Yazar bu yapıtında devrim’in çağrısına uyup, genel seçim hakkı olan bir cumhuriyet istemiş, yurttaşların eşitlik, özgürlük kardeşlik haklarından yana olmuştur.
ÖNSÖZ
İsviçre’nin Cenevre kentinde doğan JeanJacques Rousseau (1712 1778), bir saatçinin oğludur. Eğitimine bir din adamının yanında, on yaşında başlayan yazar; sonraları bir gravürcü ustasının yanında çalışmış; 1728 1738 yıllan arasında değişik işlere girip çıkmış; uşak, sekreter, müzik hocası, çevirmen olarak Fransa, İtalya ve İsviçre’de dolaşmıştır.
Fransa’da yazıları yasaklanan Rousseau, David Hume’ın daveti üzerine İngiltere’ye gitmiş, bundan bir süre sonra da, Neuchatel’e sığınmıştır.
Kalvenist olarak vaftiz edilen yazar, Turin’de Katolikliğe geçmiş, sonra tekrar Kalvenizmi seçmiş, bu nedenle, “ateist” suçlamalarına da hedef olmuştur.
1749’da Ansiklopedi’nin müzik bölümünü kaleme alan yazar, düşünür, filozof, politika ve müzik teorisyeni olan J. J. Rousseau’nun başlıca yapıtları şunlardır:
Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma
insanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri
Emile Ya da Eğitime Dair
Toplum Sözleşmesi,
İtiraflar
Tiyatro Oyunları Üstüne d’Alembert’e Mektup
Julie Ya da Yeni Heloise
yalnız Gezerin Düşleri
Kaynak: Vikipedi
BİRİNCİ KİTAP
İnsanları ve yasaları olabilecekleri gibi ele alarak, sivil bir yönetimde bazı yasal, güvenilir yönetsel kuralların bulunup bulunamayacağını araştırmak istiyorum. Bu araştırmada, hukukun izin verdiğini, çıkarın emrettiğiyle birleştirmek için sürekli çaba göstereceğim ki, adalet ve yarar hiçbir biçimde zedelenmesin.
Bu konuya kendi kişiliğimi önemsemeye kalkışmadan girişiyorum. Hükümdar ya da bir yasa koyucu olmadığım halde, siyaset hakkında neden yazdığımı soracaklardır bana. Yanıtım, yasa koyucu ya da hükümdar olmadığım için siyaset konusunda yazdığım olacaktır. Eğer dedikleri gibi, yasa koyucu ya hükümdar olsaydım, ne yapmak gerektiği hakkında yazı yazmakla oyalanmaz; ya yapılması gerekeni yapar, ya da susardım.
Özgür bir devletin yurttaşı ve egemen varlığın bir üyesi kimliğiyle doğmuş biri olarak, kamuyla ilgili hizmetlerin görülmesinde sesim ne denli cılız çıksa da, egemenleri oylama hakkı, bana bu işler konusunda bilgilenme görevini dayatıyor. Ne zaman yönetim biçimleri hakkında düşünmeye başlasam, araştırmalarımda, kendi ülkemin yönetim biçimini sevmek için, her seferinde yeni nedenler bulabildiğime mutluyum!
I
ilk Kitabın Konusu
Özgür doğan insan, her yerde zincirlere vurulmuş. Kendini diğerlerinin efendisi sananlar bile, diğerlerinden daha fazla köle olmaktan kurtulamıyor. Bu ikisi arasındaki değişikliğin nasıl gerçekleştiğini bilmiyorum. Bu durumu meşrulaştıran nedir? işte bu soruyu yanıtlayabileceğim! sanıyorum.
Yalnızca gücü ve güçten kaynaklanan etkileri dikkate alsaydım, söyleyeceklerim şunlar olurdu: «Bir halk boyun eğmek zorunda olduğu ve boyun eğdiği sürece, iyiyi yapmış olur; ama boyunduruktan erken kurtulabildiği ve kurtulduğu sürece daha da iyisini yapmış olur, çünkü özgürlüğünü, o özgürlüğü ondan uzaklaştırmış olan hukukun yardımıyla kazanırken, ya onu geri almak için yerinde nedenleri bulunuyordun ya da özgürlüğünü onun elinden almaya kimsenin hakkı yoktur.» Ne var ki, toplumsal düzen kutsal bir haktır ve bütün diğerleri için dayanak işlevi yüklenir, ancak bu hakkın kaynağı hiçbir zaman doğa olmadığı için; uzlaşma üzerine kurulmuştur. Söz konusu olan, bu uzlaşmaların neler olduğunun bilinmesidir. Bu konuya gelmeden önce, savımı kanıtlamak zorundayım.
