Dünyayı daha çok görmeliyim. Dünya beni daha çok görmeli. Kalyonlar yelkenlerine rüzgârları doldurmalı, atlar geniş ovalarda beni dörtnala sırtlarında taşımalı, uçsuz bucaksız çöllerde develerle Asya’nın uzak ülkelerine gitmeliyim. Zihnimde yaptığım seyahatleri bedenen de yapmalıyım.
Ama şimdi evime dönüyorum. Gözümde tüten evime… İstanbul’a. Benim içinde yaşadığım, benim içimde yaşayan şehre. İstanbul’a…
… İnsanın her gördüğü şehrin hatıralarına sonsuza kadar yazıldığını söylerler. Muhakkak ki doğru… Bir şehir, insanın içinde kendine ne kadar yer bulursa, hatıralarında da o kadar yer edinebilir. Dar tozlu sokaklarıyla, deniz kokusuyla, insanlarıyla… Her şeyiyle…
Bir şehir ancak o zaman bir insan için bir anlam ifade eder. İnsan o zaman kendini bir şehirde anlamlı bulur.
Uzun yollar yapmadan, deve kervanlarıyla, gemilerle günlerce gecelerce yol almadan yapılan bir yolculuk. Bilinmeze ve dostluklara yapılan yolculuk… Kahramanımız Yusuf’un, İngiliz asilzadeleriyle İzmir limanında başlayan, İstanbul’da devam eden ve Londra’da son bulan dostluğunun düğümlendiği, onlarla geçireceği kısa sürede, içlerine girme, tuhaf âdetlerini tanıma ve dostluklar edinme şansını yakaladığı, belki de yolculuklarının en tuhafı…
1.Bölüm
1738 senesinin sıcak, ışıldayan bir haziran günüydü. Hicrî 1151 senesinin ikinci ayı olan Safer ayına denk gelen, eve dönüş yolundaki o sımsıcak gün…
Bugün hatıralarımda yarı puslu haliyle yer etse de özlemle hatırladığım ve hayatımın seyrini değiştirecek olayların yaşandığı o tuhaf gün…
Gemimiz kalabalık ve keşmekeş Venedik limanından aldığı yükünü boşaltmak ve doğudan gelen malları yüklendikten sonra yeniden denizlere açılmak için pruvasını İstanbul’a çevirmişti.
Seyahatimizin sonlarına yaklaşıyorduk. Ecnebi denizlerindeki seyrimiz kısa bir süre önce son bulmuş, yelkenlerimiz Osmanlı denizlerinin rüzgârlarıyla doluyordu. Günlerdir kısa süreler için uğradığımız bir iki ada dışında dört bir yanımızı saran engin denizden ve uçsuz bucaksız ufuktan başka hiçbir şey görmemiştik. Ayağımızın toprağa basacağı anı heyecanla beklediğim günlerden biriydi.
Reis Efendi, İstanbul’a varmadan önce İzmir limanında seyrimize kısa bir mola vereceğimizi söylemişti. Denizde uzun zamandır geçirdiğimiz yeknesak ve yavaş günlerimize az da olsa bir hareket katılması ihtimali gemi efradında bir heyecan dalgası estirmişti.
Seyahat çok sakin ve olaysız geçiyordu. Biraz hareket için uzaktan da olsa yeni bir şehri görmenin zihnime ve duygularıma iyi geleceğini umuyordum…
Biraz hareket… Ve eğer şansım varsa biraz da heyecan…
Ama o gün… Hayatın benimle cilveleştiği işte o gün, hayal ettiğimden de fazlasını buldum…
***
İzmir limanında gemiye binen o tuhaf görünümlü ecnebiler ile yıllar sonra, Londra’nın karanlık sokaklarından birindeki “Thatched House Tavern” adlı bir handa karşılaşacağımız o gün aklımın ucundan bile geçmezdi.
