Ernaux’nun babası, kızı öğretmenlik sınavlarını verdikten iki ay sonra ölür. Yazar bu ölümün ardından, yetersiz eğitim görmüş, çocukluğundan beri değeri ancak kas gücüyle ölçülmüş babasının işçilikten küçük esnaflığa geçişini, onun toplumsal konumunu ve kendisiyle ilişkisini eşeler. Satırlara dökülenlerse dramatik hatıralar değil, bir portre üzerinden anlatılan bir “sınıf” hikâyesidir. Babamın Yeri, bir adamın hem toplumun hem de kızının gözündeki “yer”ini irdeleyen, son derece kişisel bir konuyu sakınmadan, alabildiğine yalın bir üslupla evrensele dönüştürerek aktaran bir metin. “Duyguların ve ketumluğun iç içe geçtiği muazzam bir edebî başarı.”Le Monde “Ernaux, Simone de Beauvoir’dan bir neslin tarihini tutan vakanüvis rolünü miras aldı.”Margaret Drabble
ANNIE ERNAUX, 1 Eylül 1940’ta, Lillebonne’da, işçi sınıfına mensup bir ailede doğdu; çocukluğunu Yvetot, Normandiya’da geçirdi. Mazbut bir sosyal çevrede büyüdü, edebiyat öğrenimi gördü ve uzun yıllar boyunca edebiyat öğretmenliği yaptı. Kişisel deneyimle toplumsal tarihi birleştiren unsurları daha ilk romanı Boş Dolaplar ile ortaya koydu. Toplumsal sınıf atlama, evlilik, kadın özgürlüğü, cinsellik, kürtaj, hastalık, yaşlılık ve ölüm gibi meseleleri kendi deneyimleri üzerinden aktarırken, arka planda daima toplumsal yaşam ve onu oluşturan kültürel, siyasi, tarihî olaylara yer vererek, başta Seneler olmak üzere, “toplumsal bellek” yazını olarak nitelenebilecek eserlere imza attı; birçok ödüle değer görüldü. Hâlâ Cergy’de yaşamaktadır.
“Bir izahata kalkışıyorum. Yazmak,
ihanet edenin son çaresidir.”
Jean Genet
***
Öğretmen yeterlilik sınavının uygulama aşamasına, Lyon’un işçi mahallelerinden Croix-Rousse’taki bir lisede girdim. İdareye ve öğretmenlere ayrılmış bölümdeki yeşil bitkileri, kum rengi halıyla kaplı kütüphanesiyle yeni bir liseydi. Bir müfettiş ve meslekte kendini kanıtlamış iki edebiyat öğretmeninin karşısında, sınav konum olan dersi vermem için içeriye alınmayı o kütüphanede bekledim. Bir kadın hiç duraksamadan, gayet kendinden emin, rahat bir edayla sınav kâğıtlarını kontrol ediyordu. Onun bu yaptığını hayatım boyunca yapabilmek için önümüzdeki bir saati doğru düzgün atlatmam yeterliydi. Fen bölümü öğrencilerinden oluşan bir lise üçüncü sınıf karşısında, Balzac’ın Goriot Baba’sından –numaralandırılması gereken– yirmi beş satırlık bir bölümü açıklayıp anlattım. Müfettiş daha sonra müdürün odasında beni, “Fazla uzattınız, öğrencileri uyutacaktınız,” diye payladı. İki yardımcısının –biri erkek, diğeri pembe ayakkabılı miyop bir kadın– ortasında oturuyordu. Ben de onların karşısında. Müfettiş on beş-yirmi dakika boyunca eleştirileri, övgüleri, tavsiyeleri sıralayıp dururken, bütün bunların kabul edildiğim anlamına gelip gelmediğini düşünerek onu yarım yamalak dinliyordum. Aniden, üçü birden tek bir hamlede, ciddi bir havayla ayağa kalktı.
Ben de telaşla ayağa fırladım. Müfettiş elini uzattı. “Hanımefendi, tebrik ederim.” Ötekiler de, “Tebrik ederim,” diyerek elimi sıktı, kadın gülümsedi. Otobüs durağına kadar hep bu seremoniyi düşündüm, öfke ve bir tür utançla. Aynı günün akşamı, annemle babama “asil” öğretmen olduğumu yazdım. Annem benim adıma çok sevindiklerini bildiren bir cevap gönderdi.
