“İnsan gençliğini aşka vermezse, gençlik ne işe yarar?”
“Ama kaybeden sonunda siz olmuşsunuz.”
“Kayıp mı? Kaç kişi böylesine sevebilmiştir dünyada?”
“Ama bir kucak korla kalan siz olmuşsunuz.”
“İyi ya boş değildi kucağım.”
“Ama yandınız, kül oldunuz.”
“Ama vardım, kül bunun kanıtı.”
12 Eylül’ün gölgesinde boğulan bir aşk hikâyesi… Yaşamın kıyısında seyirci olmaktan öteye gidememiş bir erkek… Birbirinin ışığıyla kamaşan iki ayna arasında parçalanan bir kadın… Başkasının gözünde nasıl göründüğünü, iki günlük üzerinden anlatan deneysel bir çalışma. Modern zamanların karmaşık insanlık halleri Ayfer Tunç’un usta kaleminden unutulmaz bir edebiyat şölenine dönüşüyor.
Suzan Defter, daha önce öykülerinden biri olduğu Taş-Kâğıt-Makas’tan azat olmuş, tek başınalığı hak etmiş bir eser.
***
16 kasım cuma
Ölüm, seninle bir anlaşma yapalım. Şu lanet olası defter dolduğunda bana gel. Bak kalan ömrüme ömür biçerek kafa tutuyorum sana – sen ki en tabii korkusun.
Bu defter dolduğunda unutacak olursam seni; gö.rün, uykuma gir, gülümse bana, hatırlayayım verdiğim sözü.
Uzun favorili tezgâhtar delikanlıya sormadım: kaç yaprak bu defter diye; genç bir kadının uzattığı mürek.kep şişesinin sıkışmış kapağını açmaya uğraşıyordu, öte.ki tezgâhtar –kız– uzattığım parayı gözünü delikanlıdan ayırmadan aldı, üstünü versin diye bekleyemedim, çıktım.
Defterin kaç yaprak olduğunu merak ettimse de, kim uğraşacak şimdi gereksiz sorularla?
Yani ölüm, ben de bilmiyorum kalan ömrüme ne kadar ömür biçtiğimi.
Her gün kaç sayfa yazarım, kaç anlamlı cümle çıkar bu sayıklamalardan? Belki şu yazdığım satırlara ekleye.cek tek kelime bulamam, boş beyaz kâğıtlara bakarak adamakıllı yaşlanırım veya yazı alır beni sana götürür.
Ölümümden sonra kimin eline geçeceği hiç belli ol.mayan, spiralli, beyaz kâğıtları kareli, kapağında parlak kırmızı bir elma (HAYAT) ve uçları sipsivri açılmış bir
16 kasım cuma
‘Bir kadın birdenbire günlük tutmaya başlamışsa, ya âşık olmuştur ya terkedilmiştir’ demişti Suzan. Defterler evinde dağ gibi yığılmıştı. Hepsi abimi unutmak için. İçimden yak bunları Suzan demek geçti. Deli deli gülü.yordu defterlerini gösterirken. Her birinde birkaç sayfa karalanmış. Ne kısa aşklar. Ağlayacak sandım.
İnsan ya kendi kendine konuşur, ya kendi kendine yazar. Kendi kendine konuşmayı makbul saymazlar. Oysa ne fark var ki arada?
Benim yine günlük tutmaya başlamam hiç hayra alamet değil.
İlk defa Kıbrıs savaşı sırasında günlük tuttum. İlko.kuldaydım. Babaannem radyonun başından ayrılmıyor.du. Camları mavi kâğıtla kaplamıştık. Savaş bitmeden günlük tutmayı bıraktım. Ne saçma şeyler yazmıştım günlüğüme: Sevgili günlük! Bugün komandolarımız Kıb.rıs’a çıktı. Yavru vatan Kıbrıs ülkemizin güneyinde, Ak.deniz’de bulunan büyük bir adamızdır. Bir de haritasını çizmiştim Kıbrıs’ın, üstünde Türk bayrağı dalgalanıyor. Yurdumun Akdeniz’de bir sevinci var! Unutmuşum bir köşede günlüğümü.Abimin eline geçti bir gün.‘Bula bu.la bunu mu buldun saklayacak?’ diyerek duvara fırlattı.
