İNANMAK YA DA İNANMAMAK !
Son yıllarda din üzerine iki kitap çok tartışılıyor. Bunlardan biri ünlü ateist Richard Dawkins’in yazdığı Tanrı Yanılgısı, diğeri ise dünyaca ünlü filozof Antony Flew’in Yanılmışım Tanrı Varmış’ı.
Richard Dawkins ve diğer ateistler Tanrı tanımazlıklarını ilan ederlerken elbette pek çok konuyu kendi baktıkları dünyadan tutarlı bir şekilde izah etmektedirler. Ne var ki üç konu ateizmin yumuşak karnıdır: Ahlak, ölüm, anlam ve bilinç konuları materyalist dünya görüşüyle tam olarak izah edilemez.
Dawkins doğal olanla insanî olan, maddi olanla anlamlı olan arasındaki bağlantıyı yani ahlakı açıklayamamaktadır. Deyim yerindeyse ahlakî beden, maddi doğamızın, anlam ve değerle buluştuğu bağlamdır. Tanrı Yanılgısı’nın yazarı tam olarak bu noktayı kaçırmaktadır.
Bilinç konusunda konuşmaya başlandığında da, Tanrı’yı bir şekilde işin içine katacağımızın zorunluluğunu Yanılmış Tanrı Varmış diyen Flew söylemektedir. Ona göre, bilinç ve benlik, hayat ve anlamı, değer ve ahlak alanlarına girildiği zaman, Tanrı’nın varlığını kabul etmek zorunlu gibi gözükmektedir. Kısacası ruhun varlığını kabul etmeye başlayınca, ateizm kan kaybetmektedir.
İlahiyatçı Doç. Dr. Aliye Çınar bir yandan Richard Dawkins’in Tanrı Yanılgısı kitabında öne sürdüğü tezleri çürütürken diğer yanda Tanrı’nın varlığının kabul etmemizi sağlayan argümanlarını ortaya koyuyor.
ÖNSÖZ
Tanrı’yı kendi ellerimizle öldürdük” diyen Nietzsche, acaba “biz öldürdük, bedelini biz Ödeyeceğiz” mi demek istedi? Bu katliam, bir pişmanlık ifadesi mi yoksa ondan kurtulmuş olmanın verdiği bir rahatlamanın dile gelmesi mi? Doğrusu bu konuda iki farklı tutumun olduğunu söyleyebiliriz: İnsanların bir kısmı Tanrı’nın gidicinden oldukça memnunken, diğer bir kısım ise O’nun öldüğünü kabul etmeyip, sadece kaybolduğunu düşünerek arayışım sürdürmektedir. Ancak ilginç olan, Tanrı’nın öldüğünü kabul edenler. Tanrı’ya ve ona inananlara karcı amansız bir kavgaya tutuştular. Tanrı gidince, kavganın bitmiş olması gerekmez mi? Açıkçası bu durum, bazı soruları getirmiyor değil zihinlere…
İşbirliği yapıp, ölümünü ilan ettikleri Tanrı’yı acaba görünmez yerlere mi sakladılar? Korkuları, sakladıkları Tanrı’nın bir gün hiç habersiz çıkagelmesi mi?Tanrı’ya, dine ve inananlara bu denli kızgın ve saldırgan olunduğuna göre, çuvala saklanan mızrağın ucu mu gözükmektedir? Bir başka ifadeyle, saldırının şiddeti yenilginin belirtisi olarak okunabilir mi?
Yine, “Tanrı olmasaydı bile onu yaratmak zorunda kalırdık” diyen düşünür, neyi ima etmiş olabilir? Tanrısız bir hayatın, anlamdan yoksun kalacağını kast etmiş olabilir mi? Bu düşüncenin farklı bir yansımasını sanki şimdilerde tecrübe etmekteyiz. Zira seküler bir dünyada yaşamamıza rağmen, Tanrı her geçen gün daha önemli bir konu olarak çıkıyor karşımıza. Bir şeyin problem olarak konuşulması, onun gerçek yaşama dâhil edilememesi anlamına gelebilir. Çünkü hayatın içinde olan bir şey, yaşanır; hakkında konuşulsa bile problem olarak algılanmaz. Ancak madem ki Tanrı hayatın dışında, o halde gölgesinin bile sürekli problem olması ve gündemi meşgul etmesi, neye işaret ediyor olabilir? Mesela Richard Dawkins gibi bir ateistin, bütün enerjisini ateizme adaması, nasıl bir ruh hali ve ne tür bir tavırdır? Bunu neye yoracağız?