Babam tam tamına iki ay sonra öldü. Altmış yedi yaşındaydı ve annemle beraber (Seine-Maritime bölgesindeki) Y.’de, garın yakınlarında, sakin bir muhitte bir kafe-bakkal işletiyordu. Bir yıl sonra işi gücü bırakıp emekliye ayrılmaya niyetliydi. Lyon Lisesi’ndeki o sahnenin daha mı önce yoksa daha mı sonra gerçekleştiğini, Croix-Rousse’ta otobüs beklerkenki halimin gözümün önüne geldiği rüzgârlı nisan ayının, onun öldüğü boğucu haziran ayından önce mi yoksa sonra mı geldiğini sık sık birkaç saniyeliğine karıştırırım.
Bir pazar günüydü, ikindinin ilk saatleri.
Annem merdivenin başında belirdi. Muhtemelen öğle yemeğinden sonra odaya çıkarken eline aldığı peçeteyle gözlerini kuruluyordu. Donuk bir sesle, “Bitti,” dedi. Sonraki dakikaları hatırlamıyorum. Sadece babamın arkamda, uzakta bir yere dikili gözleri ve dişetlerinin üzerine çekilmiş dudakları geliyor gözümün önüne.
Yanılmıyorsam, annemden onun gözlerini kapatmasını istemiştim. Yatağın başucunda, teyzemle kocası da vardı. Babamın temizlenip giydirilmesine ve tıraş edilmesine yardımcı olmak istediler, vücut katılaşmadan önce bu işi bitirebilmek için acele etmek gerekiyordu. Annem, ilk defa üç yıl önce düğünümde giydiği takım elbisesini giydirebileceğimizi düşündü. Bütün bu sahne bağırış çağırış olmadan, hıçkırıklara gömülmeden, gayet sade bir şekilde cereyan ediyordu, yalnızca annemin gözleri kızarmıştı ve yüzünde sürekli zoraki bir gülümseme vardı. Yapılması gereken hareketler, hiçbir düzensizliğe ve kargaşaya meydan vermeden, gündelik konuşmalarla yerine getiriliyordu. Teyzem ve eniştem tekrarlayıp duruyorlardı: “Elini çabuk tuttu sahiden” ya da “Ne kadar da değişti”. Annem babamdan hâlâ hayattaymış ya da yeni doğmuş bebekleri andıran, kendine özgü bir yaşam biçimi sürüyormuş gibi söz ediyordu. Birkaç kere, büyük bir şefkatle “zavallı küçük babacık” diye hitap etti ona.
Tıraştan sonra, son günlerinde üstünde olan gömleği çıkarıp yerine temiz bir tane giydirmek için eniştem vücudu öne doğru kaldırdı. Başı, mermer damarlarına benzer çizgilerle kaplı çıplak göğsüne düştü. Hayatımda ilk defa babamın cinsel organını gördüm. Annem hafifçe gülerek, temiz gömleğin eteğiyle hemen örttü onu: “Ayıbını gizle bakalım adamcağızım.” Temizlik ve giydirme işi tamamlandıktan sonra, arasına tespih konan elleri birbirine kavuşturuldu. “Böyle daha iyi oldu”, yani daha uygun, daha temiz, bunu diyen annem miydi yoksa teyzem mi, şu an bilemiyorum. Panjurları kapattım ve yandaki odada öğle uykusuna yatırdığım oğlumu kaldırdım. “Dede uykuya daldı.”
Eniştemin haber vermesi üzerine, Y.’de yaşayan aile efradı geldi. Annem ve benimle yukarı çıkıyorlar, bir süre sessiz sedasız yatağın başucunda duruyor, sonra hastalık ve babamın ani sonu hakkında fısıldaşıyorlardı. Aşağı indiklerinde de kafede onlara içecek bir şeyler ikram ediyorduk.
Ölümü resmî olarak tespit eden nöbetçi hekimi hatırlamıyorum. Babamın yüzü birkaç saat içinde tanınmaz hale geldi. Akşamüstüne doğru odada yalnız kaldım. Güneş panjurların arasından muşamba döşemeye vuruyordu. O artık babam değildi. Çukurlaşan yüzdeki burun tüm alanı kaplamıştı. Vücudunu çevreleyen lacivert, bol takım elbisesinin içinde, uzanmış bir kuşa benziyordu. Sabit, faltaşı gibi açılmış gözleriyle ölümünden bir saat sonraki adamın yüzü şimdiden yok olmuştu. O yüzü bile bir daha asla göremeyecektim.
