü. “Aaron,” dedi sahte gülümsemesi daha da büyürken, “Lina diyor ki…” “Duydum, Rosie. Teşekkürler.”
Aaron’a ‒ve de buna‒ o kadar alışkındım ki sadece benimle birlikteyken kullandığı o ses tonuna geçişinin işaretlerini yakalamıştım. En az normal ses tonu kadar tatsız ve de soğuk olan ama şimdi içinde fazladan küçümseme ve mesafe de barındıran o ton. Çok yakında bir de kaş çatmanın eşlik edeceği o ton. Bunu anlamak için dönüp ona bakmama bile gerek yoktu. Konu bana ve aramızdaki… bu şeye geldiğinde her nasılsa hep ortaya çıkan şeylerdi bunlar.
“Sözlerimin aşağıdaki Catalina’ya rahatça ulaştığından oldukça eminim ama ona yapacak işlerim olduğunu ve bu eğlenceyi daha fazla sürdüremeyeceğimi söylersen minnettar olurum.” Aşağıdaki mi? Saçma derecede kocaman olan adam. Boyum ortalamaydı. Bir İspanyol için ortalamaydı yani. Ama yine de ortalamaydı. Bir altmıştım – yani neredeyse bir altmış bir, çok teşekkür ederim. Rosie’nin yeşil gözleri bana döndü. “Yani, Aaron’ın çok işi var ve o da…”
“Eğer…” Kelimenin ağzımdan son derece tiz ve gıcırtı gibi çıktığını duyunca susuverdim. Boğazımı temizleyip tekrar başladım. “Eğer o kadar meşgulse, lütfen ona beni rahat bırakmasını söyle. Ofisine geri dönebilir ve kendisini ilgilendirmeyen bir şeye burnunu sokmak için çok şaşırtıcı bir şekilde ara verdiği o işkolik faaliyetleri her neyse onlara kaldığı yerden devam edebilir.” Arkadaşımın ağzının bir şey diyecek gibi açılmasını izledim ama arkamdaki adam, daha Rosie’nin dudaklarından bir ses çıkamadan araya girdi. “Tamam, demek ne söylediğimi duydun. Teklifimi. Güzel.” Duraksadı. Ben de sessizce küfrü bastım. “O zaman cevabın ne?” Rosie’nin yüzü bir kez daha şokla çarpıldı. Bakışlarım onun üzerindeydi ve koyu kahverengi gözlerimin giderek artan öfkemle nasıl kırmızıya döndüğünü hayal edebiliyordum. Cevabım mı? Ne halt etmeye çalışıyordu ki? Bu, aklımla oynamanın yeni, yaratıcı bir yolu muydu? Akıl sağlığımla?
“Neden bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yok. Hiçbir şey duymadım,” diye yalan söyledim. “Bunu ona da söyleyebilirsin.” Rosie buklelerini kulağının arkasına sıkıştırdı, gözleri çok kısa bir süre Aaron’a döner gibi oldu ama hemen ardından yine bana çevrildi. “Sanırım ablanın düğününe seninle gelmeyi teklif ettiği andan bahsediyor,” diye açıkladı yumuşak bir sesle. “Biliyorsun, bana her şeyin değiştiğini ve şimdi seninle İspanya’ya gidecek ve o düğüne katılacak birini ‒herhangi birini‒ bulman gerektiğini, aksi takdirde yavaş yavaş öleceğini, acılı bir ölüm olacağını ve…” “Tamam, anladım,” dedim telaşla ve Aaron’ın tüm bunları duyduğunu fark ettiğimde yüzümün tekrar alev aldığını hissettim. “Teşekkürler, Rosie. Özetlemeyi kesebilirsin.” Yoksa yavaş ve acılı ölümle şu an yüzleşecektim.
