Her insanın göğüs kafesinde bir ‘hava yastığı’ vardır.
Derin darbeler aldığında, kalbinin incinmesini ve yaralanmasını engellemek için hemen şişer. Bazısınınki sağlam malzemeden yapılmıştır ve onu ciddi anlamda korur. Bazısınınki ise ‘Çin malı’ gibidir ve bu yüzden yaşadığı şey, sanki hayatının sonudur.
Hava yastığını, hayata karşı dimdik durabileceğin güçlü bir malzeme ile yapmalısın. Bu bazısı için iman gücü; bazısı için bilek gücüdür. Kimi inandıklarıyla ayakta kalmaya çalışır, kimi inanamadıklarıyla.
Biri ruhunu güçlü tutar maneviyata akar, diğeri bedenini önemser maddiyata bakar. Bazısı için tek bir dünya vardır; bazısı ölümsüz olduğunu sanır. Kimi sadece kendini sever de egosu şişer; kimi bilir, neyi neden seveceğini ve ektiği sevgiyi biçer. Her insanın göğüs kafesinde bir ‘hava yastığı’ ve bir kalbi vardır. Ve her insanın kafasında bir beyni vardır. Beynini, gönül gözü ile akıl süzgecinden geçirdiği vicdani hisleriyle kullanabilen kişi; önce kendi iç yolculuğuna çıkmalı, sonra da hayatın merkezine yol almalıdır. Böylece göğüs kafesinde sağlam bir şekilde duran hava yastığının verdiği güvenle, korkusuzca dalabilir hayatın içine.
Her insanın bir beyni, aklı, kalbi ve hisleri vardır. Birbirinden değerli bu hediyeler, sana ‘farkındalık’ için verilmiştir. Ne olduğunun ve olamayacağının, nereden gelip nereye gideceğinin, ne yapıp yapamayacağının ve sonsuz yaşamın farkına varmalısın
Her insanın ruhunda bir yara vardır.
Kimi baksa da görmez, kimi farkındadır ve yarayı iyileştirmeden ölmez. Her insanın göğüs kafesinde bir hava yastığı vardır. Kimi bunun farkındadır, kimi ne olduğunu bile bilmez.
Bakarsın ama göremezsin bazen. Bakmak ayrı, görmek apayrıdır zaten. Baktığını görebilmektir marifet olan. Bakar ve baktığını işaret edersin; ama görürsen ifade edersin. Çünkü bakmak yüzeyseldir, görürsen derinine inersin.
Gözlerinle bakarsın, kalbinle ve aklınla görürsün. Çünkü bakmak göze dairdir, görmek ise bakış açına ve ruhuna. Bakar geçersin ama görür seçersin. Çünkü bakmak almaya, görmek algıya dairdir. Bakıp seyreylersin, görüp meyledersin. Çünkü bakmak izlemeye, görmek sevmeye dairdir.
Hâlâ ne bir ses, ne bir nefes ya da minik bir canlı belirtisi var. Küçümencik bir ışık bari görebilsem umutlanacağım. Ha, yani umudumu kaybediyorum öyle mi? Elbette hayır. Umut her zaman vardır. Olmalıdır. Zaten bence ben rüyadayım canım; ama hiç böyle bomboşlukta da bulunmamıştım bir rüyada. Ne diyorum yahu ben? Sanki rüyanın senaryosunu kendim yazabiliyormuşum gibi? Rüya bu adı üstünde… Gerçeklikle kıyıdan köşeden alakası olmaz ki! Fakat bilinçaltlıklı bir şey olduğu için de ne gördüğün aslında önemli olabiliyor gerçeğe dair. Yani bazı bilim insanlarının dediğine göre aşağı yukarı böyle bir şey… Saçmalama rekoru bende galiba şu dakika itibariyle. Aman ben inanmam ki böyle şeylere. Rüya rüyadır işte. “Hayır olsun.” deyip geçeceksin. Geçeyim de niye rüyalara taktıysam an itibariyle? Zaten mümkünse ‘hayır’ yani! Hayır, gerçek olmasın her ne yaşıyorsam?! Gerçi artık bunun bir rüya olmadığından şüphelenmeye başlıyorum. Sanki iç organlarım da yok gibi. Hani uzun bir süre yemek yemezsin de karnın midene yapışmış gibi olur ama aynı zamanda da için boş kalmış gibi hissedersin… Hah işte öyle bir şey… Anlatamadım mı? Ben anlayamadım ki anlatayım. Dur bakayım, kalbim atıyor mu? Allah Allah… Neden duyamıyorum ki atışını? Hayır, hissedemediğim için duymaya çalışıyorum. Atmadığı için duymuyor olabilir miyim? Tabii yerinde bir tespit… Peki, kalbim nerede? Ki yerindeyse ve atmıyorsa zaten boku da yemişim demektir. Oh oh… İyi oldu bunu anladığım. Artık acı da hissetmiyorum. Hava soğudu mu ne? İlginç. Üşüyorum yahu…
Neyse ki artık acı macı kalmadı. O ne be? ‘acı macı’ ‘Acımacı’ diye bir meslek varmış mesela; ama artık bu mesleği icra eden kalmamışmış sözde! “Nerede o eski acımacılar, değil mi ya?” diyormuş insanlar birbirlerine. Saatlik tutuyormuşsun bu adamı, acınası birine acıyormuş senin yerine; ya da tam tersi acımacıymış. Yani acımıyor kimseye. Aman bir gaddar, bir lanet! Kimse kimseye acımıyormuş artık, kılını kıpırdatmıyormuş. Basıyormuş parayı, ‘Acımacı’ acımıyormuş onların yerine işi gereği. Öyle ucuz bir iş de değil ha. İyi para kazanıyorlarmış. Amma boktan bir meslek olurdu değil mi? Evet. Acıma duygusu kalmazdı artık insanda. Ruhsuz bir şey olup çıkardı… “Görüyor musun bak, Semra Hanımların oğlan ‘acımacı’ olmuş. Anam para için ne meslekler yapılıyor? İnsan mı ayol bunlar?”