Ama o zamanlar ilkokuldaydım abicim!
yığın kurşunkalem (ÖLÜM) resmi bulunan, adi, adi, adi bu deftere adımı açıkça yazmayacağım. Sahaf tezgâhına düşecek veya yoklara karışacak bir hayatın sahibinin adı belli olsun istemiyorum.
Belki bir gün bu defteri eline geçirecek meçhul kişi: Sanma ki, aklı, suyu çekilmiş bir kafatasının içinde bir avuç kar gibi hızla eriyen bir adamın defterini okumak.tasın. Kafatasımın suyunun çekildiği doğru. Islanmış da kurumuş, kuruyup çekmiş bir tahta parçasını andırıyor kafatasım, ama içinde kurşun kadar ağır bir şey var.
Adımın bir öneminin olmadığını ben de biliyorum. Ama şu satırları yazan ele sahip vücut bir ad taşıyor. Ad vücudu var kılar.
Gerçek bir hayat hikâyesi olarak değil, gülüp geçti.ğin basit romanlar gibi oku beni.
Bir iz kalsın ardımda, ama okunduğu anda unutula.cak bir iz.
Unutulmayacak bir iz bırakan adamlardan değilim.
17 kasım cumartesi
Babamın babası doksan iki yaşında öldü. İntiha.rı aklına getiremeyecek kadar tembel olduğunu dü-şünürdüm. Yüksük iriliğinde dişleri vardı, pek yemek yemezdi. Çocukken tanrının ona neden bu kadar bü.yük dişler verdiğini merak ederdim – madem yemi.yor… Bir gün ansızın merdivenden attı kendini, düştü dediler. İnanmadım, çünkü hastanede sonunun yakın olmasından çok memnun görünüyordu. Kalçası kı.rıldı, bir daha da kaynamadı. Hayatı uzun sürmüş bir sıkıntıdan ibaretti. Boş, içeriksiz bir sıkıntı. Neden ha.yatım bir sıkıntıdan ibaret diye soramayacak kadar tembel yaratılışlı olmalıydı ki, ölmek daha kolay geldi.
Sonra 12 eylülün ertesinde günlük tutmaya başla.dım. Ünlem üstüne ünlem koyarak. İki ana tema: Bir, Sevgili günlük! Tarihi günler yaşıyoruz!! Katil oligarşi yönetime el koydu!! İki, abimle Suzan yine benden gizli buluşacaklar. Yunus’taki evde, biliyorum.
Bir kalın do, bir ince do, gamlı defterim benim; ince do sevgili günlük, kalın do katil oligarşi.
Banker Kastelli’nin kaçtığı gün abim hapse girdi. Ha.pis! Ne ürpertici bir kelime. Yine günlük tutmaya başla.dım. Bu defa sevgili günlük demeden: Bugün abimi görme.ye gittim. Çok zayıflamış. Eve dönünce saatlerce ağladım.
Aynı şeyleri yazmaktan sıkılıp bıraktım.
Bu defa olağandışı bir şey yok hayatımda. Hatta her şey fazla olağan.
Belki yine hep aynı şeyleri yazarım:
Bugün hiçbir şey olmadı.
Bugün de hiçbir şey olmadı.
Bugün de.
Sonraki sayfalara da (“ ”) işareti koyarım.
17 kasım cumartesi
Gün boyunca yattım kanepede. Boş boş televizyona baktım. Kitap okumaya çalıştım biraz. Ama bir tek say.fanın bile sonunu getiremedim. Zihnimden düşüncenin kırıntısı geçmedi. Akşam olurken pencereden sokağı seyrettim. Perdeler çekilmiş, evlerin ışıkları yanmış, hava soğuk… Sokakta, her biri bir köşede titreşen kedilerin ve köpeklerin yalnızlığı içime dokundu.
Hayvanların yalnızlığı içime dokununca salak de.dim kendime. Bu onların doğası, sen kendine bak.
İnsanınkine kader diyoruz ama.