Aaron, “Sanırım çaresiz kelimesini de kullandın,” diye araya girdi. Kulaklarım yanıyordu, muhtemelen radyoaktif kırmızının beş tonunda yanıp sönüyor olmalıydı. “Kullanmadım,” dedim derin bir nefes vererek. “O kelimeyi kullanmadım.” “Sen… aslında kullandın, tatlım,” diye onu onayladı en yakın arkadaşım. Hayır, eski en yakın arkadaşım. Gözlerimi kısarak dudaklarımı oynattım: N’apıyorsun sen, hain? Ama ikisi de haklıydı. “Pekâlâ. Kullandım. Ama bu, o kadar da çaresiz olduğum anlamına gelmez.” “Bu tam da gerçekten çaresiz olan insanların söyleyeceği bir şey. Ama kendini kandırmak geceleri rahat uyumanı sağlıyorsa sorun yok, Catalina.” O sabah sessizce ettiğim bilmem kaçıncı küfrün ardından gözlerimi bir anlığına kapadım. “Bu seni ilgilendirmez, Blackford ama çaresiz değilim, tamam mı? Ve geceleri gayet iyi uyuyorum. Hatta aslına bakarsan hiç bu kadar iyi uyumamıştım doğrusu.” Giderek büyüttüğüm yığına bir yalan daha eklemenin ne zararı olurdu, değil mi? Az önce inkâr ettiğimin aksine, gerçekten de o düğüne benimle gelecek birini bulmam gerekiyordu çaresizce. Ama bunun anlamı onunla… “Tabii.” İronik bir şekilde, Aaron Blackford’ın o sabah arkama dikilip söylediği tüm o lanet sözlerin arasında bu tek kelime, inatla koruduğum kayıtsız duruşumu bozmama neden oldu.
Dudaklarından sıkılmış gibi ve saygısızca çıkan, tam da Aaron’a yaraşır o küçümseyici tabii. Tabii. Resmen kan beynime sıçramıştı. Başka biri tarafından söylense benim için hiçbir anlam ifade etmeyecek o beş harfli kelimeye verilen bu tepki öyle ani ve refleksif olmuştu ki, vücudumun ona döndüğünü bile çok geç fark ettim. Arkamı dönünce, olağanüstü boyundan dolayı fena hâlde geniş olan göğsüyle ve bir yumruk atıp kırıştırmak istediğim bembeyaz gömleğiyle karşı karşıya kaldım. Kim her bir lanet ânını bu kadar şık ve kusursuz yaşardı ki? Kim olacak, tabii ki Aaron Blackford. Bakışlarım yuvarlak omuzlarına ve güçlü boynuna kaydı, oradan da çenesinin düz hattına ulaştı. Dudakları her zamanki gibi dümdüz bir çizgi hâlini almıştı. Daha sonra gözlerim yukarılara, bana her şeyin soğuk ve ölümcül olduğu okyanusun derinliklerini hatırlatan mavi gözlerine ulaştı ve o gözlerin bana baktığını fark ettim. Kaşlarından biri kalkmıştı. “Tabii mi?” diye tısladım. “Evet.” Kuzguni saçlarla kaplı başını tek bir kez salladı, bakışları hâlâ üzerimdeydi. “Kabul edemeyecek kadar inatçı olduğun bir şey hakkında tartışarak daha fazla zaman kaybetmek istemiyorum, o yüzden evet. Tabii.” Kıyafetlerini ütülemeye muhtemelen diğer insanlarla etkileşime girmekten daha fazla zaman harcayan bu mavi gözlü adam, sabahın bu erken saatinde öfkeden deliye dönmeme sebep olamayacaktı. Vücudumu kontrol altında tutmaya çalışarak uzun, derin bir nefes aldım. Kestane tonlarındaki saçımın bir tutamını kulağımın arkasına sıkıştırdım. “Eğer bu zaman kaybıysa, o hâlde neden hâlâ burada olduğunu hiç anlamıyorum. Lütfen benim veya Rosie için burada kalma.”