Defin işlerini düşünmeye başladık, cenaze töreni, ayin, duyurular, matem elbiseleri. Bütün bu hazırlıkların babamla ilgisi yokmuş gibi hissediyordum. Herhangi bir nedenle onun katılmayacağı bir tören. Annem yerinde duramıyordu, önceki gece bir süredir konuşamaz durumda olan babamın el yordamıyla kendisine doğru uzanıp onu öpmeye çalıştığını söyledi bana. Sonra ekledi: “Biliyor musun, gençliğinde yakışıklı çocuktu.”
Koku pazartesi günü duyuldu. Hiç aklıma gelmezdi. Suyu uzun süre değiştirilmeden, vazoda unutulmuş çiçeklerin önce hafif, sonra berbat kokusu. Annem dükkânı sadece cenaze günü kapadı. Yoksa müşterilerini kaybederdi ve böyle bir şeyin altından kalkamazdı. Müteveffa babam yukarıda yatıyor, o ise aşağıda pastis ve kırmızı şarap servisi yapıyordu. Gözyaşları, sessizlik ve vakar: Seçkin bir dünya görüşüne göre, yakınını kaybeden bir insanın tavrı böyle olmalıydı. Annem de, tıpkı eş dost gibi, aslında vakar kaygısıyla ilgisi olmayan adabımuaşeret kurallarına uyuyordu. Babamın öldüğü pazar günüyle çarşamba günkü cenaze töreni arasında, kafenin müdavimleri yerlerine oturur oturmaz alçak sesle, kısa ve öz olayı yorumluyordu: “Hakikaten de acayip hızlı gitti…” Yahut yapmacık bir neşeyle: “Patron teslim bayrağını çekti ha!” Haberi öğrendikleri zaman ne hissettiklerini anlatıyorlardı: “altüst oldum”, “ne hale geldiğimi anlatamam”. Böylece, anneme acısında yalnız olmadığını göstermek istiyorlardı, bir tür nezaket. Çoğu, sağlığı yerindeyken onu en son ne zaman gördüğünü hatırlıyor, bu son karşılaşmayla ilgili bütün ayrıntıların, tam yerin, günün, havanın, birbirlerine söyledikleri sözlerin peşine düşüyorlardı. Kendi halinde her zamanki gibi akıp giden hayatın bir ânının böyle titizlikle hatırlanıp anılması, babamın ölümünün akıllarını nasıl başlarından aldığını ifade etmeye yarıyordu. Patronu bir görmek istiyorlardı yine nezaket icabı. Fakat annem bütün talepleri yerine getirmedi. Hakiki bir sevgiyle hareket eden iyilerle, salt merak dürtüsüyle gelen kötüleri birbirinden ayırıyordu. Kafe müdavimlerinin hemen hemen hepsi babamla vedalaşma iznini elde etti. Bir tek komşu esnaflardan birinin karısı geri çevrildi çünkü babam sağken ona ve ağzını büzerek bilgiç bilgiç konuşmasına bir dakika bile tahammül edemezdi.
Cenaze görevlileri pazartesi günü geldi. Mutfaktan yatak odalarına çıkan merdiven tabutun geçirilemeyeceği kadar dardı. Bedenin plastik bir torbaya sarılması ve bir saatliğine kapanan kafenin orta yerine konan tabuta kadar, taşınmaktan ziyade merdivenlerden sürüklenerek indirilmesi gerekti. Görevlilerin –en iyi nasıl taşınır, köşe nasıl dönülür gibi– yorumlarıyla son derece uzun bir iniş.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBabamın Yeri
- Sayfa Sayısı72
- YazarAnnie Ernaux
- ÇevirmenSiren İdemen
- ISBN9789750754579
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sicilyalı ~ Mario Puzo
Sicilyalı
Mario Puzo
Sicilyalı, Mario Puzo’nun eserleri içinde bir köşe taşıdır. Bu kitapta; cinayetin, adaletin ve ihanetin romantik ve unutulmaz öyküsünü bulacaksınız. “Michael Corleone’nin Sicilya’daki sürgün hayatı...
- Karanlıkta Kahkaha ~ Vladimir Nabokov
Karanlıkta Kahkaha
Vladimir Nabokov
Nabokov’un Berlin dönemi romanlarından biri olan bu kitap, bir eleştirmenin deyişiyle, “zalimane bir başeser”dir; okuru, en “fotoroman” bir durumdan, şu “insanlık komedyası” denen şeyin...
- Doppler ~ Erlend Loe
Doppler
Erlend Loe
“Merak uyandıran, huzursuz eden, duygu yüklü bir metin; yazar için yeni bir sanatsal başarı.” – Stein Roll, Adresseavisen “Loe’nun Naif. Süper’den bu yana yazdığı...