Çok günlük tuttum diyemem, ama çok defter dol.durdum. Düzensizce. Aklıma estiği gibi. Sonra hepsini
Hayatımın, bir saman çöpü ne kadar canlı ve anlamlı ise o kadar canlı ve anlamlı olduğu, bu satırları okuyanlar tarafından hemen anlaşılsın istemem. Hayatım ancak bir saman çöpü kadar canlı ve anlamlı olsa bile, dilerim, yazı.ya hürmeten satırların sonu gelir. Bu satırları kaleme ala.rak kimseye hitap ediyor değilim. Kendimi meşgul etme.ye çalışıyorum sadece. Bugün büromu kapatalı tam altı ay oldu. Kızımı en son ne zaman gördüğümü hatırlamıyo.rum. Öyle koptum ki zamandan, bu sabah büroma git.mek üzere evden çıktım. Tam radyoevinin önüne geldi.ğimde birdenbire önce günlerden cumartesi olduğunu, ardından büromu altı ay evvel kapattığımı hatırladım.
Bunayacak kadar yaşlı değilim. Hayatın döngüsü.nün dışında kalmayı istiyorum, ama içimde bir şey beni tekrar döngüye sokmayı deniyor. Beyhude!
Radyoevinin önünde durmadım. Sanki önemli bir işim varmış gibi ilk ışıklara kadar hızlı hızlı yürüyüp kar.şıya geçtim. Aynı caddeyi bir de karşı taraftan yürüdüm. Evime döndüm. Pencerenin önündeki koltuğuma otura.rak hayatımın küçük çapta –amaçsız– bir döngüsünü ta.mamlamış oldum.
Altı ay geçti, hâlâ büroma gitmeye kalkıyorum. Ha.lim bu.
18 kasım pazar
Herhangi bir günü pazar kılan her şeyden uzak ol.duğum halde, uyanır uyanmaz günlerden pazar olduğu.nu hatırladım.
Oysa ne pazar kahvaltısı var hayatımda artık ne pa.zar gazeteleri ne aile ziyaretleri.
Umurumda mı günlerin adı?
Ben de Fahim Bey ve Biz’i okudum tekrar. Kendine olmayanlardan bir dünya yaratan, olmayanların dünya.yaktım. Yenilerini doldurdum. Yine yaktım.
Arada bir kendi kendime çıldırdığım oldu, çıt çıkar.madan. Kimseye duyurmadan. Abime sezdirmeden. Ba.baannemin bakır helva tenceresinde defterlerimi yaka.rak, ateşi hep canlı tutarak, defter doldurmaktan ve dol.durduğum defterleri yakmaktan bitkin düşünce uyuya-kalarak yıllar geçti.
Yıllar geçmiş.
Bakır helva tenceresinde hiç ölü helvası kavurmadı babaannem. Babamın ardından bile. Ama ben kavur.dum.
Suzan defter tutmuş.
Kendimi kapadım yazdığım defterlere. İçimi açmak.tan çok korktum.
Artık yazdıklarımın bir anlamı olsun istiyorum. Bir şey söylüyor olayım. Bu ne bu, bu satırlar ne anlama ge.liyor? diye bir soran olursa, sanki olabilirmiş gibi, diye.yim ki: bu bir hikâye, ama biraz karışık.
18 kasım pazar
Günlüğüme, ‘bugün hiçbir şey olmadı’dan fazla ne yazabilirim? Hayatımı, dünü. Herkesinki gibi, benim ha.yatım da roman. Hep, ne olduğunu bilmediğim büyük eksiğinin yakında tamamlanacağını umduğum bir roman.
Ailemi yazabilirim. Abim, babaannem ve babam. Abimi sayfalarca yazabilirim. Büyük aşkım. Hayatıma giren tek erkek. Ruhuma en çok sokulan erkek. Hayalle.rimi yıkan kahraman. Birbirimizi tümüyle terk etmiş ol.sında varmış gibi yapabilen Fahim Bey, evden her gün çıkan, düzenli.
Fahim Bey’in aksine, evden çıkmamanın bir yolunu bulmalı.
Kendime zamanın ipini koparma diyorum. Ama bu hiç kolay değil. İnsan uyuyakalıyor, uyanınca aradan ay.lar geçmiş gibi oluyor. Zamanı nerede bıraktığını hatırla.mak çok güç.