Bunun üzerine Bayan Hain’in ağzından belli belirsiz bir ses çıktı. “Çoktan giderdim,” dedi Aaron mesafeli bir tonla. “Ama hâlâ soruma cevap vermedin.” “O bir soru değildi,” dedim, kelimeler ağzımda acı bir tat bırakmıştı. “Söylediklerinin içinde soru yoktu. Ama bu önemli değil çünkü sana ihtiyacım yok, çok teşekkür ederim.” “Tabii,” diye tekrarladı, sinirimi daha da zıplatarak. “Gerçi bence ihtiyacın var.” “Yanlış düşünüyorsun.” Kaşı daha da yukarı kalktı. “Yine de kulağa bana gerçekten ihtiyacın varmış gibi geldi.” “O hâlde ciddi işitme sorunları yaşıyor olmalısın çünkü yine yanlış duydun. Sana ihtiyacım yok, Aaron Blackford.” Boğazımdaki kuruluğu gidermek isteyerek yutkundum. “İstersen senin için yazabilirim. Hatta senin için daha kolay olacaksa bir e-posta da gönderirim.” Bir an düşünür gibi oldu, tamamen umursamaz görünüyordu. Ama bunun peşini o kadar kolay bırakacağını düşünmemem gerektiğini biliyordum. Ağzını tekrar açar açmaz da bunu kanıtladı. “Düğünün bir ay sonra olduğunu ve bir kavalyen olmadığını söylemedin mi?” Dudaklarım sıkı bir çizgi hâlini aldı. “Belki. Tam olarak hatırlayamıyorum.” Söylemiştim. Hem de kelimesi kelimesine. “Rosie de sana arkada oturup dikkat çekmemeye çalışırsan, düğüne yalnız gittiğini kimsenin fark etmeyeceğini söylemedi mi?” Arkadaşımın kafası bir anda görüş alanıma giriverdi. “Söyledim. Ayrıca donuk bir renk giymesini önerdim, o gözalıcı kırmızı elbiseyi değil…” “Rosie,” diye sözünü kestim. “Gerçekten yardımcı olmuyorsun.” Hafızasının derinliklerini kurcalarken Aaron’ın gözleri hiç başka yöne kaymadı. “Sonra sen de Rosie’ye, anasını sattığın ‒senin lafın‒ baş nedime olduğunu ve bu nedenle ebesinden dedesine herkesin ‒yine senin lafların‒ seni fark edeceğini söylemedin mi?”
Bayan Hain hemen, “Söyledi,” diye onayladı. Başım jet hızıyla ona dönüverdi. “Ne?” Omuzlarını silkerek ölüm cezasını kesinleştirmiş oldu. “Ama söyledin, tatlım.” Yeni arkadaşlara ihtiyacım vardı. HEM DE EN KISA SÜREDE. “Söyledi,” diye destekledi Aaron, bakışlarımı ve dikkatimi tekrar ona çekerek. “Ayrıca eski erkek arkadaşının sağdıç olduğunu ve onun karşısına yalnız, zavallı ve acınası bir şekilde bekâr olarak ‒yine senin laflarındı bunlar‒ çıktığını düşünmenin üstünü başını yırtmak istemene neden olduğunu söylemedin mi?” Söylemiştim. Gerçekten de bunları söylemiştim. Ama Aaron’ın dinlediğini nereden bilebilirdim ki; yoksa bunu asla yüksek sesle dile getirmezdim. Ama görünüşe göre yanı başımdaydı. Artık biliyordu. Bunu açıkça kabul ettiğimi duymuş ve hemen kafama kakmıştı. Her ne kadar kendime umursamadığımı ‒umursamamam gerektiğini‒ söylesem de incinmenin acısını içimde hissedebiliyordum. Bu da bana kendimi daha da yalnız, zavallı ve acınası hissettiriyordu. Boğazımdaki yumruyu yutarak gözlerimi kaçırdım ve âdemelmasına yakın bir yere diktim. Yüzünde ne olduğunu görmek istemiyordum. Alay. Acıma. Umurumda bile değildi. Benim hakkımda bir kişinin daha böyle düşündüğü bilmesem de olurdu. Boğazı hareket etti. Biliyordum çünkü kendime bakmak için izin verdiğim tek yeri orasıydı. “Sen gerçekten de çaresizsin.” Nefesimi dışarı verirken hava dudaklarımdan zorla ayrılıyordu sanki. Başımı sadece bir kez sallayarak ona karşılık verdim. Bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum. Bu ben değildim. Genelde ilk kanı akıtan ben olana kadar savaşmaya devam ederdim. Çünkü yaptığımız buydu. Birbirimizin duygularını umursamazdık. Bu, yeni değildi.