Hem de ne karşılaşma…
Hanın geniş toplantı salonunda İngiliz lortlarını, centilmenlerini görmeyi beklerken karşımda Osmanlı sultanları, sadrazamları, kadı efendileri gibi giyinmiş yarı sarhoş, beyaz suretli Britanyalı topluluğu görünce şaşkınlıktan ağzım açık kalacaktı…
Bana Londra’da kalacak bir yer ayarlayan ve onları bulmama yardım eden dostumun yaptığı araştırmalardan sonra beni yönlendirdiği yerdi orası…
Elime buruşuk, sararmış bir kâğıt sıkıştırmış, “Al bu adresi” demişti, “aradığın izi burada bulacaksın, gitmen gereken yer burası…”
Kâğıdı açtığımda ilk gördüğüm bu hanın adı ve adresiydi…
Bir de İstanbul’dan o kadar uzakta olduğum için gördüğümde beni şaşırtan o Türkçe isim;
“Divan Kulübü”…
Sonradan anlayacaktım ki, o hanın geniş salonunda bir araya gelen adamların tuhaf topluluklarına verdikleri isimdi bu… “Divan Kulübü… “
Yarım kalmış bir yağlı boya tablonun izinde haftalarca yaptığım yolculuktan sonra geldiğim o tuhaf yer…
Ve o asil İngiliz beyleri ile İzmir limanında başlayan, İstanbul’da devam eden ve Londra’da son bulan mesafeli dostluğumuzun düğümlendiği yer…
Orada, onlarla geçireceğim kısa sürede içlerine girme, tuhaf âdetlerini tanıma ve dostluklar edinme şansını yakalamak ise belki de seyahatlerimin en tuhafı olacaktı.
Uzun yollar yapmadan, deve kervanlarıyla, gemilerle günlerce gecelerce yol almadan yapılan yolculuk. Bilinmeze ve dostluklara yapılan yolculuk…
Ama o güne daha çok var…
***
2. Bölüm
Beni hiç tahmin edemeyeceğim maceralara taşıyan o tuhaf olaylar zinciri İzmir limanına yanaştığımız işte tam o gün başladı.
Amcam Mâlik Efendi’nin verdiği görevi yerine getirmek için İstanbul’dan bir gemiye binip Venedik’e seyahat etmiştim. Ağaç oyma işinde İstanbul’un hatırı sayılır ustalarından biriydi amcam. Onun bir müşterisine ait yüke yolculuk boyunca refakat ediyordum. Bu hatırlı müşteri İstanbul’daki sefaretlerden birinde görev yapan bir ecnebinin eşiydi. Bu güzel, zarif kadın amcama kendisi için bazı oyma işi siparişler vermiş ve hazır olduktan sonra bunların teslimatının Venedik’te yapılmasını istemişti. Çok alışılageldik bir talep değildi bu. Ama buna rağmen amcam bu iyi müşterisini kıramamış ve siparişlerin teslim edilmesi sorumluluğunu bana yüklemişti.
Amcamın Pera’daki dükkânına uğrayan ecnebilerle konuşmaya çalışırken ve içimdeki meraka biraz da gayretimi ekleyerek öğrendiğim lisan yüzünden buralara göndermişti amcam beni. Aslında çok zor bir görev de değildi bu. Gemi Venedik’e varır varmaz limana demirlemiş, ardından da kıyıda bekleyen hamallar güverteye çıkarak yükleri boşaltmaya girişmişlerdi. Benim tek yapmam gereken müşteriye ait malların gemiden indirilmesi sırasında orada hazır bulunmak olmuştu. Rıhtıma ayak basmış, gözlerimi hayatımda ilk kez gördüğüm Venedik’in olağanüstü görüntüsüne alıştırmaya çalışıyordum ki refakat ettiğim yüklerin tümü rıhtımda yan yana istiflenmişti bile.
Aradan çok geçmemişti ki bir adam yanaşarak geminin nereden geldiğini sordu. Kendini tanıttıktan sonra amcamın adını vererek malları beklediğini ve teslim almak için geldiğini söyledi. Ben de amcamın bana verdiği talimatlar doğrultusunda malları, elinde İstanbul’dan gelen bir mektubu gösteren bu kişiye teslim ettim. Adam yanında getirdiği hamallara oymaları yüklenme talimatı verdikten sonra teşekkür ederek yanımdan ayrıldı.
Bu kısa görev çabucak hallolduktan birkaç gün sonra da dönüş yolu için İstanbul’a giden başka bir gemiye yolcu olarak bindim. Bir Türk gemisiydi bu. Venedik limanında ayrıldıktan sonra dönüş yolundaki seyrimiz denizin ve rüzgârın dostluğu sayesinde sorunsuz devam etmişti. Seyahatin sonlarına doğru güneşli bir günde İzmir’i karşıdan gören körfeze girmiş, güzel bir yolculuktan sonra kalabalık limana demirlemek üzere burnumuzu şehre doğru çevirmiştik.