Bilge telefon etti bugün, sesi yine soğuktu, annesi yanındaydı muhakkak. Babanı ara demiştir. Babanı ara derken, neyi satmış.neyi satmamış.ne kalmış elinde av.cunda.sor.kurcala.öğren demek istemiştir.
(Niye Bilge koydum ki adını? Zararsız bir çiçek adı koysaydım keşke: Nergis, Çiğdem, Fulya, hatta Gül.)
Uyuklamak parça parça ölmek, uyumaksa yekpare ölüm. Bu aralar hep uyukluyorum. Vücudumdan büyük parçalar kaybetmişim gibi hissediyorum kendimi. Gece olduğunda kayıp parçalarım karanlığa karışıyor.
Akşamüstü gökyüzü simsiyah oldu, kar atıştırdı, ama adamakıllı yağmadı.
Saatlerce pencerenin önünde oturdum, karanlığın şehre inişini seyrettim. Pazar gecesi başladı.
19 kasım pazartesi
Babamın babası ölünce malları babama ve iki amca.ma kaldı; babam ölünce büyük ağabeyim N.A.’ya, küçük ağabeyim Z.A.’ya ve bana. Büyük ağabeyim N.A. hiç ev.lenmediği için o ölünce onun malları da bana ve küçük ağabeyim Z.A.’ya kaldı. Ben ölmedim, karımdan ayrıl.duğumuzu kabullenmemek için çoktandır rol yaptığım, giderek daha az tahammül edebildiğim, yaşlanan, deği.şen, bana her gün biraz daha yabancılaşan adam.
Ama her şeye rağmen, şu kahrolası dünya üzerinde benim kimim var? diye kendime sorduğumda aklıma ge.len tek isim: abim. Şu kahrolası dünya üzerinde ben en çok kimi sevdim? diye sorduğumda da.
Babam. Arada bir geceleri eve gelip gittiğini, günler.ce ortadan kaybolduğunu hatırladığım; abimle duvar gibi küs; bizden gizlediği nikâhsız bir karısı, bizden gizlediği sümüklü bir oğlu, bizden gizlediği bir evde terlikleri, pi.jaması ve silahı olduğunu ölümünden sonra öğrendiği.miz; hayatımıza sadece misafir olmuş, hayatımızdan çık-tıktan sonra ardında çok ses bırakmış olan yakın.yabancı.
Babaannem her şeyi biliyormuş meğer. Bize söyle.medi. Ketumdu, sert kadındı, dalgın, huzursuz, mağrur, öfkeli, ama iyi kadındı.
Annemi hatırlayamamak çok acı veriyor.
Dayım ölmüş. Oğlu abimi arayıp haber vermiş. ‘Ce.nazesine gidecek misin?’ dedim. ‘Ne gidecem!’ dedi. ‘Yunus’taki evin üstüne yatmak için yaptıklarını unut.tun galiba!’
Nasıl unuturum abicim? Her bilgi yalnızlığımı artı.rıyor. Yunus’taki evi yazabilirim. Doğduğum evi. Ev gibi evdi. Pencereleri dışa açılırdı. Yerleri tahtaydı. Bahçesin.de bir kayısı ağacı, çiçek açar, meyve vermez.
19 kasım pazartesi
Elektrikle doğalgaz faturası aynı anda geldi. Korkunç. Daha kışın başındayız üstelik. Telefon da yarın öbür gün gelir. Bir işe girmem şart. Aldığım kiralar yetmiyor.
Abim yine tutturdu, Yunus’taki evi satalım, zaten boş duruyor, yıkıldı yıkılacak diye. Geçenlerde gitmiş dım. Ayrılabilmek için karıma çok mal verdim. Babamın babasının Hadımköy’de arazisi varmış, mübadeleyle gel.diğinde ona verilen arazilerin ucu bucağı yokmuş, baba.mın babası hiç çalışmamış.Payımı sattım.Aramıza deniz girsin diye karıma Suadiye’deki daireyi verdim, orada oturuyor, böylece denizaşırı oluyor.
