“Tilki, kapanın elinde kalacaktı ama kadın diğerlerinden daha baskın çıkmıştı. Herkes uyuyordu ve ona rastlayan kendisi olmuştu.”
Paris’te, çatı katında küçücük bir dairede yoksulluğun sınırlarında yaşayan ve yine de hayatta kalmaya çalışan yaşlı bir kadın her sabah metronun gürültüsünü dinleyerek kahve çekirdeklerini sayıyor. Sırf diğer insanların sıcaklığını hissetmek için son parasıyla kalabalık metro vagonlarına biniyor, yiyecek bulmak için çöp kutularını karıştırıyor. Derken günün birinde küçük bir tilki kürkü buluyor, diğer bir deyişle kurtuluşunun anahtarını, yalnızlığını kendi uydurduğu eğlenceli bir dünyaya dönüştüren arkadaşını…
Küçük Tilkili Kadın, büyükşehirlerde hissettiğimiz görünmezliğin ve nihayet dünyadaki yerini geri kazanan bir kadının tüy hafifliğinde bir dokunuşla yazılmış hikâyesi, küçük bir mücevher.
“Violette Leduc’ün romanları dâhiyane olduğu kadar sıra dışı.”
Deborah Levy
VIOLETTE LEDUC, 1907’de Arras’da, evlilik dışı bir çocuk olarak doğdu. Çocukluğu ve yetişkinliği annesinin kendisini istemediği düşüncesiyle geçti. Zorluklarla dolu bir hayatı oldu, yaşamının ilk yıllarından itibaren yoksulluğu, hastalığı ve yalnızlığı deneyimledi. Eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. 1938’de tanıştığı, eşcinsel bir yazar olan arkadaşı Maurice Sachs, onu edebiyata yönlendirdi. 1945’te Simone de Beauvoir’la tanıştıktan sonra, ilk romanı L’Asphyxie (Boğulma) yayımlandı. Bunu L’Affamée (Açlık Çeken) (1946), Ravages (Yıkımlar) (1955), La Bâtarde (Piç) (1964), Küçük Tilkili Kadın (1965) ve Thérèse et Isabelle (Thérèse ve Isabelle) (1966) gibi eserler izledi. Başyapıtı denebilecek otobiyografik romanı La Bâtarde’la o dönem Fransa’nın en büyük edebî tartışmalarından birinin merkezine yerleşti. Altmış beş yaşında meme kanserinden hayatını kaybetti. Kadın deneyimine ilişkin, son derece cesurca ele aldığı kürtaj, biseksüellik gibi temalar, feminist eleştiri ışığında son yıllarda giderek daha çok ilgi görmektedir.
***
Yirmi dört, yirmi beş, yirmi altı, yirmi yedi, yirmi sekiz, yirmi dokuz, otuz, otuz bir, otuz iki, otuz üç, otuz dört, otuz beş, otuz altı… gümbürtü. Masa sarsılıyor, kahve çekirdekleri eteğine düşüyor.Kadın bu istilacıya bir türlü alışamamıştı. Oysa ölü saatlerde her beş dakikada bir, yoğun saatlerde ise iki dakikada bir sarsıp duruyor onu. Bu afetle yeniden buluşması, onu beklemesi, takip etmesi, öğrenmesi, ezberlemesi, onunla içli dışlı olması, son durağa onunla birlikte varmak için koşturması şart. Sonra dışarı çıkıyor ve rutin kendini dayatıyor, ona yapması gerekenleri buyuruyor. Önce piyango bileti satan kadının büfesine geliyor, çatlakların birinden yayılan kötü talihin pis kokusunu içine çekiyor, gazete satıcısının ininin yanı başında duruyor, öğleden sonra saat üçte Villette Bulvarı’ndaki yaya geçidini geçip Jaurès Metro Durağı’nın merdivenlerine ulaşıyor. Loire Rıhtımı’nın Jean Jaurès Caddesi’yle kesiştiği köşede yer alan Les Palmiers’nin önünde rutin bitiyor. Genç kızlar kafeye giriyor, kadın başını yere eğiyor, kaldırım onunla aynı yaşta. Sise esir düşmüş şubat ayı surat asıyor, kavşaklar ve sokak köşeleri birbirine karışıyor. Kadın şimdilik boş ve sessiz duran