II
İlk Topluluklar
En eski, en doğal ilk topluluk aile olmasına karşın, çocuklar kendilerini korumak için babaya gereksinim duydukları sürece bağlı kalırlar ona. Bu gereksinim ortadan kalktığı an, doğal bağ da ortadan kalkar. Çocuklar babaya boyun eğme gereksinimden; baba, çocuklara özen gösterme zorunluluğundan kurtulup, her iki taraf, aynı bağımsızlık sürecini yaşamaya başlarlar. Birlik halinde kalmayı sürdürürlerse de, artık doğal bir bağ olmaması bir yana, isteğe bağlı bir durumdur; bu yolla, ailenin kendisi de yalnızca uzlaşma yoluyla ayakta kalabilir.
Bu ortak özgürlük insan doğasının sonuçlarından biridir ve ilk yasası, kendi kendini koruyup gözetmesi, ilk özeni kendi kendine gösterme zorunluluğudur. Kendini bilecek çağa erişir erişmez, kendini koruma yöntemlerinin tek yargıcı da kendisi olduğundan, kendi kendinin efendisi haline gelir. Bu durumda, ailenin ilk siyasi topluluk örneği olduğu söylenebilir: başkanın imgesi baba, halkın imgesi çocuklardır; her ikisi de eşit ve özgür doğumlu oldukları için, özgürlüklerinden yalnızca kendi yararları adına vazgeçerler. Aradaki tek fark, ailede, babanın çocuklarına duyduğu sevginin karşılığını, çocukların ona gösterdikleri saygıda bulmasıdır. Ama devlette egemenlik zevki, başkanın halkı için duymadığı o sevginin yerini alır.
Grotius, insanoğlunun kurduğu her yetkenin, yetke altındakiler yararına kurulmuş olduğunu yadsıyarak, köleliği örnek verir. Onun en fazla kullandığı akıl yürütme biçimi, halkları olguların ışığında belirlemektir. Bundan daha çatışmasız bir yönteme başvurabilirdi; ne var ki, tiranlar için bundan daha kullanışlı bir yöntem yoktur.
Hal böyle olunca da, bütün insanlık mı bir avuç adamın malıdır, yoksa bir avuç adam mı insanlığın malıdır sorusuna eksiksiz bir yanıt veremez Grotius. Yapıtında, ilk görüşünde ısrarlı görünüyor ve Hobbes da onunla aynı fikirde, insanlar bu görüşe göre, hayvanlar gibi sürülere ayrılmıştır ve her sürünün başında, daha sonra aynı sürüyü yemek amacıyla koruyan bir başkan bulunur.
Çoban, sürüsüne göre nasıl daha üstün bir yaradılıştaysa, insan sürüsünün çobanları konumundaki başkanlar da, güttükleri halk sürüsünde daha başat bir yaradılıştadır. Philon’un anlattıklarına bakılırsa, İmparator Caligula da, tam olarak böyle; yani kralların tanrı, halkların da hayvan oldukları çıkarsamasına varıyordu.
Caligula’nın bu çıkarsaması, Hobbes ile Grotius’unkileri bütünlüyor. Aristo da, her ikisinden çok daha önce, insanların doğuştan eşitliği diye bir şey olmadığını, bazılarının köle, bazılarının da efendi olmak için doğduğunu söylemişti.
Aristo haklıydı, gelgelelim, sonucu neden yerine koyuyordu. Kölelik koşullarında doğan insan, köle olarak doğmuştur; bu yadsınamaz. Köleler, zincirler altında, zincirlerinden kurtulma istekleri dahil, her şeylerini kaybeder; Odysseus’un yoldaşları, hayvanca yaşamlarını nasıl seviyorsalar, köleliklerini de öylece severler. Bu nedenle, doğuştan köle olanlar varsa, nedeni, doğaya uymayan kölelerin bulunmasıdır. Kölelerin ataları, zorla köleleştirişler; köleliklerine duydukları bağlılığın nedeni ise, korkaklıkları oldu.