Uzar bu… Çok esprili gördüm kendimi. Tabii mecazi anlamda, yoksa gördüğümden değil. Kendin pişir kendin ye gibi, kendim kendime anlatıp yine kendim gülüyorum… Hayır, aslında iyi ki kimse duymuyor çünkü söylediğim şeyleri ben bile zor anlıyorum. Ah, şu şarkı geldi aklıma: Neler oluyor hayatta? Bir de şu rüya gerçek olsa olsa… Sabah olup uyanınca, her şey yine aynı kalsa! Aman bir hafiflik bende, bir ferahlık, sorma gitsin. Acı da yok oldu, endişe de…
Yorgunum…
Gönlüm yorgun, ruhum yorgun, bedenim yorgun. Kırgınım. Yorgunum… Bir acı kahve içimlik zamanda sanki boşa geçti yıllar. Kızgınım. Yorgunum… Ruhum bedenime fazla, bedenim ayaklarıma ağır, ayaklarım ise isyanda. Şaşkınım. Yorgunum… Duyulmayanı duydum, görülmeyeni gördüm, bilinmeyeni bildim, söylenmeyeni dinledim. Doluyum. Yorgunum… Kaç yüz bin tel saç var kafamdan attığım, kaç milyar nöron saklı beynimde öldürdüğüm, kaç yıl daha yaşarım bu hayatta diye düşündüğüm zamanlarda saklı endişelerim. Küskünüm. Yorgunum… Ömrümden çalan sıkıntılarımdan, beynimi yiyen kuruntularımdan ve boğulmamak için çırpınışlarımdan izler kaldı yüreğimde. Pişmanım. Yorgunum… Ömrüme hayat, hayatıma zehir katanlarım ve kalbi benimle bir atanlarım vardı. Şanslıyım. Yorgunum… Sonsuza uzanan ellerim ve uzaklara bakan gözlerimle, sonsuzluğa ulaşmaktır dileğim. Sabırsızım. Yorgunum… Yaşayamadıklarımla ya da yaşatamadıklarımla kaç küsur mevsim geçti ömrümden? Anlayamadım.21 Yorgunum… Aynaya bakmaktan, gülümsemeye çalışmaktan, iyi olmaya uğraşmaktan vazgeçiyorum. Sıkıldım. Yorgunum diyorum yahu… Öylece ve sadece yorgunum.
Biliyor musun?
İçime bile atamadığım şeylerim var benim yok olup giden.
Saklayamadığım şeylerim var benim içime atamadığım.
Bulamadığım şeylerim var benim içimde kaybolup giden.
Biriktirdiğim şeylerim var benim kıyamadığım.
Söyleyeceklerim var benim içimden çıkaramadığım.
Hesaplarım var benim içinden çıkamadığım.
Hüzünlerim var benim gizlice süzülüp giden.
Gözyaşlarım var benim çukurlarca biriken.
Şimdi…
Kısa cümleler kurmak istiyorum ben de herkes gibi;
‘Nasılsın’ demeden nasılını anlatan,
‘Gökten iki elma düşmüş’ demeden masalını anlatan…
Kısa cümleler yazmak istiyorum ben de herkes gibi başlamadan biten,
Sonu belli olmayıp olacakmış gibi aldatan…
Kısa cümleler söylemek istiyorum ben de herkes gibi;
‘Seviyorum’ diyemeden kalbini ağlatan,
Sessizce ve kimsesizce yüreğini sızlatan…
Kısa cümleler sığdırmak istiyorum ben de herkes gibi satırlara can acıtan,
Oysa kelimeler tükenmiş çünkü tüm sözler söylenmiş çoktan…
Koca tavan vantilatörü, koca kafam gibi dönüyor da dönüyor. Ne kadar içtim ki ben? Hatırlamıyorum. En son bir yetmişlik devirdiğimi biliyorum. Fakat önceden ve üstüne de cila niyetine içtiklerim var sanırım. Babam dalga geçerdi hep; “Sen de amma koftiymişsin yahu, iki kadeh bir şey içemiyorsun.” diyerek. Rahmetli muzip adamdı. Arkadaş, dost gibiydik onunla. Kaç kişi babasıyla karşılıklı kahkahalar atıp içki masasına oturabiliyordur ki? Şanslıydım. Ha… Kızdı mıydı da kaçacaksın. Bir kükrerdi; kardeşim, annem, hepimiz kaçacak delik arardık. Sonra ‘puf’ diye de sönerdi alevi. Uzatmazdı öyle saatlerce, günlerce sinirini. Ama haklı yere kızardı, ona buna söylenmezdi… Çok özledim baba seni! Bir gün ben de tekrar baba olabilecek miyim hı, ne dersin?