“O zaman beni götür. Düğünde senin kavalyen olacağım, Catalina.” Bakışlarım yavaş yavaş yukarı çekildi, içimi ihtiyat ve utanç karışımı garip bir duygu kaplamıştı. Tüm bunlara tanık olması yeterince kötüydü ve şimdi, bir şekilde, bunu kendi yararına mı kullanmaya çalışıyordu? Bana karşı üstün gelmek için? Öyle olmayabilirdi de. Bunu yapmak istemesinin, benim kavalyem olmayı teklif etmesinin ardında bir açıklaması, bir sebebi olabilirdi. Herhangi bir makul sonuca varmadan önce yüzünü inceleyerek tüm bu seçenekleri ve olası amaçlarını düşündüm. Ama neden veya neyi başarmaya çalıştığını anlamama yardımcı olacak bir cevap bulamıyordum. Sadece doğrular vardı. Hakikat. Biz arkadaş değildik. Aaron Blackford ve ben birbirimize zar zor tahammül ediyorduk. Birbirimize kin besliyorduk, sürekli birbirimizin hatalarını yüzüne vurur, farklı şekillerde iş yapmamızı, düşünmemizi ve yaşamamızı eleştirirdik. Farklılıklarımızı kınardık. Geçmişte bir ara, yüzünün olduğu bir postere dart atmışlığım bile vardı. Ve onun da aynısını yapacağından oldukça emindim çünkü Nefret Bulvarı’nda son hız giden sadece ben değildim. Bu, çift yönlü bir yoldu. Üstüne üstük, aramızdaki bu uçuruma neden olan kendisiydi. Bu kavgayı ben başlatmamıştım. Peki neden? Neden bana yardım teklif ediyormuş gibi yapıyordu ve neden teklifini kabul edip etmemeyi düşünerek bile onu eğlendirecektim ki? “Bir kavalye bulmaya çok ihtiyacım olabilir ama o kadar da çaresiz değilim,” diye tekrarladım. “Az önce de dediğim gibi.” İç çekişi bitkindi. Sabırsız. Sinir bozucu. “Bırakayım da sen bunu bir düşün. Başka seçeneğin olmadığını biliyorsun.” “Düşünecek bir şey yok.” Elimi aramızda şöyle bir salladım. Sonra Rosie’nin o sahte, dişlek gülümsemesini taklit ettim. “Yanıma seni alacağıma smokin giymiş bir şempanze alırım, daha iyi.”
Kaşları yine havalandı, gözlerinde bu durumdan zevk aldığına dair pek bir ibare yoktu. “Hadi ama, öyle bir şey yapmayacağını ikimiz de biliyoruz. Duruma ayak uyduracak şempanzeler bulunabilecek olsa da eski sevgilin yanı başında olacak. Ve ailen. İyi bir izlenim bırakman gerektiğini söyledin ve ben de tam olarak bunu yapacağım.” Başını eğdi. “Ben senin en iyi seçeneğinim.”
Ellerimi bir kez çırparak homurdandım. Seni kıçımın mavi gözlü ukalası. “Sen benim en iyi hiçbir şeyimsin, Blackford. Ayrıca bir sürü başka seçeneğim var,” diye karşılık verdim, omzumu silkerek. “Tinder’da birini bulurum. Belki New York Times’a bir ilan veririm. Birini bulabilirim.” “Sadece birkaç hafta içinde mi? Çok düşük bir ihtimal.” “Rosie’nin arkadaşları var. Onlardan birini alırım.” Başından beri planım buydu. Rosie’yi bu kadar erken yakalamamın sebebi de buydu. Çaylak hatası yapmıştım tabii. İşten çıkmayı ve konuşmak için Rosie’yi Aaron’ın olmadığı güvenli bir yere götürmeyi beklemeliydim. Ama annemle dünkü görüşmemden sonra… evet. İşler değişmişti. Durumumda kesinlikle bir değişiklik olmuştu. Birine ihtiyacım vardı ve herhangi birinin iş göreceğini ne kadar vurgulasam azdı. Tabii ki Aaron dışında biri. Rosie şehirde doğup büyümüştü. Tanıdığı birileri olmalıydı.