Kral Adem’den ve evreni Satürn’ün çocukları gibi aralarında paylaşan üç büyük hükümdarın babasından (bazılarına göre bu Satürn’dür), İmparator Nuh’tan söz etmedim. Bu alçakgönüllü tavrım, dilerim bir memnuniyet yaratır; çünkü doğrudan doğruya bu hükümdarlardan birinin ve belki de en büyük kardeşin soyundan geldiğime göre, soyağacı araştırmaları sonucu insanoğlunun yasal hükümdarı olduğumun ortaya çıkmayacağını kim söyleyebilir? Robinson nasıl bir başına yaşadığı adanın tek hâkimiyse, Adem’in de, tek hâkim olduğu sürece, dünya egemeni olduğu tartışılmaz. Bu hükümranlığın en zorluksuz yanı, tahtında huzur ve güvenle oturan egemenin isyanlardan, savaşlardan ve suikastlardan korkusunun olmamasıydı.
III
Güçlünün Haklılığı
Güçlü olan, bu gücünü hakka, boyun eğmeyi göreve dönüştürmediği sürece, efendiliğini süreklileştiremez. Güçlünün haklılığının kaynağı burasıdır; görünüşte alay edercesine alınmış ve ilkesel olarak gerçek kılınmış hak. Peki, şu sözcüğü bize bir açıklayan çıkmayacak mı? Güç, fiziksel bir yetkedir, bu nedenle de gücün etkilerinden nasıl bir etik çıkarsamaya varılabilir, anlamıyorum. Gücün önünde eğilmek, istemli değil, zorlama bir tutumdur; haydi haydi bir önlemlilik edimidir. Bu nasıl olur da görev olarak anlaşılabilir?
Bu hakkın sözüm ona, bir an var olduğunu düşünelim. Bence bundan en fazla şu çıkar: açıklanması olanaksız, karışık ve anlamsız bazı sözcükler. Şunun içindir ki; hakkın güçten kaynaklandığını kabul ettiğimiz an, nedenin yanı sıra, sonuç da de ğişime uğrar: kendisinden önceki gücü yenen başka bir güç, yendiğinin hakkını da sahiplenir. İsyan, cezasız kalabileceği gibi, yasallaşabilir ve güçlü sürekli haklıysa yapılacak olan, güçlü olmanın çaresine bakmaktır. Ama güç kaybolup gittiğinde kaybolan bir hak, nasıl bir haktır? Boyun eğme dayatmayla gerçekleşecekse, görev gereği boyun eğmek gereksiz demektir ve kişi boyun eğmeye zorlanmıyorsa, boyun eğmek zorunda değildir. Bu yargının da gösterdiği gibi, buradaki «hak» sözcüğü, güce hiçbir şey katmamasının yanı sıra, hiçbir anlama da gelmiyor.
Güçlüye boyun eğin demek, bu güce teslim olun anlamına geliyorsa, öğüt olarak yerinde bir öğüt, ama gereksiz de. Çünkü bunun başka türlü olamayacağını ben de söyleyebilirim size. Her türlü gücün kaynağı Tann’dır, kabul; ama sayrılıkların kaynağı da odur. Eğer böyleyse bu; doktora gitmek yasaklanmalı mı? Ormanda yolumu kesen hayduda, yalnızca zoru karşısında kaldım diye, kesemi teslim mi etmeliyim, yoksa kesemi kurtarabilecek halde olsam bile, vicdan emrettiği için de vermek zorunda mıyım? Ne de olsa, haydudun elindeki silah da bir güçtür.
Öyleyse şunu kabul etmeliyiz ki, hakkı var eden şey, güç değildir; yalnızca yasal güçlere boyun eğme zorunluluğu vardır. Demek ki ilk sorum, olduğu gibi duruyor.
IV
Kölelik
Hiç kimse, türdeşi üzerinde doğal bir yetkeye sahip olmadığı, güç de herhangi bir hak doğurmadığına göre, insanlar arasında bu durumda, geriye herhangi bir yasal yetke oluşturmak için, yalnızca sözleşmeler kalıyor demektir.