Acaba Dawkins’in asıl itirazı imandan (faith) ziyade inanç (belief) konusuna olabilir mi? Zira Tanrı Yanıllgısı’nın yazarı, imanın kodlarını anlamaya karşılık olmadığı için, dini hedef tahtası olarak görürken, reddettiği alan gerçekte inanç alanıdır. Bu nedenle o, rasyonel bir ilahiyata kafa sıkarken, bize çok önemli bir güvenlik sahasını haber vermektedir. Nitekim tıpkı Darwinciliğin bir inanç olması gibi. rasyonalize edilmiş din de inanı; üzerine inşa edilmiştir. İster buna otoriteye veya akideye inanç diyelim, isterse bir düşünüre sistemine inanç diyelim, son tahlilde bunlar dogmatizm üretecektir. Nitekim Dawkins, itiraz ettiği inanççılıgı bir başka kulvardan savunmaktadır. Çünkü o semavi dinlerin iman eksenli dönüştürücü ve yeniden yapılandırın (yeniden doğum) paradigmasını merkeze alan güven, sevgi ve rızayı varış imanı, inanç kefesinde değerlendirerek din adına ne varsa toptan reddetmektedir. Kısacası evrenin temeli ve yaratıcısı düşüncesi, inanç eksenli doğal ilahiyatın temel tezidir. Oysa iman. Tanrıyı evrenin temeli olmaktan ziyade, insanın benliğinin korrelatı olarak işler. Evreni var eden yaratıcı düşüncesi ikinci planda gelir. Daha doğrusu Kuran, insan denen muamma varlığın tam olarak insan’ olabilmesinde Allah’ın varlığını zorunlu olarak devreye dâhil ederken, kozmolojik açıklamaları bir vesile olarak kullanır. İnsan olmanın mayasında inanmanın önemini vurgulayan duruş ile evrenin temeli olarak Tanrı düşüncesini merkeze alan inanç tavrı birbirinden oldukça farklıdır.
Hıristiyanlık, felsefi inançların etkisindeki melez bir din olarak, iman eksenli dinden ziyade, inanç manzumesine dönüşmüştür. Kimbilir! Belki de şekilci ve İsimsel (nominal] İslam’ı da böyle değerlendirebiliriz. Bir arkadaşımızın düşüncelerine güvenip, dürüstlüğüne inanç beslediğimizde sadece bu konuda bir kanaatimiz oluşur. Oysa birine âşık olan kişi, adeta baştan yaratıldığını hisseder. İnanç yeni bir doğum değildir; tıpkı ateizm gibi, ikna olup olmama meselesidir. Ancak iman, ikna değil, “kesinlikle evet” haykırışıdır. İşin ilginci, bu kesinlikle evet ifadesi, görünmez olanı, sezgiyle ve öngörüyle teyit etmektedir. Bunun içindir ki hakiki iman, dogmatizme yegâne alternatiftir.
Dawkins’in dilimize Tanrı Yanılgım olarak çevirileri eserinin arka kapağında, kitap için, “zamanlaması mükemmel” ifadesi yer alıyor. Evet, pek çok açıdan bakılabilir bu ifadeye. O halde biz de söze bu noktadan başlayalım; Tanrı yanılgısı kitabını merkeze almak suretiyle, neden bir tür ateizm çözümlemesi yapmayı denedik5 Dahası bu çerçevede niçin inanmanın ve inanmamanın temel dinamiklerini analiz etmeyi hedefledik?
Bilindiği üzere, bugün din konusunda insanların kafası. dünden daha karışıktır. Çünkü sekülerizmin anayurdu Avrupa/ Batı için Papa, bu gidiş gidiş değil, dine geri dönülmeli dedi. Üstelik “Avrupa hasta” diyerek bu konuda son söyleyeceğini ilk başta söylemiş oldu. Hatta pek çok kültür teorisyeni, kültürlerarası diyalog ya da dinler arası diyalog derken, bazıları da medeniyetlerin çatışmasından söz etti ister medeniyetler diyaloga girsin, isterse de çatışsın, medeniyetin en önemli beşiklerinden birinin din oluşu dolaylı ya da doğrudan dikkatleri çekmeye başladı. Bu durumda, çağımızı bir inanç çağı olarak isimlendirebilirmiyiz acaba? İmanı dogmatizmden özgürleştirip, ortaya çıkaracak başka bir boyut daha var mıdır? Yaşanan pek çok varoluşsal buhranlar neyi göstermektedir?
Günümüzde çığ gibi büyüyen bir değer ve anlam krizinin varlığı su götürmez bir gerçektir. Bu bağlamda modernitenin insanlığı bir çıkmaz sokağa götürdüğü açıkça ifade edilmeye başlandı. Politikadan antropolojiye; teolojiden edebiyata kadar bu dünyanın büyüsünün bozulduğu beyan edildi/edilmekte. Bu esnada Batı düşüncesiyle neredeyse özdeş hale gelen Hıristiyanlık da sorgulanmaya başlandı. Bu sorgulamalar sürerken, bir yandan da sorunlara reçete aranır oldu… Mesela ilginç bir şekilde, Time Dergisinin (Şubat 2009) özel sayısının kapağında dua eden bir kadın resmine yer verildi ve ‘İnanç nasıl tedavi eder?’ sorusu soruldu. Dünyada cinayetin önüne geçilemezken, dinin bir tedavi mekanizması oluşuna dikkat çekildi.