Hava çok sıcak fakat ben odamda bir buz kalıbı gibi yatıyorum. Çünkü yalnızım. Çünkü cehennem sıcağı havaya inat, alev alev yanan elleriyle bana dokunan minik ojeli parmaklar yok… Vücudumda gezdirdiği parmaklarını, aşkının ateşini hissetmem için kullanırdı. Bir yandan da kulağıma fısıldayarak; “Burak… Beni içmeni istiyorum.” derdi. Bilirdi şehvetinden sarhoş olduğumu, sevmek manasına kullanırdı bunu. Ben de şimdikinden beter sarhoşluğumla saatlerce öperdim karımı. Bayılırdı uzun uzun öpüşmeye. Uzun, dalgalı siyah saçlarıyla oynamaya doyamazdım. Yine bir gün; elleri gibi minik yüzünü avuçlarımın arasına alıp minicik dudaklarına öpücükler kondururken vermiştim ona oğlumuzu. O da, bir süre sonra bana dünyaları verecekti baba olmamı sağlayarak. Annelik ne kadar da yakışmıştı benim güzel karıma, bebeğime… “Beni bebekmişim gibi sev!” derdi. Kucağıma oturur, öyle izlerdi televizyonu. Bebek gibi… Bebeğim…
Bir ayağı kırık ahşap yatakta uzanmış, tavanı seyrediyorum
saatlerdir. Uyuyamıyorum da… Belki dalarım birazdan. Oysa insan
sarhoş olunca hemen sızmaz mı? En son baba olacağımı öğrendiğimde içmiştim. Bu kadar değil tabii ama zaten iki kadehte
sarhoş olurum hakikaten. Bana söylemek için hazırlanmıştı bebeğim, çok güzel kırmızı bir elbise giymişti. Muhteşem vücuduna oturan, incecik belini saran, kıvamında dekoltesi ve diz boyundaki kan kırmızısı elbisesini, ten rengi bir rujuyla tamamlamıştı. Bilirdi kırmızıyı ona çok yakıştırdığımı. Artık sevmiyorum ve asla sevmeyeceğim… Hatta nefret ediyorum. Kırmızı hiçbir şeye tahammülüm yok. Minicik bedenini, kıpkırmızı zemin üzerinde
yatarken hatırlıyorum. Gözümün önünden hiç gitmiyor. Bir gün
unutabilecek miyim acaba? Hafızamdan sildirebilir miyim ki? Filmlerde oluyor ya, adamın hafızasını sıfırlıyorlar da kendini yeniden bulmaya çalışıyor. Ben çabalamam bile, silinsin gitsin. Kendimi de unutmak istiyorum. Yeni biri gibi olmak bile istemiyorum ki. Aslında yeni biri olmak için kesin bir çözümüm var ama yapamam. Henüz bitiremediğim işlerim var. Görevimi tamamladıktan sonra bir güzellik düşünüyorum kendim için. Benim için güzel bir son, ailem için kötü bir başlangıç demek olacak, o yüzden bunun yükü de beni vazgeçiriyor bu düşüncemden. O kadar karmaşık bir zihnim var ki şu an, ne doğru ne yanlış ayırt edecek
durumda da değilim. Kızıyorum kendime çoğu zaman; ‘Ne biçim
erkeksin sen, fasulyeden! Karını, bebeğini koruyamadın. Bir halta
yaramazsın.’ diyorum. Bazen de ‘Ne yapabilirdim ki? Elim kolum
bağlıydı. Çabaladım, hem de sonuna kadar. Peki, bir işe yaradı
mı? Hayır! Kocaman bir Hayır!!!’ diye düşünüyorum. Evet, kendimi affetmeyeceğim hayatımboyunca.Evet,onları da affetmeyeceğim. Bundan sonra kimseyi affetmeyeceğim.
Uzun sarı saçlarını atkuyruğu yaptı iki yandan. Beğenmedi, çıkardı tokalarını, ördü teker teker onları. İki sarı uzun örgüsü olmuştu şimdi. Aynaya baktı. ‘Ne kadar güzel oldum.’ diye geçirdi içinden. ‘Köyde kalsaydım Memet alırdı beni on dört olmadan.’ diye düşündü sonra. Burayı pek sevmemişti. Köy yeri gibi rahat değildi ne de olsa. Büyük ve karışık bir yerdi. Kalabalıktı. Kim kime, dum duma… Kızlar minicik, açık saçık giysiler giyiyordu rahatça. Bir de ‘gâvur karılar’ vardı tabii. Onlara ise bakamıyordu bile. Neydi o öyle ‘cıbıl cıbıl’ dolanıyorlardı ortalıkta. Ayıptı, günahtı. Bir sahil kasabasını ilk defa görüyordu. Gezmeye bile gelememişti ki, babası burada iş bulduğu için beraberce yerleştiler aniden. Annesi, iki ağabeyi ve küçük kız kardeşi ile iki odalı bir evde kalıyorlardı şimdi. Oysa köydeki evleri ne kadar rahattı. Tek katlı, dört odalı, geniş bahçeli, serin yayla gibi evlerini bırakıp iki odaya tıkılmışlardı, cehennem sıcağında. Babasına çok kızıyordu. Hiç anlayışlı biri değildi. Anlamıyordu, nasıl çalışıyordu babasının kafası acaba? Köydeki iki kuruş neyine yetmemişti ki? Sanki dünyaları kazanacaktı burada. Alt tarafı, inşaatta amelelik yapıyordu işte. Ama neymiş? İki ağabeyi, kendisi ve annesi de çalışırsa, daha rahat geçinirlermiş. Biraz şehirli olsunlarmış. Sonra da daha çok kazandığında, büyük şehre gideceklermişmiş. Neyse ki o vakte kadar kocaman kız olurum da; ‘Ben gelmiyorum.’ diyebilirim diye düşünüyordu içinden. Şimdiden bunu babasına dillendirmesine gerek yoktu. Annesi Gülcekız, bir serada meyve, sebze, ot işine girmişti. Küçük kardeşi Alyazı’yı da yanında götürüyordu bakacak kimse olmadığı için. Ağabeyleri Orhan ve Turgut da bir lokantada garsonluk yapıyorlardı. Gülyazı ise, hiç sevmediği bir patronunun olduğu, küçücük bir mağazada çalışıyordu. Günler sıkıcı geçiyordu Gülyazı için. Sevmediği bir işte çalışıyor
ve her ayın on beşindeki maaşını olduğu gibi babasına veriyordu
kendine bir toka bile alamadan. Çok özeniyordu Badem’e. Bırak çalışmayı, habire para harcıyordu kız. Babasının yanına gelir; ‘Harçlığım bitti, sinemaya gideceğim arkadaşlarımla, para verir misin babacığım?’ derdi. O da hiç sesini çıkarmadan trink diye çıkarır verirdi bir tomar parayı. İyi bir kızdı ama Badem, hatırını sorardı hep Gülyazı’nın. “Bir gün beraber takılalım, seni sinemaya götüreyim.” bile demişti. Takılalım; birlikte gezelim demekti belli ki… Yani, kendisini aşağı görmüyor, yanında gezdirebileceği bir arkadaşı olarak düşünüyordu demek ki… Böylelikle belki çevreyi daha iyi tanır, yeni arkadaşlar edinir ve sıkıcı hayatına renk gelirdi. O günü sabırsızlıkla bekliyordu Gülyazı. Günler geçiyordu fakat Badem bir türlü ‘Hadi gidelim’ demiyordu. Olsundu… ‘Nasılsın?’ı hiç eksik etmiyordu zaten. Sabırlıydı Gülyazı, elbet onun da hayatı güzelleşecekti. Yalnız bütün gün çalıştığı yetmiyor, eve gidince de iş yapmaya devam ediyordu. Yemek, çamaşır, bulaşık ne varsa ondan soruluyordu. Babası ve ağabeyleri, kalkıp bir suyu bile almazlardı mutfaktan. Çayıydı, kahvesiydi, meyvesiydi, her şeyi ayaklarına beklerlerdi. Hani şehirli olacaklardı ve onlar gibi yaşayacaklardı. Hıh… Bıkmıştı bu hayattan. Yapacak bir şey yoktu şimdilik ama en kısa zamanda güzel şeyler olacağına inandırmıştı kendini. Badem ile gezmeye bir başlasındı, gerisi gelecekti. Gelsindi.