Grotius, «Bir kimse, özgürlüğünden vazgeçip, bir efendinin kölesi olabiliyorsa, bütün bir halk da özgürlüğünü bir krala devredip neden kulu kölesi olmasın onun?» diye soruyor. Sorusun da açıklanması gereken kuşkulu pek çok sözcük var, ancak biz, sadece devretme sözcüğünü açmakla yetinelim. Devretmek, aktarmak, satmak ya da değiştirmek anlamına geliyor. Bu durumda, bir diğerine köle olan kimse, kendini vermiyor, ancak hiç değilse geçimliğini sağlamak karşılığında satıyor, diyelim; peki ama bir halk kendini neden satsın? Krallar, halklarının geçimlerini sağlamak bir yana, kendi geçimlerini halkın sırtından sağlar; Rabelais’in de değindiği gibi, bir kral pek az şeyle yetinerek yaşamaz. Bu durumda uyruklar, kişililiklerini, ellerinden varsıllıklarının da alınması koşuluyla mı veriyorlar? Öyleyse ortada korunması gereken nelerinin kaldığı sorusuna yanıt verilemiyor.
Şu sorulacaktır o zaman; tiran, kullarının sivil huzurunu güvenceye alır; doğru; ama tutkusunun onu çekip götürdüğü savaşlar, bitmek bilmez açlığı, yönetimin baskıları onları eğer kendi aralarındaki çatışmaların neden olacağından daha fazla yıpratıyorsa, sözü geçen kulların kazanımı nedir? Eğer doğrudan doğruya bu huzur onların yoksunluklarından biriyse, ellerine geçen nedir? Kişi, zindan da huzurla yaşayabilir; peki bu, kişinin kendisini oralarda iyi hissetmesine yeter mi? Kyklop’un mağarasına kapattığı Yunanlılar da parçalanıp gövdeye indirilme sıralarını beklerken huzurluydular.
Bir kimsenin, karşılığında hiçbir şey beklemeden kendini veriyor olduğunu söylemek, anlamsızca ve akıl dışı bir şey söylemektir. Edimin bu türlüsü, onu yalnızca gerçekleştiren kişinin sağduyulu davranmamış olmasından dolayı, geçersiz ve yasa dışıdır. Bu yargı, bütün bir halk için de vermek, halkını delilerin oluşturduğu bir topluluk olabileceğini varsaymaktır; delilik, kimseye herhangi bir hukuksal hak kazandırmaz.
Kişiler kendi özgürlüklerinden vazgeçme pahasına bile, çocuklarının özgürlüğünü yok edemez; onlar özgür ve insan olarak doğarlar; özgürlükleri kendilerinindir ve kendilerinden başka kimsenin, bu özgürlük hakkında söz hakkı yoktur. Baba, erişkinlik çağlarına varmadan önce, onlar, korunmaları ve dinginlikleri adına kimi koşullar öngörebilir, ancak bunları sürgit var kılamaz; çünkü böyle bir tutum, doğanın erekledikleriyle çelişir ve babalık hakkını aşar. Bu durumda, keyfi bir yönetimin yasallığının olması için, halkın, her bir kuşağının onu ya kabullenecek ya da karşı koyacak bir erkinin bulunması gerekirdi. Öyle olduğu zaman da, yönetimin bu biçimi, keyfi olmaktan çıkacaktı.
Özgürlükten vazgeçmek, insan olma özelliğinden, insanlık haklarından, dahası ödevlerinden vazgeçmektir. Her şeyden vazgeçen biri için, zararın karşılanmasının olanağı yoktur. Vazgeçişin bu türlüsünün insan yaradılışıyla uzlaşmaması bir yana, isteminin olanca özgürlüğüne, yapıp ettiklerindeki olanca aktörelliğine son vermek anlamına da gelir. Özetle, bir yanda mutlak bir yetke öngörülürken, öte yandan, sınırsız bir boyun eğiş öngörmek, anlamsız ve çelişkili bir uzlaşmadır. Değinilen, kendisinden her şeyin istenebileceği biri olduğunda o kimseye karşı hiçbir yükümlük üstlenilemeyeceği; karşılıktık ve değer eşitliğini dikkate almayan bu türden bir koşulun, sözleşmeyi kendi başına geçersiz kılacağı belli değil mi? Her şeyi bana ait olan kölem, bana karşı nasıl bir hak savında bulunabilir? Onun bütün hakları benim olduğuna göre, bana ait olan hakların bana karşı kullanılmak istenmesinin nesi anlamlı?