Sevran-Paris otobüsünün etrafında dolaşıyor. Parmak uçlarında yükselip büyük bir hevesle camdan içeriye, koltuk arkalıklarına, eşya filelerine bakıyor, orada olmayan, hiç tanışmadığı yolcuları hayal ediyor. Bu sırada yüz metre ötede posta arabaları, Île-de-France’ı dolaşmak için yola çıkıyor. Bir zil sesi. Zayıf bir çınlama. Kim gözetliyor ki onu? Bir uyarı mı bu? Kılavuz köpeğinin rehberliğindeki uyurgezer bir kadın gibi saat üçü yirmi geçe kanal havuzlarının orada gözden kayboluyor. Boğazı, çıngıraklar. Sevran1 adında, kendisinin asla görmeyeceği bir yerin çan kulesi bu. Sakinleşmesi gerek, yoksa iyice acıkacak. Les Palmiers tarafına geri dönüyor, kafenin yakınlarından geçmemeye dikkat ediyor. Hava buz gibi, genç kızlar pipetlerle Coca-Cola içiyor. Kadın Jaurès Metro Durağı’nın yakınından, Jean Jaurès Caddesi’ndeki yaya geçidinden geçiyor; gazeteci büfenin içinde sıkış tıkış oturuyor, fincanda madenî paralar şıngırdıyor. Saat dörde çeyrek var. Her gün aynı saatte ayaklarının dibine, kaldırım kenarındaki su oluğuna bir çikolatalı çörek düşüyor. Hemen onu yerden almaya hazırlanıyor, parmaklarını pis bir mendille siliyor. Bir hiç uğruna, bir hayal uğruna. Sokak lambalarının loş ışığında çikolatalı çöreği arıyor, kadın ise bir çınarın zirvesinde asılı kalan son kuru yaprakla birlikte sallanıyor. Açlığın serapları. Polis memuru, yayaları diğer kaldırıma davet ediyor. Kadın bu daveti kabul ediyor, kendini Paris’in kollarına atıyor, yaya geçidi boyunca kendi semtinin bir ormana benzediğini düşünüyor. Mavi gökyüzünden yorulan ağaçlar dallarını Béthisy, Royallieu, Vaud’herland, Verberie otobüslerinin üstünde dinlendiriyor. Otomobillerden ve akaryakıtlardan mimoza kokuları yayılıyor: Bundan kırk yıl önce Menton’daki nekahet dönemine ait mimozalar. Kadın diğerleriyle birlikte öteki kaldırıma çıkıyor: Etrafı çitle çevrili tapınağın üzerine kar gibi mimoza yağıyor. Villette’in eski şehir kapısı bu. Rutini, emirler yağdırmaya devam ediyor. Bu rutin olmasa ne yapacağını şaşırırdı zira çocuklar sokakta atıştırmalıklarını yiyorlar. Çocukların kruvasanlarını dişlerinin arasından çekip almamak için midesini yumrukluyor. Paris ve ellerinde aynı bereket boynuzuyla milyonlarca çocuk. Yuvarlak şapkasının ucu Jean Jaurès Caddesi, No: 6’daki Tout gaze bien1 adlı kafenin tabelasına hafifçe sürtünüyor. Mantosu yeşermiş, böylesi daha iyi. Demek rehin dükkânındaki bakır yeşili şamdanları henüz onu terk etmemiş. Güneş çıktığında artık ona iki meşale yol gösteriyor. Güneşin kendisi ve Semeuse kuponlarını2 kabul eden dükkân sahibi Joris’in vitrini. Kışın kristal soğuğunda kendi kendine mırıldanıyor, aynı yoldan geri dönüyor. Hâlâ Çin ipliği satın alabildiği zamanlardan kalma bir Çin ipliğiyle ördüğü el çantasına sımsıkı yapışıyor birden. Tir tir titrerken, el çantasını sıkıp sıkıp şeklini bozarken canı ne istiyorsa çanta da onu istiyor. Achille adında kapanmış bir kafe ile Joris’in dükkânı arasında yeniden kavuştuğu memleketi onu sarhoş ediyor. Dişleri birbirine vuruyor, araba kapısının3 her iki yanında yer alan kalkanların üzerindeki yazıya bakınca ağzından özlem dolu homurtular çıkıyor: G. Raymond. Dava açar. Müdafaa üstlenir.