Kimsenin beni anlayamadığını düşünüyorum. Birilerine anlatmak, acımı paylaşmak istiyorum azalır belki diye fakat bana üzgün ve kızgın bakan gözlerini gördüğümde vazgeçiyorum. Anlatabiliyorsam, beni anlamasını umuyorum o kişinin. Bir de detay bilmek istiyorlar. Anlattığım kadarıyla yetinmiyorlar. Henüz olayı anlatmadığım ya da anlatamayacağım biriyse, bu kez de ben hiçbir şey olmamış gibi davranmak zorunda kalıyorum. Belli etmemeye çalışıyorum duygularımı. Acımı doyasıya yaşayamıyorum. Konuştuğum insanlar ise ki, bunlar dostlarım olanlar, sürekli şunları söylüyorlar: “Ah, Serin… Çok suçlusun, sende de hata var, nasıl yaparsın, nasıl yeni tanıdığın birine güvenirsin, neden şöyle, neden böyle? Sen insanları iyi gözlemlersin nasıl olur da bu adamın psikopat olduğunu anlayamazsın, neden, nasıl, niçin? Ah, vah, tüh… Bizi çok üzdün…” deyip duruyorlar. Bağırarak; ‘defolun!’ demek istiyorum. “Anlamıyorsunuz, anlamaya da çalışmıyorsunuz. Kendinizi benim yerime koymuyorsunuz. Empati kuramıyorsunuz. Sanki yıllardır beni tanıyan insanlar değilsiniz. Her gün, her ay, her sene başına böyle şeyler gelen; beladan başı kurtulmayan biriymişim gibi davranıyorsunuz. Bu yaşta ilk defa başıma gelen bu olayın; büyük büyük laflar ettiğiniz halde, sizin de başınıza gelme ihtimalinin olduğunu algılayamıyorsunuz. Her yaştan, her statüden, her kültürden insanın başına gelebilecek bir olay bu ve siz ‘benim başıma gelmez.’ demeye devam ediyorsunuz cahil cahil. ‘Ben olsam şöyle yapardım, bunu yapmazdım.’ demeye devam ediyorsunuz ısrarla ve ben size okkalı bir tokat atıp: ‘Bi SUS lan’ demek istiyorum. ‘KAPA ÇENENİ VE BİLMİŞ BİLMİŞ
KONUŞUP DURMA GERİ ZEK LI!’ diye haykırmak istiyorum. Anlamıyorsunuz, anlayamayacaksınız…
Bir yerden sonra hiçbir şey hissetmemeye başlamıştım. Gerçi canım yanıyordu ama anlayamadığım bir şekilde duyarsızlaşmıştım. Gözümün önünden neler geçmedi ki? Derin burada olmadığı için binlerce kere şükrettim. O dayanamazdı çünkü. Minicikti, narindi. Çok incinirdi. Ona bir şey olmadığı için şanslıydım. Evet… Onun acısını yaşamak daha zor olurdu. O yüzden şanslıydım. Bedenim zaman geçince iyileşirdi nasılsa. Ruhum? Belki… Zaman neleri iyileştirmiyor ki… O da onarırdı kendini gün geçtikçe. Fakat canından çok sevdiğin birinin acısını iyileştirmek zor olsa gerekti. Şanslıydım. Ölmemiştim. Daha da iyi olacaktım gün geçtikçe. Olmalıydım. Mecburdum. Yoksa nasıl intikam alabilirdim başka türlü. Güçlenmeli, ayakta ve hayatta kalmalıydım. Teker teker ödetmeliydim bana yaşattıklarını. Kimseye söyleyemezdim. Polise gidemezdim. Uğraşamazdım senelerce mahkemelerde. Çok zengin insanlardı. Parayla her işlerini
gören insanlardı. Korktum bir an evvel ceza almazlarsa diye. Cezalandırılmaları gerekliydi. Sesleri, sözleri, hisleri ne kadar pis ne kadar iltihaplı ne kadar irinliydi. Duyabildiklerim midemi
bulandırıyordu. İçleri çürümüştü belli ki; ve İçi çürümüş insanları, sözcüklerinin kokusundan tanıyabilirsiniz. Onların ruhları apse yapmıştır ve iyileşmelerinin tek çaresi ise; ruhlarını bedenlerinden çekip almaktır. Ben de öyle yapacaktım. Geç de olsa tanıdığım,
gerçek yüzünü merhametsizce gösteren bu insanların ruhlarını bedenlerinden çekip alacaktım! Karar verilmiştir!
İnsanlığımdan çıktım. Çok severdim kesmeli biçmeli filmleri
izlemeyi fakat gerçeğini bizzat kendim yapabileceğim asla aklıma
gelmezdi. Çok midem bulandı, zorlandım ama kıtır kıtır da doğradım
herifleri. Allah’ım nasıl olup da gözümü bile kırpmadım anlamıyorum. Bir ara bayılıyorum zannettim ancak toparlandım hemencecik. Bir deli kuvveti ve siniri geldi ki o an pis organlarını keserken, kopartırken kökünden… O çok övündüğünüz cinsel organlarınız yok değil mi şimdi? Ha? Nerede? İşte elimde ve poşete gidiyor şimdi diğer parçaların yanına… Çöp oldular kurdun böceğin yiyeceği… Ama biliyorum ki, benim ruhumun yandığı kadar yanmamıştır canınız. İnsanlığımdan çıktım be! Her yer kan revan içinde kaldı ama adamlar temiz iş yapıyorlar. Kendimi mafya anası gibi hissettim bir an. Sanki böyle bir misyon yüklensem, başka pislikleri de yok edebilirmişim gibi geldi. Ancak bir an evvel de buradan gidip olanları unutmak istiyorum çabucacık… Nasıl mümkün olacaksa artık? Fransa’da, Derin’in yanında, hiçbir şey olmamış gibi davranırken, geçer gider günler belki hızla ve silerim hafızamdan kolayca… Mı acaba?