Grotius ve diğerleri, bu sözüm ona; kölelik hakkının başka bir kaynağı olarak savaşı da gösteriyorlar. Onlara göre, yenen, yenileni öldürme hakkını elde bulundurduğu için, yenilen, özgürlüğü karşılığında yaşamını satın alabilir; bu türden bir anlaşma her iki tarafın da çıkarını karşıladığı ölçüde yasallaşabilir.
Ancak açık olan şu ki, yenilenin öldürülmesine izin veren bu sözde hakkın, savaş durumunun sonuçlarından biri olmadığı da bellidir. Bunu anlamak için, ilkel bağımsızlıkları içinde yaşayan kişilere bakmak yeterlidir: bu kişiler aralarında savaş ya da barış durumu yaratmayı sağlayacak kadar değişmez ilişkileri olmadıkları için, doğal olarak, birbirlerine düşman da değillerdi. Savaşı yaratan şey insanların, şeylerin ilişkisidir ve savaş durumu da rast gele sıradan ilişkilerden değil, salt gerçek ilişkilerden doğacağı için, özel savaş ya da insan insana savaş, değişmez mülki yetin hiçbir şekilde bulunmadığı doğal durumu içinde de, her şeyin yasaların yetkesinde bulunduğu toplumsal durumda da var olamaz.
Özel kavgalar, düellolar, çarpışmalar savaş ya da barış durumu yaratmazlar. Fransa Kralı IX. Louis dönemi yasalarının izin verdiği ve Tann’nın dayattığı barışla durdurulan özel savaşlara gelince, bunlar, gelmiş geçmiş en saçma sistem olan derebeylik yönetiminin kötülükleri arasında yer alır ve doğal tüze ilkeleriyle, bütün iyi yönetim ilkelerine aykırıdırlar.
Bu durumda savaş, hiç de adam adama bir ilişki değil, devlet devlete bir ilişkidir ve bu ilişkide insanlar, ne insan ne de yurttaş olarak değil, askerler olarak, ülkenin insanları olarak değil, koruyucuları olarak karşılaşmış tesadüfî düşmanlardır. Özetle, devletin düşmanı insanlar değil, yalnızca başka devletler olabilir; çünkü doğaları birbirinden ayrımlı şeyler arasında gerçek hiçbir ilişki kurulamayacağı açıktır.
Bununla birlikte, bu ilke, bütün zamanlarda yerleşik özdeyişlere ve örgütlü halkların değişmez siyasalarına da uygundur. Savaş ilan etmek, devletlerden çok o devletlerin halklarına yönelik uyarılardır. Krala savaş açmadan çalıp öldüren ya da uyrukları tutsak eden yabancı, kral ya da herhangi biri, ister bir halk olsun, bir düşman değil, hayduttur. Adaletli bir hükümdar, savaş koşullarında bile, düşman ülkede, kamunun olan her şeyi sahiplenir kuşkusuz; ama gerçek kişiliklerin kişiliklerine ve zenginliklerine de saygı gösterir; kendi haklarının kaynaklandığı haklara saygılı davranır. Savaşın amaçladığı, düşman devletin yakılıp yıkılması olduğu için, ellerinde silah olduğu sürece savunmacılarını öldürme hakları vardır; ancak o silahları bırakıp, teslim oldukları andan başlayarak, düşman olmaktan ya da düşmanın aracı olmaktan çıkıp yeniden ve yalnızca birer insan haline gelirler ve artık kimse onların hayatı üzerinde herhangi bir söz hakkına sahip olamaz. Bir devlet kimi zaman, mensuplarından birini bile öldürmeden, devleti öldürebilir: ama savaş, amacına yardım etmeyecek hiçbir hak vermez. Bu ilkeler Grotius’un değil; şairlerin…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Felsefe
- Kitap AdıToplum Sözleşmesi
- Sayfa Sayısı134
- YazarJean Jacques Rousseau
- ISBN9753853613
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviODA YAYINLARI / 2008