Tüm mahkemelerde hizmet verir. Her gün danışmaya açıktır. Kadın zavallı el çantasını yokluyor, G. Raymond’a yakarıyor. Taşra vilayetlerini kalkanlarıyla savunduğuna göre onun taşralı geçmişiyle de ilgilenirdi elbet. Eldivenlerini ilikliyor, çıtçıtlarının yıpranmış olduğunu unutmuş. Bacaklarının üstünde güçbela durduğu günlerde, açlığın kıskaçlarıyla midesine her türden çiviyi çakıp çakıp çıkardığı günlerde, G. Raymond’dan kendi adına da dava açmasını rica ederdi. Böylece ona ekmek, peynir ve şarap vermek zorunda kalırlardı. Kalkanlar parıl parıl parlıyor, çantası eski şekline kavuşuyor. Gergef işlemeyi öğrenirken ezberlediği ninniyi söylemeye başlıyor. Yuvarlak şapkası öne kayıp G. Raymond’un kapısının önüne düşüyor. Kadın şapkanın üstünden geçiyor, G. Raymond’un bürosuna girdiğini sanıp burnunu kapıya çarpıyor. Ninni söylemeyi kesiyor. Proje ertesi gün yeniden canlandırılmak üzere suya düşüyor. Eğer burnu kanamışsa kokusunu içine çekiyor, kan onu besliyor. Eğer biri şapkasını yerden alırsa, “Ah, çok affedersiniz,” diyor. G. Raymond’dan ayrılırken yüreği yanmıyor, buğday ve karabuğday unundan krepler yapan krepçiye koşuyor. Orada onun için nöbet tutuyor. Fakat odasındayken kendisini ölü saatlerde her beş dakikada bir, yoğun saatlerde iki dakikada bir ezdiği halde şimdi niçin gecikiyor? Hadi ama gelsin artık, yoksa sacda döndürülen krepin kokusu onu yere serecek. “Ben onu bekliyorum ve o beni bekletiyor,” diyor kadın kendisine gülerek bakan kamyon şoförlerine. Ve işte geliyor. Karnı çok aç ama onun Villette Bulvarı’nda gün ışığına çıktığını, kendisi gibi saatsiz biri için dönemeci tam zamanında döndüğünü görmek huzur verici. Kemerler geri planda kalıyor, yapı trafik gürültüsünde kayboluyor. Odasının içinde çıkardığı gümbürtüyü meydanda yol alırken çıkarmıyor. Gök gürültüsü uzaklaşıyor, gelip geçenlerin zihinleri başka yerlerde. Tepesindeki Noel aydınlatmalarıyla ne kadar da zararsız görünüyor. O son durağa ulaşma telaşındaki felakete ne olmuş şimdi? Jardin d’Acclimatation’daki oyuncak trene dönüşmüş. Ve işte gidiyor, Paris’in kanıksadığı bir şey o, hep orada ve kadın da onu unutuyor, iki saat geçmeden ekmeğinden vazgeçip ona daha yakından bakabilmek için bir bilet alacak. Tren şefinin sinyali onu bir yolcu vapurunun canavar düdüğü kadar sarhoş edecek. Buğday unundan krep, elli frank. Hamur metal yüzeye yayılıyor, krepçi kadın bıçağın ucuyla hamur çapaklarını sıyırıp kenarları düzeltiyor. Ama kadını besleyecek olan metrodaki kalabalık. Sonuçta her şeye birden sahip olamaz. Okullu kızlar pek tabii ki uzun saçlı, okul çıkışı hep aynı: Sırtlara vuran, nefes alıp veren örgüler. O da kendi saçlarını açık pencerenin önünde örer, şimşekler yüzünü bıçaklardı ama o zamanlar fırtına daha dürüsttü. Şimdiyse etrafı çitle çevrili tapınağın, eski Villette Kapısı’nın oradaki küçük parka yağan nazik yağmuru fırtınaya tercih ediyor. Beş okullu kız, beş tane Grand Marnier’li krep almış. Ama