“Değil mi, Rosie? Arkadaşlarından biri müsait olmalı.” Arkadaşımın kafası yine ortaya çıkıverdi. “Belki Marty? Düğünleri sever.” Ona hızlı bir bakış attım. “Kuzeninin düğününde sarhoş olan, grubun mikrofonunu çalan ve kardeşin onu sahneden sürükleyerek indirmek zorunda kalana kadar My Heart Will Go On şarkısını söyleyen Marty değil miydi?” “Evet, ta kendisi,” dedi hafifçe irkilirken. “Evet, o zaman olmaz.” Ablamın düğününde öyle bir şey yaşanmasına izin veremezdim. Adamın kalbini göğüs kafesinden söküp tatlı niyetine servis ederdi. “Ryan’a ne dersin?” “Nişanlı ve mutlu.” Dudaklarım arasından bir iç çekiş döküldü. “Hiç şaşırmadım. Ryan kaçırılmayacak adam.”
“Biliyorum. O yüzden ikinizi defalarca yan yana getirmeye çalıştım ama sen…” Boğazımı gürültülü bir şekilde temizleyerek araya giriverdim. “Burada konumuz benim neden yalnız olduğum değil.” Hızlıca Aaron’a bir bakış attım. Gözlerini kısmış, hâlâ bana bakıyordu. “Şeye ne dersin… Terry’ye?” “Şikago’ya taşındı.” “Lanet olsun.” Gözlerimi bir anlığına kapatıp başımı salladım. Bunlar işe yaramayacaktı. “O zaman bir oyuncu falan kiralarım. Benim kavalyem gibi davranması için ona para veririm.” “Büyük ihtimalle pahalı bir seçenek olur,” dedi Aaron duygusuz bir sesle. “Ayrıca oyuncular da bekâr insanlar gelsin de onları artı birleri olarak bir yere çekiştirip gösteriş yapsınlar diye öylece beklemiyorlardır.” Ona bıkkın bir bakış attım. “Profesyonel bir eskort bulabilirim.” Dudaklarını, aşırı derecede sinirlendiğinde yaptığı gibi mühürlemişçesine birbirine bastırdı. “Yani ablanın düğününe benim yerime erkek bir seks işçisi götürmeyi mi tercih edersin?” “Bir eskort dedim, Blackford. Por Dios, * ” diye mırıldandım, kaşlarını çatmasını izleyerek. “Ben o tip bir hizmet aramıyorum. Sadece bana eşlik edecek birine ihtiyacım var. Tek yaptıkları bu. Etkinliklerde sana eşlik ediyorlar.” “Yaptıkları bu değil, Catalina.” Sesi kalın ve buz gibiydi. Soğuk bakışlarıyla beni yargılamaya devam ediyordu. “Hiç romantik komedi izlemedin mi?” Kaşlarının daha da çatılmasını izledim. “Kiralık Sevgili filmini bile izlemedin mi?” Cevap yoktu. Sadece insanın içini donduran o bakışlar. “Sen film falan izliyor musun hiç? Yoksa sadece… çalışıyor musun?” Evinde televizyon bile olmayabilirdi. İfadesinde zerre değişiklik olmadı. Tanrım, buna ayıracak zamanım yok. Ona ayıracak.
“Biliyor musun? Hiç önemli değil. Umurumda bile değil.” Ellerimi önce havaya kaldırıp sonra da birleştirdim. “Teşekkür ederim… bunun için. Yani bu neyse artık. Güzel düşündün. Ama sana ihtiyacım yok.” “Bence var.” Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. “Bence sen sinir bozucu bir adamsın.” “Catalina,” dedi ve adımı vurgulayarak söyleyişini sinirimin yeniden zıplamasına neden oldu. “Bu kadar kısa zamanda seninle gelecek birini bulabileceğini düşünüyorsan hayal âleminde yaşıyorsun demektir.”
Aaron Blackford yine haklıydı. Hayal âleminde yaşıyor olmam muhtemeldi. Üstelik yalandan da haberi yoktu. Benim yalanım. Asla da haberi olmayacaktı. Ama bu gerçekleri değiştirmiyordu tabii ki. Benimle Isabel’in düğünü için İspanya’ya gelecek birine, herhangi birine ihtiyacım vardı ama o kişi Aaron olamazdı. Çünkü (A) ben gelinin baş nedimesiydim. (B) Eski erkek arkadaşım Daniel, damadın abisi ve baş sağdıcıydı. Ayrıca önceki gün öğrendiğime göre çok sevdiği biriyle yakın zamanda nişanlanmıştı. Görünüşe göre ailem bu gerçeği bir süredir benden saklıyordu. (C) Birkaç ufak ve son derece başarısız denemeyi saymazsak aşağı yukarı altı yıldır bekârdım. Yani İspanya’dan ayrılıp Amerika’ya geldiğimden beri hayatımda kimse yoktu ki buraya da biricik ilişkimi elime yüzüme bulaştırmamdan kısa bir süre sonra gelmiştim. Düğüne katılan herkesin ‒çünkü benimki gibi ailelerde ve de geldiğim küçük kasabada kimsenin sırrı olmazdı‒ bildiği ve bu yüzden bana acıdığı bir mevzuydu bu. Ve (D) bir de yalanım vardı.