Büyük ağabeyim N. emekli olunca uzun süre kendine uygun bir kahvehane aradı, mesken tutmak için. ‘Neden evinde oturmuyorsun?’ diye sorduydum da, ‘niye otura-yım deli miyim ben?’ dediydi. Sonunda Bahçelievler’de bir kahvehane buldu, sandalyeleri kumaş kaplı, masaları ahşapmış, eşya sesleri emiyormuş, tatlı bir uğultu kalıyor.muş içerde. Ölene kadar, pazar hariç, her gün Valide.çeşme’den Bahçelievler’e, kahveye gitti. Pazarları hamama gider, maç dinler, spor toto kuponlarıyla meşgul olurdu.
Valideçeşme’deki ev bana kaldı, benden de Bilge’ye
– ölmeden. Bilge bir eskici, bir de sahaf çağırmış. Sahaf, kızmış köpürmüş, ‘bunun için mi çağırdınız beni?’ de.miş, ‘ben kiloyla kâğıt alacak birine benziyor muyum?’ Eskici hiç sesini çıkarmamış ama, kamyona yükleyip gö.türmüş ağabeyimin evini.
Eskiciyi gördüm geçen gün, kendini antikacı zanne.diyor, Tavukçufethi sokağında dükkânı var, bodrum kat.ta. Dizlerimin altında kalan vitrine bakmaya çekiniyo.rum, kendimi tutamayıp göz ucuyla baktığımda, gaddar bir tacirin elinde esir düşmüş canlı eşyalar görüyorum çünkü, kurtar bizi diye bağrışıyorlar.
Eskici beni süzdü, ömrüme ömür biçti.
Küçük ağabeyim Z.’nin hayatı işgal altında. Karısı, kızları, damatları, torunları var.
İnsanın parası ve telefonu olursa evden çıkması ge.rekmiyor. Bankaya gittim bugün, epeyce para çektim, evde bulunsun; otomatik ödeme talimatı verdim; marke.tin, manavın, eczanenin telefonunu aldım; kapıcıyı tem.bakmış. Serseriler camı kırıp içeri girmişler. Muslukları, kapı kollarını filan götürmüşler. ‘Yetti artık senin inadın’ diyor, ‘ev eridi, bitti, satalım, sen de rahat et, ben de.’ Paraya ihtiyacın var değil mi abicim? Ama söylemiyor.sun. Söyle. Bırak şu mağrur, cakalı tavrını. Lime lime ka.natlarını üstüme geriyormuş gibi yapma artık. Zaten hiç geremedin ki. Gerdiğini sandın. Ben hep yalnızdım. Bir başıma. De ki bana: Derya, şu kriz piyasayı mahvetti, çok sıkışığım. Satalım şu evi kardeşim. De, hemen sata-lım. Ama demiyorsun.
Nadiren de olsa baş başa kalmışsak, yüzünde garip bir acı okuyorum. Abimin dudakları incecik bir çizgi oluyor, teninin rengi kararıyor. Bu haliyle daha genç, daha zayıf, ama çok daha hüzünlü görünüyor.
Daha önce olmazdı. Onu görmeye cezaevine gitti.ğimde, işkenceden kolu bacağı tutmazken bile, gülüm.serdi, talimat verirdi bana. ‘Dik dur Derya, dik dur!’
Kırkını geçtiğine göre ‘muhasebe’ yapıyor olmalı. Yaş dönümü zamanı. Kırktan geriye baktığında ümit dolu, inançlı yıllar. Onurlu. Dimdik bakmaktan kork.mazdık hiç. Plak çalıp kitap okurduk. O, ben, Suzan.
Hem çok yumuşak, hem çok sert bir şey vardı içi.mizde.
Kırktan sonrasına baktığında: ne oldu bizim kemik.lerimize? Pelteye döndük. Boynumuzu dik tutamıyoruz. Böyle mi yaşlanacağız biz?
Suzan da yok artık hayatımızda.
O Suzan ki, abim için cezaevi kapısında yattığını bi.lirim.
Saçları bembeyaz oldu abimin. Çok kısa kestiriyor artık. Ne zaman görsem yüzünden yorgunluk akıyor.