Pek çok ideolojik savaşın ortasında 11 Eylül gibi bir olayın yaşanması; dahası, buna ve başka nedenlere bağlı olarak her geçen gün yükselen bir İslamofobi tartışmasının baş göstermesi, Danimarka’da karikatür krizinin ortaya çıkması,beklenen in aksine din üzerine ilgiyi arttırdı. Öte yandan dini çoğulculuk söyleminin yükselmesi, medeniyetler arası ittifak ya da çatışma tartışmalarının kızışması, dinin, kültürdeki öneminin altım çizdi. Üstelik insanların ihtida yoluyla İslam’ı seçmesi, istenmeyen tablolar olarak basına, internete ve yazın dünyasına yansıdı.
Hatta Antony Flew gibi entelektüel dünyada öne çıkan bir ateist bile her ne kadar inanç biçimini sadece deizm (yaradancılık) ile ifade etmiş olsa da fikrini değiştirdiğini açık sözlülükle beyan etti ve ateist olmadığını bildirmesi dikkatleri çekti. Bu tür gelişmeler, Dawkins gibi ateizm misyonerleri için tahammül edilemez bir durumdu. Nitekim çalışmamızda da bahsedeceğimiz gibi, Daıvkîns, Flew’a kızgınlığını saklamıyor ve onu “döneklikle” suçluyor. Ancak Dawkins’in ilahiyatçılara ‘kemik atmaktan’ bahsettiğini hatırlarsak, Flew’a söylediği iltifat gibi kalır.
Flew kendi ifadesiyle, Sokratesçi kaideye mutabık kalmıştır. Yani kanıtın götürdüğü yere gitmiştir. Şeffaf bir bilim adamının itirafı olarak okunabilir bu gelişme.
Keza Patrick Glynn da ateizmin bir yanılgı olduğunu itiraf etti. O, Darwin’den sonra ateizmin, zaten pek çok Batılı entelektüel arasında sorgulanmadan kabul edilen standart bir görüş olduğuna dikkat çektikten sonra, iman ve bilimin çalıştırılmasının altında büyük ölçüde Darwinciliğin yattığına işaret etti. Nitekim bir röportajında Glynn, bu dalganın 5o’li yıllardan itibaren ciddi yara aldığını ifade etmektedir. Elbette bu değişimin altında yine bilimsel gelinmeler yatmaktadır.
Patrick Glynn’ın tespitleriyle ifade etmek gerekirse, 20. yüzyılın başlarında Big Bang (Büyük Patlama) teorisi kabul edildi ve bu teori, âlemin bir başlangıcının, yani yaratılış ânının bir başlangıcı olduğunu gösterdi. Bu, kâinatın sonsuz olduğunu savunan materyalist görüşe önemli bir darbe oldu. 1970’lerde ise fizikçiler, önemli gelişmelere imza attılar. Kâinatın bütün fizikî dengelerinin, meselâ yerçekiminin veya atomu bir arada tutan nükleer kuvvetlerin, yaşanabilir bir âlem oluşması için en ideal değerlerde olduklarını buldular. “Anrropik Prensip” (İnsan için hazırlanmış kâinat anlayışı) adı verilen bu buluş, içinde yaşadığımız kâinatın rastgele ortaya çıkmadığı, insan hayatı için özel olarak yaratıldığı fikrine büyük bir delil oluşturdu. Yıllar geçtikçe bu prensibi destekleyen yeni deliller de ortaya çıkmaya devam etmektedir. Mesela Kuantum fiziğinin ibresi de insana işaret etmek suretiyle, antropik ilkeyi bir başka açıdan doğrulamaktadır. Kısacası derin bir tefekkür bizi şu sorunun kıyılarına bırakmaktadır: “Her şey insan için yaratıldı. Acaba insan niçin yaratıldı?”
Mesele sadece bilimsel keşiflerle kalmıyor, felsefenin geldiği son nokta da dinin içinin boşaltılmış olmasına başkaldırıyordu. Çünkü felsefe, bîr ölçüde din eleştirisiydi. Dinden vazgeçmek, yaratıcı düşüncenin dondurulması anlamına geliyordu. Bu bağlamda Metafizik Sonrası Din isimli yeni çalışmalar dikkati çekti. Mesela J. Derrida’nın, dinin somut halinin metafizik lehine tahrip edilmesini, bîr tür şiddet ve kötülük olarak görmesi, oldukça önemli gelişmelerden bîriydi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Felsefe-Sosyoloji-Psikoloji
- Kitap AdıTanrı Yanılgısı Üzerine
- Sayfa Sayısı224
- Yazar Dr. Aliye Çınar
- ISBN9759962227
- Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviProfil Yayıncılık / 2009