Tertemiz, insanın içine mutluluk veren bir hava vardı İzmir’de. Körfez güneşin altında masmavi parıldıyordu. Martılar ve daha önce görmediğim başka bir sürü kuş geminin ardından çığlıklar ata ata sürüler halinde uçuyorlardı.
Bu güzel havayı solumak ve eklemlerimi biraz hareket ettirmek için güverteye çıktım. Geminin sancak tarafına geçip küpeşteye dayanarak yavaş yavaş yakınlaşan şehri seyretmeye koyuldum. İzmir yüzünü artık iyiden iyiye göstermeye başlamıştı. Seyrimizi bir süre daha böyle sessizlik içerisinde sürdürdük. Karaya, uzansak neredeyse dokunabileceğimiz bir mesafeye kadar yaklaşmıştık. Sessizliği ilk bozan geminin kaptanı Reis Efendi oldu. Sağa sola emirler yağdırıyor isteklerinin bir an önce yerine getirilmesi için adeta kükrüyordu. Reis Efendi’yi duyan gemi efradı da koşuşturarak bu emirleri yerine getirmeye çalışıyorlardı. Birkaç denizci direklere tırmanıp yelkenleri toplamaya giriştiler. Kendi aralarında bağrışıyorlar, bazen sinkaf etmekten de geri durmuyorlardı. Koşuşturmaları bir süre daha böyle bağırış ve seslenmelerle devam etti.
Sonrasında yine aynı huzur veren sessizlik…
Limana yaklaşırken etraftaki sesler gemimizin gelişini karşılar gibi kesilmişti. Kulaklarımıza sadece yelkenlerin rüzgârla sabırsızca oynaşmasından çıkan mutluluk dolu sesler geliyordu.
İzmir limanı Venedik limanından daha sakin bir limandı. Üzerinde durduğum güverteden bakıldığında rıhtıma bağlı daha az sayıda gemi var gibi görünüyordu. Ama yine de hatırı sayılır bir kalabalığın limanda koşuşturduğunu görebiliyordum. Limana yaklaşmamızla beraber bordalamaya yardım etmeye çalışan tayfaların kaptana bağırışları, ardında da hem şehrin hem de limandaki tüm koşuşturmanın sesleri bizi yeniden bir anda sarıverdi.
Kısa bir süre sonra limanda bağlı duran diğer gemilerin arasına demirledik ve kendimizi oradan oraya koşuşturan hamalların, deve ve kumaş tacirlerinin, mal veya yolcu bekleyenlerin arasına bıraktık.
Yolculuğumun İstanbul’dan önceki son limanıydı İzmir. Denizlerde geçen bu güzel günlerimin keyfine olabildiğince varmaya çalışıyordum. Amcamın verdiği görevi harfiyen yerine getirebilmiştim. O yüzden bu güzel ve sıcak havada günün tadını çıkarmanın hakkım olduğunu düşünüyordum.
***
Ama benim sürdüğüm sefayı gemideki herkesin sürdüğünü söylemem pek mümkün değildi. Özellikle gemi çalışanlarında Safer ayı olması münasebetiyle bir huzursuzluktur gidiyordu.
Safer ayı…
Musibetlerin, afetlerin ve semavi belâların insanoğluna layık görüldüğü ay…
İzmir limanına varmadan yirmi gün kadar önceydi. Gemimiz henüz Venedik limanında demirliyken mürettebatta gözle görülür bir huzursuzluk başlamıştı. Aslında yüksek sesle dile getirilen bir huzursuzluk değildi bu. Daha çok ikili konuşmalarda dillendiriliyordu. Mürettebat kendi arasında sürekli fısıldaşıyor, yanlarına bir yabancı ya da Reis Efendi yanaştığı zaman hiç bir şey olmamış gibi önlerine bakarak dağılıyorlardı.
Uğursuzluk getireceğinden o kadar emindiler ki o yüzden Safer ayında denizde olmayı hiç istemiyorlardı. Bunun hesabını çok önceden yapmışlar ancak bu konudaki düşüncelerini kaptana söylemeye cesaret edememişlerdi. Biran önce denize açılmamızı istiyor ve Safer ayı gelmeden İstanbul’a varmış olmamızı diliyorlardı.