Oysa Suzan’la birlikteyken nasıl da yakışıklıydı. Dal gibiydi. Parlak siyah saçları, siyah sakalları vardı. Kemik çerçeveli gözlük takardı. Bütün kız arkadaşlarım âşıktı bihledim, sabah akşam uğra diye, karısı da her gün gel.sin, evi silsin süpürsün, yemek pişirsin. Dışarıda ne işim olabilir ki? Belki berbere gitmem gerekir arada, hâlâ epeyce saçım var.
İlanı telefonla verdim, parasını almaya bir çocuk gönderdiler, on altı on yedi yaşlarında, Doğulu. Tuhaf bir çocuktu, sanki içinde biri daha varmış da onu bir yerlere sürüklüyormuş gibiydi hareketleri. Pencereden baktım ardından, kalabalığın içindeyken suda yüzen bir ağaç kü-tüğünü andırıyordu.
Şu şehir insanı ne tuhaf hale getiriyor.
20 kasım salı
Yazı masamı temizledim bu sabah. Çekmeceleri ters çevirip silkeledim, ıslak bezle adamakıllı sildim içle.rini. Temiz, düzenli bir masa istiyorum, her şey yerli ye.rinde olsun.
Babam yazı masasına ‘sekreter’ derdi ve ‘sekreterin yeri yazıhanedir’ ve ‘evle işi sakın karıştırma.’
Karım evde bir masam olmasını istemiyordu, kitap.lığım olmasını da.
Karım aslında evde ‘ben’ olmasını istemiyordu, uy.sal bir bukalemun olayım istiyordu sadece ya da kabın şeklini alan zararsız bir sıvı, arada bir sulanan yaşlı bir saksı çiçeği, ortak hayatımızın durgun hücresi olayım.
Bir tomar beyaz kâğıt koydum masama, siyah mürekkepli dolmakalem. Mürekkepli kalem kullanmaya yeni başladım, (eskiden tükenmez kalem kullanırdım, daktiloyla yazdırdığım usanık cümlelerimin altını imzalamak için) kalemi aldığım gün ne yazacağımı bileme.dim, adımı yazdım boyuna, adımı, adımı, adımı, imzamı attım pek çok defa.
İlk beş ayı doldurulmuş ajandayı koydum masaya, ona. Çok güzel gülerdi, ağırbaşlı, biraz mahcup.
Şimdi daha çok gülüyor. Ama içimi acıtan bir şey var artık kısa ve keskin, yara gibi gülüşlerinde.
Suzan, abimi seven kadınlar arasında benim tek sevdiğimdi. Şimdi abimin sapladığı bıçağı sırtında gez.diren kadın olmuş. Her aşkın başında ve sonunda defter tutuyormuş. Dağ gibi yığıldıkça defterler, geçmiş geri gelmiyor.
Sızı duruyor durduğu yerde.
20 kasım salı
Her gün evden çıkmak için bir neden bulmalıyım. İşe gitmek gibi mesela. Yoksa yine dışarı çıkma korkusu.na yakalanacağım, babaannemin ölümünde olduğu gibi.
Bir gece babaannem aniden öldü. Hık dedi gitti. Abim hapisten çıkmıştı ama yine arandığı için eve gele.miyordu. Bahariye’deki evde oturuyorduk. Kömür soba.sı yakardık. Sobanın yanındaki minderde otururdum ke.di gibi, kitap okurken mayışırdım, yüzüm sıcaktan kıp.kırmızı. Babaannem sabahları sobanın üstünde ekmek kızartırdı. Radyoda haberler okunurken, eski korkular yüzünden, elleri titrerdi, yüzü bembeyaz olurdu.
Ne çok severdim Bahariye’deki evi. Bir Bahariye’de.ki, bir Yunus’taki evi. Tavanları yüksekti. Kartonpiyerleri çok zarifti. Soylu bir ev bu diye düşünürdüm. Biz soylu değiliz. Soylu olsak bu halde mi olurduk? Bu ev soylu ama.
Babam ölünce nikâhsız karısıyla oğlu ortaya çıkmış.lardı. Tiksinerek bakmıştım babamın sümüklü oğluna. Bu benim kardeşimmiş! Nereden kardeşim oluyormuş? Benim bir tek kardeşim var, o da abim. Abim de tuttur.çayımı koydum, telefon çaldı. Saat dokuz buçuğa geliyordu.