Sağlıklı düşünemememin acısı beni iyice yalnızlaştırıyor. Kimselere anlatamayacağım için, bazen kendime anlatıyorum ve daralıyorum. O zaman da yazıyorum. Sonra da okuyup tekrar daralıyorum. Allahtan kağıdı yaktığımda savrulan külleri ile o an uçup gidiyor benim de düşüncelerim ama aynı zamanda iyice yalnızlaşıyorum. Yalnızlığım pusu kurup yollarıma bekliyor. Ben de bekliyorum… Huzura kavuşacağım günü bekliyorum… Belki dünya ve içindeki insanlar düzelirse, düzen değişirse ya da belki Allah yeni bir dünya yaratırsa yeni bir yedi günde; belki o zaman ben de yeni bir insan olurum yeniden! Olur muyum? Ama şimdi ruhumun gemisini inşa etmekle meşgulüm o yüzden önce iyileşeyim, sonra ağlarım!
‘Seni çok seviyorum. O kadar ki; öldürebilirim.’ derdim. Yani overdose sevgiden. Seve seve de öldürür bir insan diğerini… Çok sevdik birbirimizi. Belki de çok sevmemeli insan! Her şeyin bokunu çıkarmaya gerek yok ki. Elimde bıçakla deli gibi bir o yana bir bu yana koşturuşumu hatırlıyorum da. Evet, evet, hatırlıyorum… Her şey, her dakika gözümün önünde… Ben de anlamadım nasıl oluyor ama karanlık bir an bile yok. Belki saniye… Karanlık olan sadece ‘geleceğim’. Bundan sonra ne tür bir hayat beni bekliyor, nerede ve nasıl yaşarım bilemiyorum. Gerçi oldukça uzun bir süre bunları düşünmeme ve dert etmeme gerek yok. Zira buradan ne zaman ve nasıl çıkarım, hatta çıkar mıyım, bilemiyorum. Normal zamanda biri bana ‘hapse gireceksin ve yıllarca kalacaksın!’ dese ki; niye de öyle bir şey desinlerdi, neyse… İnanamazdım. ‘Olamaz’ derdim. İnanmaya başlıyorum yavaştan çünkü sanırım hücre hapsindeyim! İçinde zar zor kıpırdayabildiğim, karanlık ve havasız bir yerdeyim. Yanımda bir poşetin içinde ekmek ve küçük bir pet şişede su var. Bir de minik el feneri. Niyeyse? Bu bir işkence metodu bana göre. Islah etmek adına bir insan evladına bu yapılır mı? Ha, yani ıslah edilmeliyim diye düşünmüş biri, öyle mi? Çok sevdim, çok. Her gün hem didişir, hem sevişirdik. Öpüşüp koklaşıp sonra da kanlı bıçaklı düşman olurduk bir anda. ‘Onlar kedi ile köpek gibidirler ama birbirlerine deli gibi de âşıklar.’ derdi arkadaşlarımız. Gerçi normal insan gibi âşık olsaydık belki de şu an burada olmazdım. Of… Her yerim hem ağrıyor hem acıyor. Üç beş posta dayak yemiş gibiyim. Yedim mi yoksa? Bi’ kıprasam şöyle gerine gerine, kendime geleceğim de! Uykum var ancak uyumak istemiyorum. Sanki uyursam bir daha uyanamazmışım gibi bir his var içimde. Gerçi gözlerim açıkken de kapalıyken de karanlık burası. Her an uykuda gibiyim zaten. Hatta dayanamayıp uyuyorum da bazen. Bir de gittikçe havasızlaşıyor mu ne? İnsan bir pencere, bir delik melik bir şey koyar şuraya Allah rızası için ya… Tamam, kocamı bilmem kaç yerinden bıçaklamış olabilirim fakat sonuçta bir cinnet anıydı yani! Ben de insanım. Zaten cezamı çekiyorum, artı bir cezaya hiç ihtiyacım yok yani. Hem bu ceza bile değil aslında direkt ‘işkence’! İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceğim. Aaa… İmdaaat. Çıkarın beni buradaaan.
Aradan iki ay geçti. Beyza’nın karnı belli olmaya başladı. Şule de geçen gün gelip ‘hamileyim’ demez mi? Dedi. Abdullah’ı gördüm bir alışveriş merkezinde ayrıca. O beni göremedi çünkü gizlendim. Boşu boşuna strese sokmayayım dedim adamı. Özlemişim… Baba ne de olsa. Aslında iyi biridir. Tek bir tokadı yoktu o güne kadar. Yani, beni reddettiği güne kadar! Nesrin’i de üzdüğünü pek hatırlamıyorum. Kafa olarak uyuşuyorlardı çünkü. Bir ‘erkek!’ evlat olamadım adamcağıza tabii ne yapsın, kaldıramadı. Bünye meselesi. Onu da anlamaya çalışıyorum. Yaşlanmış sanki. Çökmüş hatta… Hâlbuki hangi devirdeyiz, ne olurdu sanki şöyle; ‘babacığım’ diyerek sıkıca sarılabilseydim? Ne olurdu, sen de beni sadece ben olarak, oğlun Ata olarak görmeye devam etseydin? Bilmem kaç yüz tane kadınla beraber olsaydım, erkek evladınla gurur duyar mıydın? İlk kez erkekliğe adım atmam için, geneleve götüremedin, değil mi? Ağız tadıyla bir top koşturamadık beraberce. Marangoz olmadım senin gibi, baba ve dede mesleğini seçmedim ama yine de gurur duydun benimle, bilgisayar mühendisi olunca… Demek ki; ne olduğumla değil, kim olduğumla ilgilenseydin; senin bir parçan olduğumu inkâr etmeseydin; kendi isteğim dışında bu dünyaya gelip yine iradem dışında cinsel tercihimin oluştuğunu anlayabilseydin; hormonlarımı benim şekillendirmediğimi düşünebilseydin; belki de seviyor ve bağrına basıyor olurdun hâlâ beni, hı Baba? Şimdi özlüyorsun beni biliyorum. ‘Ne olursa olsaydı, yeter ki burada olsaydı, dizimin dibinde’ diyorsun. Ağlıyorsun Nesrin’den gizli. Kızlarla da ilgilenmiyorsun artık. Sevgini göstermiyorsun ne onlara, ne anneme. Biliyorum. Sevmiyor değildin beni, biliyorum. Toplum, insanlar, din işleri, dünya işleri… Sevdirtmediler beni sana. ‘aslan oğlum’ diyemedin göğsünü gere gere! Yaptırtmadılar. Görmemişsin sen de babandan, ailenden bilemedin… Olsun be babacığım… Olsun… Kavuşuruz nasılsa.