Ancak yine de heybetli bir görünüme sahip ve dediğim dedik Reis Efendi’nin olası gazabı onlar için Safer ayının başlarına getirebileceği felaketlerden çok daha korkunçtu. Aralarından birini elçi olarak yollamayı denemişler ama hiçbiri ölesiye korktukları kaptanın kendisini ceza olarak Venedik limanında bırakmasına sebep olmak istememişti. Böyle bir davranışın zaten başlı başına bir felaket olabileceğini çok iyi biliyorlardı…
Limandan ayrılmadan önceki akşamlardan birinde mürettebattan biri yanıma sokuldu ve kaptanın benim sözümü dinleyeceği düşüncesiyle beni de kendilerine taraftar yapmaya çalıştı.
“Şu lanet Safer ayının başlamasına şunun şurasında ne kaldı ki…” diye başladı söze “Biz ise hâlâ burada pinekliyoruz. İstanbul’dan, Midilli’den, Girit’ten topladığımız tüm malları, yolcuları indirdik” diye sürdürdü.
Ardından gözlerimin içine bakarak ve nasıl tepki vereceğimi anlamaya çalışarak devam etti,
“Gemiyi Venedik limanından aldığımız mallarla da silme doldurduk. Bir tek şu lanet Cenova’dan gelecek mallar kaldı.”
Sözüne kısa bir ara vererek derin bir nefes aldı ve yüzüne daha acıklı bir ifade takındırarak devam etti.
“Siz dostum” dedi “acaba Reis Efendi’yle konuşsanız da mümkün olduğunca çabuk ayrılsak limandan. Hepimizin çoluğu çocuğu, bekleyenleri var. Nicedir de denizlerde seyreder dururuz. Hiç olmazsa açık denizlerdeki seferimizin tümünü şu lanet Safer ayında yapmayalım.”
Ne olduğunu anlamıştım. Gemici, Reis Efendi’nin bana terslenmeyeceğini düşünerek beni elçi seçmeye çalışıyordu. Genç adamı yüzümdeki yarı tebessümle,
“Bir faydası olacağını hiç sanmıyorum” dedim, “benim Reis Efendi’ye laf söyleyecek ne yaşım, ne lisanım, ne de kıdemin uygun düşer. Ama seni mutlu edecekse uygun düştüğü bir zaman limandan hangi vakit ayrılmayı düşündüğünü sorabilirim” dedim.
Beni yarı kapalı, manasız bakan gözlerle dinleyen gemici pek de memnun ayrılmadı yanımdan. Ayrılırken kafasında sorularla gittiğini görür gibi olmuştum. Ama Reis Efendi onlar için ne kadar korkutucu ise benim için de o kadar çekinilmesi gereken bir adamdı. Onun gibi kendi gemisinde her şey demek olan bir adama akıl vermeye kalkışmak cambazlık olmaz da ne olurdu…
Gemici ile bu kısa sohbetten sonra küçük kamarama döndüm ve kısa süre sonra da uykuya daldım. Birkaç saat uyumuştum ki dışarıdaki gürültüyle uyandım. Mürettebatın canhıraş bağırışları kamarama kadar geliyordu. Aceleyle yataktan kalkıp kıyafetimi üzerime geçirdiğim gibi güverteye fırladım. Limanda, geminin bağlı olduğu yere dört atlı bir araba yanaşmıştı. Arabanın üzerindeki bir adam malların bağlarını çözüyor, hamallar da yardımlaşarak arabalardaki malları sırtlarına yükleniyorlardı. Ardından sırtladıkları malları arka arkaya sıralar halinde gemiye bindirmeye başladılar. Biri güvertede, diğerleri rıhtımda olmak üzere serdümen ve kalafatçılar da bağrışarak onlara emirler yağdırıyordu.
Anlaşılan mürettebatın duaları kabul olunmuştu. Cenova’dan gelen mallar daha fazla gecikmeye sebep olmadan yetişmişlerdi. Mürettebat malların bir an önce yüklenip demir alınması için var gücüyle koşturuyor, daha hızlı çalışmaları için hamallara telkinde bulunuyordu.
Küpeşteye dayanmış aşağıdaki koşuşturmayı izleyen Reis Efendi’nin yanına sokulup,
“Sanırım artık demir alıyoruz” dedim biraz da çekinerek.
Reis Efendi başını baktığı yönden hiç çevirmeden,
“Yükleyeceğimiz malların tümünü yükledik” diye karşılık verdi.