Bir emlakçı aradı. İlanı görmüş, eve bakmak istiyor.muş, hazır müşterisi varmış, gayrimenkul piyasası dur.gunmuş aslında… İçimi bir sıkıntı bastı adam konuşur.ken, telefonu yüzüne kapatıverdim.
Arayan erkeklerin hepsini atlattım, satıldı beyefen.di… geç kaldınız… az önce verdik… dedim. Daha saba.hın körü filan demeye kalktılar, bir tanesi ‘kaça verdiniz?’ diye tutturdu, ‘sana ne kardeşim?’ dedim, ‘kaça verdim-se verdim.’
Sadece kadınlarla konuştum; onların da sesleri ahenkli, sözleri güzel olanlarıyla.
Erkeklerle bir arada olmaktan hoşlanmam, iyi vakit geçirmeyi bilmezler.
Sabahları kendime ayırdığım için, hep öğleden son.raya randevu verdim, kadınlara.
On dört Lale hanım, zararsız bir çiçek adı.
On beş otuz Itır hanım, tınısını sevmem bu çiçek adının.
On yedi Keriman hanım, adı yaşlı bir kadını çağrış.tırıyordu, ama sesi gençti, ışıklıydı.
Tünel Geçidi işhanının dördüncü katında, avukatlık stajımı bitirdikten sonra açtığım; insanı para için yalvart.maktan zevk alan babamın beni şaşırtarak yazdığı çekle bir masa, bir daktilo, bir koltuk alarak döşediğim; za.manla, bir masa daha, bir koltuk daha, bir kitaplık daha derken tıklım tıklım dolan ve yirmi yedi sene boyunca hafta içi her gün gittiğim büromda, yanımda dört yıl ça.lışmış olan sekreterim Mukaddes’in sesini hatırlattı bana Keriman hanımın sesi.
Mukaddes öğle yemeğini yedikten sonra çenesini av-cuna dayayıp uyurdu, uyuması bir şey değil, horlardı, du.ruşmadan geliyorsam sesini ta koridordan duyardım. Port.maz mı, ‘çocuğun bir suçu yok Derya, suçlu babamız’ diye. Onu biliyoruz abicim, tek suçu bu olsa, iyi. Suçun.da vuruldu babamız, hesaplaşma, ödeşme, her neyse.
Bu yüzden reddetmedin mi sen babamı abicim? Kaba güç, yeraltı düzeni filan gibi alengirli laflarla. Hoş, babam da seni reddetmişti: Komünist piç! Çürü hapis.lerde de aklın başına gelsin. Sanki kendisi oraya dönme.mek için yeraltında yaşamıyormuş gibi.
Kardeşimizi sevmeliyiz Derya. Meliyiz Derya. Malı.yız Derya. Bana ne be! Ben istemiyorum kardeş mardeş. Babam bile olmamışken doğru dürüst, ne kardeşi! Adını Aliahmet koymuş bir de. Büyükbabamın adı. O kadar kıymetliydi babanın adı da niye abime koymadın baba? Gittin gerdanı ekmek hamuru gibi sarkık bir kadından yaptığın sümüklü oğlana koydun. Oğlanın elinde bir si.mit. Sümüklerine susam yapışmış. Beş yaşında. Altın künyesi var. Pantolon askısı var. Kırmızı bağcıklı botları var. Bön bön bakıyor. Bu senin çocuğun olamaz baba. Bu çocuk aptal bir kere. Bak biz, abim de ben de akıllıyızdır. İkimiz de üniversite bitirdik. Kadın bir de babaannemin elini öpmez mi? Hadi o öpmeye kalktı, babaannem de öptürmez mi? ‘Başımız sağolsun kızım. Allah sana, yav.runa uzun ömürler versin’ demez mi? Saçları oksijen sarısı kadın hüngür hüngür ağlamaya başlamaz mı? Ba.baannemin boynuna sarılı ellerini görmez miyim kadı.nın? Beyaz beyaz. Tombul tombul. Sol elinin yüzükpar-mağına bir de rüküş alyans takmış utanmadan. ‘Evimin direği yıkıldı anne!’ ANNE demez mi babaanneme? Beni de öpmeye kalkışmaz mı? Ben onu itmez miyim? Orospu demez miyim? Babaannem bana bir tokat at.maz mı kadının önünde? Evinin direği gitmişmiş, bizim neyimiz gitti? Bizim evimizin nesiydi babam? Babaan.nem kadının oksijenden kuruyup çalıya dönmüş saçları.nı okşuyor. ‘Ağlama kızım, ağlama, mukadderat…’ Mu.mantoya fortmanta derdi; ‘fortmanta değil Mukaddes portmanto,’ ‘eee, ben ne diyorum E. Bey?’ Kaba, vahşi bir güzelliği vardı Mukaddes’in, fısıldayarak konuştuğu za.man meşe ormanı uğulduyor sanırdım. Ama teni is kokar.dı, sanki bacada yaşıyor, ne zaman kucağıma alsam, bir öksürük tutardı beni, boğulacak gibi olurdum, bu yüzden öpemezdim zehirli mantarı andıran iri dudaklarını. Ev.lendikten sonra yazıhaneye birkaç kere geldi.Yerine gelen dalgın bakışlı, silik ama hüzünlü sekreterimin önünden edalı edalı geçerken kızcağıza küçümseyerek baktı hep. Karşımdaki koltukta kaykılarak oturdu, iri parmaklarına yakışmayan sigaralar yakıp dumanı yüzüme üflerken aşırı gülümsüyordu, evlendim, artık her şey daha kolay E. bey der gibi. Baktım, dokunsam ellerime yapışacak, yüz ver.medim, ‘duruşmaya gidiyorum Mukaddes’ dedim her ge.lişinde, ‘başka zaman gel,’ şaşırdı, üzüldü, gelmez oldu.
Lale hanım ikiyi yirmi geçe geldiği için hakkını kay.betti. Kapıyı açar açmaz ‘geç kaldınız’ dedim. ‘Malum İstanbul trafiği…’ filan dedi, yüzünde sahtekâr bir gü.lümseyiş. İfadesi sinirime dokundu, ‘hakkınızı kaybetti.niz’ dedim soğukça, kapıyı küt diye kapattım. Gözetle.me dürbününden baktım, kapının yüzüne kapandığına inanamıyor gibi bir hali vardı. Deli olduğumu düşünmüş.tür (pek de haksız sayılmaz).
Güzel kadındı ama, gençti, petekli balı hatırlattı bana.
On beş otuz Itır hanım beş dakika erken geldi. Bil.ge’yi andırıyordu, fazla şirin, sahte olduğunu düşündüre.cek kadar. İçeri girer girmez konuşmaya başladı. Jineko.logmuş, nişanlısı göz doktoruymuş, ihtisaslarını yeni bitirmişler, kayınpederi ile babası para koymuşlarmış ço.cuklar bir daire alsınlar da muayenehane yapsınlar diye, ama benim daire eskiymiş, tadilat gerekiyormuş, fiyat yüksekmiş, son kaça verirmişim. Nemrutluğum tuttu,
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSuzan Defter
- Sayfa Sayısı128
- YazarAyfer Tunç
- ISBN9789750724220
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yalan Yıllar ~ Can Kozanoğlu
Yalan Yıllar
Can Kozanoğlu
“İlkokul üçüncü sınıf öğrencisi, sınıfın en kısa boylu erkeği, fizik kurallarını biliyordu ha! İşin kötüsü, ikinci sınıftayken eski dili bildiğime, üçüncü sınıftayken fizik kurallarını...
- Kara Kış Beyaz Düş ~ Fatma Erdek
Kara Kış Beyaz Düş
Fatma Erdek
“O gece Selim’in gözlerinde, inanmak istemediğim gerçeği okumuştum. Bütün varlığıyla doğru söylüyordu. Bana karşı hissettiği yasak aşk, onun kıblesi olmuştu. Bu aşka ibadet ediyordu....
- Germakoçi ~ Uğur Erbaş
Germakoçi
Uğur Erbaş
“Soğuk, soğuk, soğuk, buz altındaydı dünya; bitmek bilmez bir zemherinin ortasında. Memleket bolluk içindeydi evvel zamanda. Köyler insanla doluydu, ambarlar buğdayla. Şimdi ekinler göğermez,...