OFİS ÇALIŞANLARI: İmdaaat… Ambulans çağırdınız mı? Aa… Biri şu kadının elinden silahı alsın artık. Polis gelmedi mi daha? Ziya Bey’i aradınız mı? Yardım edin, tutalım şu kadını…Ata… Ata nefes almıyor galiba, anlayan var mı baksanıza, nefes alıyor mu? Muzaffer nasıl? Odayı boşaltın hemen, işi olmayan çıksın hemen…Her şey yaklaşık yirmi dakika içinde olup bitti… Kendimi izledim sonra. Dakikalarca belki, tabii zaman kavramı yok ama o kadardır herhalde. Bu şekilde öleceğim aklımın ucuna gelmezdi tabii. Kaba tabirle bok yoluna gitmiştim resmen! Korkardım ölümden ve ölüm şekillerinden. Uykumda ölmek isterdim hep. Düşünemezdim de… Hayır, bu şekilde olmamalıydı. Evde bir elektrik kontağının çıkardığı yangında öleceğimi düşünebilirdim. Yemek yerken boğazıma bir şeyin kaçmasıyla boğularak öleceğimi düşünebilirdim. Ayağım kayıp yere düşerek başımı çarpıp beyin kanaması geçirebileceğimi düşünebilirdim. Bir arabanın altında kalıp öleceğimi düşünebilirdim. Ama bir tabancadan çıkan kaza kurşununa kurban gideceğim. Filmlerde olurdu ancak! Aa… Bir de geri zekâlı angut insanların düğün dernek diyerek savurduğu kurşunlar var. Gerçek hayatta da olabiliyor yani. Ancak benim başıma geleceğini düşünemezdim diyeyim. Gerçi düşündüm de; diğerleri de bok yoluna ölümler be!
Cenaze töreni dualarla sona erdiğinde, ağlamaktan şişen gözlerini saklamak için taktığı büyük kırmızı gözlüğünü çıkarıp oğlunun yüzünü iki elinin avuçları arasına alan Aysel ona şöyle dedi: “Babana o kadar çok benziyorsun ki Alp… Bundan sonra sadece sen ve ben varız. Sen benim her şeyim olacaksın, ben de senin… Aşkım, bir tanem… Ağlamayacağız artık, tamam mı?” Alp, on yaşındaydı. Aysel ile Alper’in aşk dolu kısa evlilik hayatlarının önemli bir parçasıydı. Minik, sevimli, yakışıklı, babasının kopyası olan bir parça… Çok genç anne baba olmuşlardı ikisi de. Severek evlendiler ailelerinin onayı olmamasına rağmen; ve daha ‘ne yapalım?’ diyemeden, Alp’i yapıvermişlerdi. Alper otuz dördündeydi öldüğü zaman. Genç baba, genç mefta… Küçük bir marketi vardı mahallede tanıştıklarında. Soyadını koymuştu, marketin adını; ‘Güngören Market’… Babası ile beraber yönetiyorlardı burayı. Sırayla duruyorlardı dükkânda. Aysel, aynı mahallede oturuyordu ailesiyle beraber ve alışveriş yaptıkları yer, Alper’in marketiydi. Büyük alışveriş merkezlerine de gidiyorlardı arada ama ufak tefek şeyleri almak için yakında ve ucuz olduğu için iki blok aşağıdaki Güngören Market’i tercih ediyorlardı. Özellikle Aysel tabii… Her an alınacak bir şey yaratabiliyordu sırf oraya gidip Alper’i görebilsin diye. Gittiğinde de mutlaka bir şeyi eksik alıyordu tekrar geri dönüp iki dakika da olsa yine kendini göstersin diye. Alper önceleri pek ilgilenmiyordu Aysel ile. Çünkü birlikte olduğu bir kız vardı ve nişanlanmak üzereydiler.
O sırada on dokuz yaşındaydı Aysel ve üniversitede okuyordu. Birkaç kez Alper’i bir kıza sarılıp konuşurken görmüştü dükkânda ve sonra da komşularından onun nişanlısı olduğunu öğrendi. Nesrin’di adı. Oldukça güzel bir kızdı o da. Gerçi kendinden daha güzel olamayacağını düşünüyordu. Zaten ondan güzeli, iyisi yoktu Alper için. Bencildi Aysel. Kötü kalpli, kıskanç, fesat… Oysa Nesrin’in Alper’i sevmekten, ona iyi bir eş olmayı istemekten başka bir dileği yoktu. Liseden sonra okumak istememişti ama ailesi varlıklı olduğu için bunu önemsememişlerdi. Çünkü kızlarının mutluluğu, onun isteklerini rahatça gerçekleştirebilmesine bağlıydı. Yani okumayıp aile işini devam ettirmek ve evlenmek istiyorsa, bunu özgürce yapabilirdi. Maddi bir kaygısı, geçim derdi olmayacaktı zaten; ama şımarık değildi ha…Aysel’in aksine iyi niyetli ve saftı. Zaten başına da iyi kötü ne geliyorsa, saflığından geliyordu. Aysel de elini çabuk tutmalıydı, onunla evlenmeden önce kendine âşık etmeliydi. Yoksa bir daha asla onunla olamayacaktı. Nesrin daha sık gelir olmuştu markete. Gitgide sahipleniyordu Alper’i.