Bir süre durakladıktan sonra, “ama denizlerde sözü tacirler değil rüzgârlar söyler” diye sürdürdü biraz küçümser bir tavırla, “rüzgârlar da bize bugün limandan ayrılmamamız gerektiğini söylüyor. Allah izin verir ise yarın sabah demir almış oluruz.”
Reis Efendi’nin bu sözünde bir ima var mıydı, varsa hedefi ben miydim bilemiyordum ama bu açıklaması bana bu tuhaf şehirde geçirecek bir gün daha kazandırmıştı. Tembel ve avare geçen günlerime eklenecek bir gün daha…
Gemiden ayrılıp biraz vakit geçirmek ve karnımı doyurmak için limandaki hanlardan birine uğradım. Kalabalık han limandaki eski taş binalardan birinde yer alıyordu. Buradan limanı ve rıhtıma yanaşmış olan gemileri tam karşıdan görebiliyordum. Bu da bana hem İstanbul’a döneceğim gemiyi uzaktan izleme hem de koşuşturan kalabalığı aralarına karışmadan gözetleme şansı veriyordu. Reis Efendi ertesi sabah demir alacağımızı söylemişti ama ben yine de onun değiştirebileceği bir kararla kendimi limanda kalmış bulmak istemediğim için gemiyi gözden kaybetmemeyi tercih etmiştim.
Handa karnımı doyururken önümden, farklı kılıklarıyla dünyanın farklı yerlerinden gelen tacirler hararetli konuşmalar yaparak, acele adımlarla geçip gidiyorlardı. Az ilerde Venedikli bir tacir elindeki kâğıtları Cenovalı bir başka tacire gösteriyor, parmağıyla kâğıdın üzerindeki bir yeri işaret ediyordu. Floransalı olduğunu tahmin ettiğim bir kaptan, Kıptî kıyafetleri içerisindeki bir adamla el sıkışıyor, önüne istiflediği mallarını bin bir tembihle teslim ediyordu. Arap bir tüccar peşine taktığı Mağribî hamalların sırtlarındaki küfeleri kanalın karşı tarafına geçirmesi için Venedikli bir sandalcıyla pazarlık ediyordu.
Öte tarafta hamallar Asya’dan, Afrika’dan ve Yeni Dünya’dan gelen gemilerden indirdikleri malları limanın başka bir kenarına istifliyorlardı. Doğunun uzak ülkelerinden gelen baharatlar, ipek kumaşlar, ziynet eşyaları, değerli taşlar çuvallar ve sepetler tek tek sayılarak gemilerden indiriliyordu. Başlarına dikilen birer nöbetçi ile kendilerini alıp Amsterdam’a, Lizbon’a, Londra’ya veya Paris’e götürecek başka gemileri veya arabaları bekliyorlardı.
Limanda kanalın karşısındaki meydanda yer alan iki devasa sütunun önünde gondollar siyah bir güruh oluşturmuşlar kıyıda, müşteri kapmaya çalışıyorlardı. İşine ara vermiş olan hamallar ve denizciler kanala inen taş merdivenlerin üzerine oturmuş sohbet ediyorlardı. Molada olmayanlar ise gemilerden indirilen malları kanallarla Venedik’in içlerine kadar taşınması için yine bu taş merdivenlere yanaşmış olan gondollara yüklüyorlardı.
Venedik’in parlak güneşi etkisini iyice arttırmaya başlamıştı. Limandaki gemiler güvertelerini güneşten korunmak için büyük yelkenlerle örtmüşler, demir alacakları günü bekliyorlardı.
Yeni Dünya’dan gelen pamuk, kakao, şeker, tütün ve kahve çuvallarını Venedik’te indiren bu maceraperest gemiler buradan tüfek, içki, incik boncuk ve doğudan gelen baharatları yüklenerek Afrika’ya doğru yelken açarlardı. Birkaç hafta, bazen birkaç aylık seyirden sonra ambarlarındaki malları Afrika’da boşaltırlar ve burada zincirlerle birbirine bağlanmış yüzlerce köleyi yükleyerek, yarısının yolda ölmesi pahasına, yeniden Yeni Dünya’nın yolunu tutarlardı. Bu gariban Afrikalı köleler geminin döngüyü tamamlayacak bir sonraki seyahatinde ambarlarını dolduracağı şeker, pamuk ve kakao gibi mahsullerin tarlalarında ölesiye çalıştırırlardı.