o aynı fikirde: Hâlâ metroyu hamurişine tercih ediyor. Oradan ayrılıyor, işi başından aşkın bir sokak köpeği gibi caddeleri, rıhtımları, sokakları, bulvarları geçiyor. Aynı yoldan bir geri bir ileri gidiyor ve nihayet olmak istediği yere, Villette Rıhtımı’ndaki iskele babasına ulaşıyor. İçinde vızıldayan arı sürüsü sakinliyor, kalbini yeniden bir sıcaklık kaplıyor, sırılsıklam sırtı kuruyor, şapkası dizlerine düşüyor, gri saçları omuzlarına dökülüyor. Bunun adı esenlik, bunun adı kendini bırakış. Dün de, ondan önceki gün de gördüğü manzaraya bakıyor. Suyun kenarındaki bir serada üç adam çekiçleriyle keskilerine vuruyor. Kaldırım taşlarını düzleyen işçiler bunlar, ona tahammül ediyorlar çünkü varlığından habersizler. Üzerine oturduğu iskele babası o denli sağlam, bulunduğu yer o denli kadim ki birdenbire kendisini eski zamanlarda Percheron atı1 satan bir köylü gibi hissediyor. Satış gerçekleşecek çünkü fırında pişmiş patates rengi tüyleriyle pek güçlü kuvvetli bir at. Kadın dağları devirircesine iç çekiyor, işte konfor denen şey bu. İşçilerin her biri kendi tezgâhına – paslanmış bir varilin üzerine– kapanmış, çekiçlerini eşzamanlı olmayan bir ritimle vurup duruyor. Adamlar ona umduğu şeyi veriyor zira kendilerini tamamen işlerine kaptırmışlar. Percheron atı ve köy pazarı, kendisinin de bir gün yok olacağı yerde yok olup gidiyor. Orayı düşünmek hak edilmiş bir avuntu. Artık iğneden iplik geçirirken eli titriyor, parmakları yaşlanıyor, yaşam ile ölüm hâlâ yenişemeyen iki manyak. Hemen yanı başındaki ızgaralar, durgun suda yalpalayan kayık, kadim sularda yüzen süprüntüler… Bu manzara içinde kayboluyor, bu onun aylaklık ânı. Hemen arkasında bir otobüsün hareket edişi, motorunun ahenkli sesi onu kendine getiriyor. Uzun uzun önüne bakıyor, ardından dizlerinin üzerindeki şapkasına, omuzlarına dökülmüş saçlarına. Diğerlerinden ayrı duran bir kaldırım taşı dikkatini çekiyor. Kesik …
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKüçük Tilkili Kadın
- Sayfa Sayısı80
- YazarViolette Leduc
- ÇevirmenBerna Günen
- ISBN9789750762802
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / Ocak 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çırak ~ Tess Gerritsen
Çırak
Tess Gerritsen
Cerrah Geri Dönüyor… Ve Bu Kez Yalnız Değil… Boston dedektifi Jane Rizzoli, Cerrahın elinden yeni kurtulmuş, kâbuslarının sona erdiğini düşünmeye başlamıştır ki, yeni ortaya...
- 17. Roman ~ Dag Solstad
17. Roman
Dag Solstad
7. Roman Dag Solstad’nın ‘On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap’ı, kahramanı Bjørn Hansen’in Büyük Ret adını verdiği planını uygulamaya koymasıyla ve çevresindeki herkese oynadığı...
- Masalcı ~ Mario Vargas Llosa
Masalcı
Mario Vargas Llosa
Yüzünde ürkütücü bir doğum lekesiyle dünyaya gelmiş Perulu bir Yahudinin, çağdaş yaşamın ikiyüzlülüklerine başkaldıran Saúl Zuratas’ın akıllara durgunluk veren “değişim”inin öyküsü. Üniversitedeki parlak geleceğini...