Alp, annesinde bir tuhaflık olduğunu seziyordu ama konduramıyordu bir şey. Çok yakındılar ama bazen boğuluyordu Alp bu ilgiden ve sevgiden. Fazlaydı bir şeyler. Kendisini babasına benzetmesi, sürekli onunlaymış gibi, o sanki ölen kocasıymış gibi davranıyordu annesi. Ayrıca büyüdükçe kendisine ‘Alper’ diye seslenmesinden de hoşlanmamaya başlamıştı. Bir gün kız arkadaşı olacaktı fakat Aysel’den izinsiz kimseyle görüşemezdi. Yasaklamıştı annesi. Bir başka kadının varlığına kolayca katlanabileceğini sanmıyordu. Oğlunu, Alp’ini, Alper’ini elinden alıverirdi mazaallah yoksa. Otoritesini asla sorgulanamazdı ve onun isteği ile bilgisi dışında herhangi bir şey yapılamazdı. Alp de geçen zaman içerisinde bunlara alışmaya başlamıştı. Çünkü değiştiremeyeceğini bildiği bir durum için çaba göstermekten yorulmuş ve koyvermişti kendini. Liseyi bitirmek üzereydi Alper… Boy, pos, endam olarak artık koca bir genç adamdı. Kızlar kur yapıp duruyordu onunla çıkabilmek için. Okulun en yakışıklı çocuğuydu çünkü. Hepsi de birbirinden hoştu kızların. Okul formalarını popolarına kadar kısaltıyorlardı eteklerinin belini kıvırarak. Hele bir Ferda vardı ki… Hiç bu kadar güzel bir kız görmemişti daha önce. Upuzun sarı saçları vardı. Aysel ise başka kızlara ihtiyacı olmadığını ve liseyi bitirdiği gün ona çok özel bir sürprizinin olduğunu söylüyordu habire. Aklı hep Ferda’da idi ama bunu Aysel’e söyleyemezdi, hazır değildi annesiyle çatışmaya. Bu arada şöyle bir bakıyordu da yıllar annesini daha bir güzelleştiriyordu. Okula geldiği zamanlarda, arkadaşları da annesinin ne kadar güzel bir kadın olduğundan bahsediyordu. Omzunda dalgalı simsiyah saçlar, simsiyah kocaman gözler, uzun ve düzgün bacaklar… Ve kırkına yaklaşmış bir kadına göre gayet düzgün ve kırışıksız bir cilt. Arkadaşları haklıydı. Annesi çok hoş ve seksi bir kadındı. Fakat bu kadar gösterişli olmak zorunda mıydı canım? En azından okula gelirken diğerleri gibi, yani klasik anne gibi görünebilirdi. Arkadaşlarının ve diğer ebeveynlerin annesine bakışlarından hoşlanmıyordu. Bu sefer de o mu kıskanmıştı ne annesini? Gülümsedi kendi kendine aynada saçlarını jölelerken. O anlık annesine hak verdi. “Böyle kıskanabiliyormuşsun demek ki başkalarından sevdiğin birini” diye düşündü; ama bir sevgilisi olduğunda, onu boğacak kadar kıskanmayacağına da söz verdi kendisine. “Erkek sözü” dedi yine kendine gülümseyip.
Bir daha ve bir daha baktı… Bir daha ve bir daha vurdu. Bakıyor, vuruyor ve tekrar bakıyordu. Ta ki Aysel’in yüzü tanınmaz hale gelene kadar devam etti bu. Artık ‘vur’ diyemiyordu kanlar içinde yatarken Aysel! Dağılan çenesi ile bunu yapması imkânsızdı zaten! Seviyordu evet ama nefret de ediyordu aynı oranda bu kadından. Dağılan yemek odasında, dağılan yüzüyle karşısında duruyordu annesi. Dağılan zihnini toparlayamıyordu, başı dönüyordu hızlı bir şekilde. Kucakladı ve bir kez daha baktı annesine. Gerçi şu haliyle annesine hiç benzemiyordu kollarındaki kadın. Bir çöp yığınına benziyordu konteynıra atılması gereken. Birden, bir anlık kendine geldi ve hıçkırıklara boğuldu: “Aysel… Anneee… Hayııır… Tanrım, ne yaptım ben? Anneee… Uyan… Hadi uyan, lütfen, lütfen, lütfen… Gitme, yapma… Sensiz ne yaparım? Sen benim her şeyimsin. Anne, sen… Sen benim her şeyimsin, gitmeee.” diye haykırdı sonra. Yüzünü okşamak istedi ve fakat dokunulacak bir yanı kalmamıştı ki… Hayat öpücüğü vermek istedi belki kendine gelir diye ama dudaklarını bulamadı… Tekrar silkelendi ve hızla ayağa kalktı. Evet… Annesi onu terk etmişti. Nasıl olduğunu bile anlayamamıştı ki. ‘Belki de bunu istiyordu ‘vur’ diye inlerken’ diye düşündü. O da bu hayattan sıkılmıştı ve onu özgür kılabilmek için kendisinin ölmesi gerektiğini anlamıştı. Evet, evet… Böyle olmuştu. Yani aslında bir çeşit intihar etmişti annesi. Evet, evet… İntihar etmişti. Herkese bunu söyleyecekti. Yo, yo… Söyleyemezdi. İnanmazlardı. Bir insan kendini bu hale getiremezdi intihar ederken. En iyisi hiç kimseye bir şey söylememekti. Çünkü, bütün hayatı altüst olurdu bu öğrenilirse. Polise, komşularına, arkadaşlarına, akrabalarına ve en önemlisi Arzu’ya ne diyecekti yoksa? “Nasıl olduğunu anlamadım, ben ben değildim sanki. O da sürekli vur diyordu. Ne yaptığımı bilmiyorum, hatırlamıyorum!” diyecek ve her şey yoluna mı girecekti? Arzu acıyıp onu bağrına mı basacaktı? Sevdiği bir kadını öldüren bir adam, sevdiğini söylediği bu kadına kendini nasıl anlatacaktı? ‘Bugün bunu yapan, ya sonra bana da aynı şeyi yaparsa?’ diye düşünmez miydi? Elbette düşünürdü. O zaman da Arzu’yu sonsuza dek kaybederdi. Peki, o zaman ne yapacaktı? ‘Ondan kurtulmalıyım’ dedi kendine. Peki ama nasıl? Gömebilirdi… Yakabilirdi… Parçalara ayırıp çöpe atabilirdi… Dondurucuda bırakabilirdi… ‘Ama ben bir cani değilim. Kazara oldu olanlar. Filmlerdeki gibi kesip biçemem annemi. Canını daha fazla yakamam. Kıyamam. Ne yapacağım şimdi ben?’ diye düşünüyordu biraz daha kendine geldiğinde. Hızlıca düşünmeliydi ama o kadar yorgun ve bitkindi ki kapanan göz kapaklarını parmaklarıyla tutmak, açmak zorunda kalıyordu. Aysel’i de öylece bırakamazdı. İncitmemeye çalışarak yatırdı annesini özenle yatağına. Sanki her an kopuverecek, kırılıverecek bir oyuncak bebek gibiydi biraz önce capcanlı karşısında
duran kadın. Daha fazla dayanamayıp uyumaya karar verdi annesiyle birlikte. Biraz dinlenmeli ve sonra karar vermeliydi ne yapacağına. İyi geceler diledi annesine ve sebepsiz bir huzurla dolan içinin rahatlığıyla derin bir uykuya daldı, bir gün Arzu’yla da birlikte burada sarmaş dolaş uyuyacaklarını hayal ederek.
Biliyorum çok zor ama hayatını sev İyi düşün, iyi ol ve iyi kal… Bazen geliyorlar bana da, diyorum; “Es, gürle, bağır, çağır hayata!” Sonra diyorum ; “Uyma şeytana!” Oysa… İnsandan ala şeytan mı var dünyada?! İnsanoğlu, şeytandan daha şer ve melekten daha hayırlı şeyler yapabilir. Çünkü bu kuvvet, kendisine verilmiş. Akıl, öfke ve şehevi kuvvetler insanda mevcut. Hayvanlardakiler sınırlı mesela. İnsan terakki (ilerleme) kaydetsin diye, sınırsızdır kuvveti. Lakin ‘irade’ diye bir kuvvet de verilmiş ki; şer bakımından kendi sınırını çizebilsin. Örneğin; “Ne iyi insan, melek gibi” deriz bazı güzel insanlar için. “Şeytana pabucunu ters giydirir bu!” deriz bazen de nasıl böyle kötü olabildiğine şaştığımız insanlar için. İnsan evladı, meleklerden daha ‘iyi’ ve şeytandan daha ‘kötü’ olabilir. Çünkü melek ve şeytana, sınırlı ve belirli kuvvet verilmiştir. Yapıp yapamayacağı şeyler vardır. Lakin insan, yaratılmışların ‘en üstün’ü olduğundan, iyilik ya da kötülükte hiçbir varlık onu geçemez. İşte bu yüzden; iyiliği düstur edinen bir insan bize; “Meleklerden daha melek” ya da kötülüğü hayat tarzı ve felsefesi edinen biri bize; “Şeytanın aklına gelmez bunun yaptıkları!” dedirtebilir. Oysa ‘iyi’ olmak bir zorunluluktur. İnsani kavramların içinde kendiliğinden bulunması gereken, demirbaş bir özelliktir. “Ne kadar iyi bir insan?!” diye şaşkınlık ve hayranlıkla baktığımız kişiler, aslında olması gerekeni yapıyorlar. Asıl kötülere şaşırmak lazım, nasıl böyle olabildiklerine dair!
Tüm bildiklerini unut! Önyargılarından arın, at gözlüklerini çıkart, etrafına alıcı gözle bak, söylenenlere can kulağını aç, şefkat ve sevgi dolu yardım elini uzat. Bir grup uzmanın dediğine göre; cinsel suçların altında yatan sebep, egemenlik ve güç sağlama hırsı imiş. Cinsel suç işleyenlerin %60’ı da çocukluklarında tacize, tecavüze maruz kalmış insanlarmış. “Benim, çocuğumun ya da bir yakınımın başına asla gelmez!” deme. Eğitimin, sosyal çevren, statün, mezhebin, ekonomik durumun ne olursa olsun; her an her yerde karşına sana zarar verebilecek birileri çıkabilir; ya da istemeden ve farkında olmadan sen o durumun içinde kalabilirsin. “Olmaz” deme, olanı da yerme.
Sen, yaratılmışların en özelisin; ‘İnsan’sın! Sen, insanların en özelisin; ‘Kadın’sın! Kendini Sev ve Koru! Kendini tanı. Kendine itiraf et. Çünkü; kendini sevmek ve korumak zorundasın! Kendini sev ve say. Sen kendini sevmezsen, sevilmeyi de bekleme. Sen kendine saygı duymazsan, sayılmayı da bekleme. Kendini seven ve kendiyle barışan insan, diğer insanları da sever. Güzellikleri ve güzel insan olmayı seç. O zaman, çok “güzel” bir kadın olacaksın.
Sevgiyle…
İklim´in Dora´n
“Sonra Ağlarım” için 3 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye-Öykü
- Kitap AdıSonra Ağlarım
- Sayfa Sayısı276
- Yazarİklim Dora
- ISBN9786052496992
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDorlion Yayınları / 2020
Hem gözümden yaş geldi hem gülümsedim hem sinirlendim hem huzur buldum çok güzeyldi
Muhteşem tek kelimeyle
Gerçekten etkileyici içim daraldı bazı karakterleri boğmak istedim demekki bana geçmiş teşekkürler