Ne kadar doğru bir tanımlama olabilirdi bilmiyorum ama İstanbul’daki kölelerin daha şanslı olduğunu düşünmekten kendimi alamadım o an.
Buna şans denebilir mi? Doğdukları topraklardan zorla koparılıp, zincirlenerek, mal gibi satılan bir zavallı, hangi koşulda olursa olsun bir diğerinden daha şanslı olarak adlandırılabilir mi?
Bilmiyorum… Belki hayır… Belki evet…
Afrika’da yakalanan kölelerin nihai adresleri bu gemilerle beraber götürüldükleri Yeni Dünya olurdu. İstanbul’daki köleler ise daha ziyade Habeşistan’dan veya sefer yapılan ülkelerden getirilir, Tavuk Pazarı’nın oradaki Esir Hanı’nda satılırlardı. Ama hiçbir zaman burada esirlere yapıldığı söylenen muameleyi görmezler, ağır işlerde çalıştırılmazlardı. Aksine birçok aile köleleri kabullenir, ailenin bir ferdi gibi davranır, onlarla her zaman aynı çatı altında yatarlardı.
Oturduğum handa bunları düşünür ve vakit geçirmek amacıyla yemeğimi ağırdan alırken İstanbul’dan Venedik’e gelirken seyahat ettiğim gemideki mürettebattan bir Berberî olan Muhammed teklifsizce masama ilişti. Kısa bir selamlaşmanın ardından gözlerini masamda duran kupaya dikti. Ne istediğini anlayıp hancıya bir bira da arkadaşıma getirmesini söyledim. Gelen birasını keyifle yudumlarken buralara defalarca gelmenin verdiği bilmiş edayla bana gelen geçen hakkında bilgi vermeye başladı;
“Bak” dedi “dünyanın başka hiçbir yerinde bu kadar değişik, tuhaf adamı bir arada bulamazsın. Bu Venedik her milletten, her türden adamın bir araya geldiği yegâne yerdir.”
“İstanbul da biraz öyledir” diye karşılık verdim biraz da övünerek.
“Öyledir öyle olmasına ama İstanbul’a Yeni Dünya’dan ve Afrika’dan gelen gemi pek olmaz. Venedik ise dünyanın her kıtasından mal getiren gemilerin uğradığı limanlardan biridir…”
“Öyledir eminim ama bizim oraya da doğudan çok büyük kervanlar gelir. Hindistan’dan, Çin’den, Buhara’dan, Nişabur’dan…” dedim altta kalmamaya çalışarak.
“Gelirler de geçemezler pek” diye karşılık verdi sesine gizemli bir eda vererek, “orada kalır hepsi. “
“Neden?”
“Büyükler anlatırlardı” diye devam etti yanıt vermek için, “eski zamanlarda Venedik limanı bu kadar hareketli değilmiş. Ama sizinkilerin, yani İstanbul’dakilerin doğudan gelen tacirlerin yollarını kestiklerinden beri bu Venediklilerin başına talih kuşu konmuş. Çin’den ve uzak Asya’dan karadan develerle getirilemeyen mallar şimdi denizden gelmeye başlamış. Bu da bu denizci milletin işine pek yaramış…”
Sözünün burasında kısa bir nefes molası verdi. İlgisi bir an dağılmış gibi başını etrafta gelip geçenlere çevirmeye başladı.
“Üstelik sadece mal ticareti de yapmıyor bunlar” diye devam etti kısa bir süre sonra, burnuyla karşı tarafta yürüyen bir grup papazı işaret ederek.
Gösterdiği yere dönüp baktığımda limanda koşuşturan tacirlerin arasına karışmış olan Cizvit papazlarını gördüm.
Bunların bir zamanlar papa üzerinde pek etkili olduğunu anlattı Muhammed. Şimdilerde etkilerinin eskisi kadar olmadığını söyledi ama bu papazlar yine de kendilerine güvenleri tam bir görünüm sergiliyorlardı. Etrafa dünyanın hâkimi gibi bakıyor ve eteklerini yerlere sürüyerek yürüyorlardı. Çevrelerinde yarattıkları tedirginlikten zevk alıyor gibiydiler. Uzun kahverengi pelerinlerinin kapüşonlarını yüzlerine kadar indirmişler, koca sakallı suratlarıyla dua eder gibi süzülüyorlardı. Papazlar gözden kaybolana kadar arkalarından onları izleyen Muhammed kupasında kalan birasını kafasına diktikten sonra vedalaşarak uzaklaştı.