O yalan.
Anneme söylediğim ve dolayısıyla tüm Martín klanının da ‒çünkü konu bizim aile olduğunda mahremiyet ve sınırlar kaybolurdu‒ haberdar olduğu o yalan. Lanet olsun, yalanım şimdiye kadar yerel gazetenin duyurular sayfasında bile yayınlanmış olabilirdi.
Catalina Martín sonunda bekarlığa veda etti. Ailesi, Amerikalı erkek arkadaşını düğüne getireceğini duyurmaktan mutluluk duyar. Sizleri, on yılın en büyülü olayına tanıklık etmeye davet ediyoruz. Çünkü yaptığım şey buydu. Daniel’in nişanlandığı haberi annemin dudaklarından süzülüp telefonumun hoparlöründen kulaklarıma ulaştıktan hemen sonra ben de düğüne biriyle geleceğimi söylemiştim. Hayır, sıradan birisi değil. Erkek arkadaşımı getireceğimi ilan ederek ona yalan söylemiş, onu aldatmış ve çarpıtılmış bir bilgi vermiştim.
Ki teknik olarak öyle biri yoktu. Henüz. Peki, tamam, hiç olmayacaktı. Çünkü Aaron haklıydı. Bu kadar kısa sürede birini bulmayı umut etmek belki fazla iyimser bir tutumdu. Uydurma erkek arkadaşımmış gibi davranacak birini bulacağıma inanmak gerçekten de hayal âlemine özgüydü. Ama Aaron’ın tek seçeneğim olduğunu kabullenip teklifini kabul etmek mi? Asıl delilik bu olurdu. “Sonunda teklifimi dikkate aldığını görüyorum.” Aaron’ın sözleri beni şimdiki zamana döndürmüştü ve mavi gözlerinin bana çevrilmiş olduğunu gördüm. “Bu fikirle kendi başına uzlaşman için sana zaman vereceğim. Gerçekleştiğinde bana haber ver.” Dudaklarımı büzdüm. Yanaklarımın tekrar alev aldığını hissederken ‒çünkü benden zerre hoşlanmayan Aaron Blackford için ben, kavalye olmayı teklif edeceği kadar çaresiz biriydim‒ kollarımı göğsümde kavuşturdum ve o iki buzul mavisi noktaya bakmamak için gözlerimi kaçırdım.
“Ha, bir de, Catalina?”
“Evet?”
Kelime dudaklarımın arasından son derece zayıf bir sesle çıkıvermişti. Off, içler acısı bir durum.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Romantik
- Kitap Adıİspanyol Aşk Aldatmacası
- Sayfa Sayısı488
- YazarElena Armas
- ISBN9786258387087
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Beşinci Fil ~ Terry Pratchett
Beşinci Fil
Terry Pratchett
Beşinci Fil’in sırtında, karanlıktan aydınlığa koşanlar… Efsane yazar Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya” serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Beşinci Fil, siyaset ve...
- Gelinler Gemisi ~ Jojo Moyes
Gelinler Gemisi
Jojo Moyes
Dünyanın öbür ucundaki bilinmeyen bir geleceğe güvenebilecek kadar cesur olan gencecik kızların, savaş gelinlerinin muhteşem öyküsü Yıl 1946, 2. Dünya Savaşı sona erince tüm...
- Bay Yanlış Numara ~ Lynn Painter
Bay Yanlış Numara
Lynn Painter
Çok satan Filmlerden Daha Güzel kitabının yazarı Lynn Painter’ın bu yeni romantik komedisinde, bilinmeyen bir numaradan gelen ateşli bir mesajın anonim bir ilişkiye nasıl...