Onun ayrılmasıyla ben de hancıya parasını ödeyerek kalktım ve Venedik’le son kez vedalaşarak gemiye döndüm.
Reis Efendinin söylediği gibi ertesi sabah erkenden limandan demir aldık. Safer ayı biz henüz denizdeyken başlamıştı. Başımıza felaketler getirmeyi münasip görmemiş olmalı ki, açık denizlerde geçen fırtınasız, felâketsiz bir yolculuktan sonra rüzgârların da yardımıyla İzmir’e ulaşabilmiştik.
***
Gemimizin limana yanaşmasını güverteden seyretmeye, karaya ayak basmamaya karar verdim. Reis Efendi burada fazla oyalanmayacağımızı söylediği için en emniyetli olanın gemiden ayrılmamak olduğunu düşündüm. Kamaramda ufak tefek düzenlemeler yaptıktan sonra başımı kamara penceresinden dışarıya uzattım. Dışarıda henüz sabahın erken saatleri olmasına rağmen sıcak bir hava vardı. Masmavi gökyüzü denizin üzerinde uçan kuşların sesleriyle bir tablo gibi karşımda duruyordu. Heybemi yatağın üzerine koyup içinden daha az kirlenmiş kıyafetlerim çıkarttım ve hızlıca üzerime geçirdim. Kıyıya yaklaşırken şehri uzaktan seyretmek için güverteye koştum. Sabah rüzgârı yelkenleri doldurmuş gemimizi İzmir körfezine doğru nazlı nazlı sürüklüyordu.
Bir tepenin altına kurulmuş olan şehir dar sokakları ve ahşap evleriyle uzaktan görünmeye başlamıştı. Liman şehrin denizle birleştiği alanda yer alıyordu.
Denizde birçok gemi limana yanaşmış ya da yanaşmak için bekliyordu. Açıkta demirlemiş olan kalyonların yanından geçerek karaya biraz daha yaklaştık. Burada dünyanın farklı liman ve memleketlerinden gelmiş her tür gemiyi görmek mümkündü. Geldikleri limanların uzaklığına ve taşıdıkları yükün büyüklüğüne göre iki direkli, üç direkli yelkenliler körfezde salına salına bekliyorlardı. Açıkta bekleyen gemilerin yanına sandallar yanaşmış, gemi mürettebatını karaya taşıyor veya karadan bazı ihtiyaçları gemilere taşıyorlardı.
Yaklaştıkça şehrin birbirinin içine girmiş yeşil ve kahverengi görüntüsü daha fazla belirginleşmeye başlamıştı. Güzel bir şehirdi İzmir. Ahşap evlerin oluşturduğu şehrin etrafı yemyeşil ormanlarla sarılmıştı. Mavi gökyüzünün altında bu şehir ve körfezde insanın içini ısıtan bir şey vardı. Limanın ötesine kurulmuş olan yel değirmenleri şehrin bu uzak görüntüsüne ayrı bir hareket katıyordu. Batıda kalan tepenin üzerinde ise şehri yukarıdan izleyen bir kale yükseliyordu.
Gemimiz limana yanaşıp halatlarla bağlandıktan sonra hamallar gelip yükleri indirmek için sıralarını beklemeye başladılar. Ben de küpeşteye yaslanmış ötedeki şehri ve aşağıda rıhtımındaki koşuşturmayı seyre koyuldum.
Venedik limanındakine benzer bir telaşı İzmir limanında da görmek mümkündü. Gemilerin yanaşmasıyla büyük bir kalabalık birikmiş, herkes kendi işinin doğru yapıldığını kontrol etmek ve biran önce gerçekleşmesini sağlamak için bir telâş içine girmişlerdi.
Frenk, Ermeni, Yunan, Acem ve Yahudi tacirler gemilerden mal indirilip mal yüklenmesine eşlik ediyorlar, zaman zaman da küçük gruplar oluşturup aralarında sohbet ediyorlardı.
Burası bir Osmanlı limanı olmasına rağmen etrafta dolaşan tacirlerin arasında bir tek bile Türk göremiyordum. Israrla sağa sola bir daha baktım ama aşağıda ancak Venedik limanında gördüğüm kadar Türk görebildim.
Limanın diğer ucunda bir Acem elinde tuttuğu merkep ve onun arkasında bağlı belki yüz deveyle aralara girmeye çalışıyor ve kalabalık rıhtımı daha da kalabalık hale getiriyordu. Deve taciri bu Acem’ler develerini uzun yollardan getirip buradan gemilerle Frenk ülkelerine gönderiyor olmalıydılar.
Güneşin sıcağı tepede iyice hissedilmeye başlamıştı. Aşağıdaki ağır fakat uyumlu hareketi izlemeye dalmıştım ki omzuma dokunan bir elin ağırlığıyla irkildim. Dönüp baktığımda karşımda bütün heybetiyle Reis Efendi duruyordu.
Bir an korkudan irkildiğimi hissettim. Üzerimde zaten tedirginlik yaratan kaptanla karşılaşmamak için bütün seyahat boyu ondan kaçmıştım. Seyahatimiz bitene kadar da karşılaşmamayı ümit ediyordum. Ama bu ani karşılaşma beni hazırlıksız yakalamıştı.
Reis Efendi orta yaşın biraz üzerinde bir adamdı. Kafasına geçirmiş olduğu sarık ve yerlere kadar uzanan kaftanıyla her daim asabî ve ciddî mizaçlı biri olduğu izlenimini veriyordu. Kırmızı cepkeninin altında, koyu renkli bir şalvar vardı ve beline de kumaştan kalın bir kuşak sarmıştı. Kuşağının içine kabzaları dışarıda kalan iki hançer sıkıştırmıştı. Yukarıya doğru özenle kıvırıp şekillendirdiği bıyıkları ve göğsüne kadar inen uzun sakalı bu heybetli görüntüsünü pekiştiriyordu. Uzaktan bakan onun yüz okka çekeceğini iddia edebilirdi.
Şu anda karşımda duran adam ise aynı kıyafetler içerisinde ve aynı surette olmasına rağmen ziyadesiyle sakin ve huzurlu görünüyordu. Böyle görünmesinin nedeni hiç şüphesiz yüzüne taktığı hafif tebessümdü. Omzuma koyduğu elini çekmeden o yarı tebessümü ile biraz da gürler gibi;
“Evlat” dedi, “Venedik’ten ayrıldığımızdan beri ortalarda görünmedin hiç …”
Sonra yüzüme daha dikkatlice bakarak “Yoksa deniz mi tutar seni?” diye devam etti.
Onun bu sıcak ve babacan temasına doğruyu söyleyerek cevap veremezdim; ‘Reis Efendi, senden korkumdan, gözünün önünde durmamak için seyahatim boyunca kamaramdan bile çıkamadım’ demem mümkün değildi.
Bunu diyemeyeceğim için, durumu kurtarmak adına, yalandan da olsa “tutmaz Reis Efendi, denizle aram iyidir benim. Sadece kimseye ayak bağı olmak istemedim” diye cevap verdim.
“Zaten Safer ayı yüzünden herkeste bir tedirginlik varken bir de varlığımla ben sıkıntı yaratmak istemedim” diye sürdürdüm
Reis Efendi bu sözüm üzerine kısa fakat derin bir kahkaha attı. Onun attığı kahkaha benim yerin dibine girmeme sebep oldu. Yanlış bir şey mi söyledim de Reis Efendi bu kadar eğleniyor benimle diye düşünmekten kendimi alamadım.
“Bu yezitler senin de mi aklına girdi bre çocuk” dedi, “sen bu kıt akıllılara ne bakarsın. Tutturmuşlar bir Safer ayıdır diye, sokak itleri gibi titrer dururlar. Bunlara fırsat versen demir aldırmazlardı bize Venedik’ten. Ben başından beri bunların sıkıntılarının farkındayım. Bilmediğimi sanır bu kaz kafalılar… Ama bilirim… Korkak köpek yavruları gibi etrafımda dolanır dururlar. Dolanır dururlar da yine de bunların hiçbirinde gelip derdini söyleyecek cesaret yoktur.”
Konuşmasına bir süre ara verdi. Yüzünde belli belirsiz bir yumuşama belirdi. Sonra sanki gizli saklı bir şey söyleyecekmiş gibi sesini alçaltarak,
“Ufak tefek marazları vardır, lâkin hepsi iyi denizcidir” dedi.
“Hepsinin işinin ehli olduğu ziyadesiyle belli” dedim, “Venedik’ten ayrıldığımızdan beri gayet sakin bir seyir oldu.”
“Doğru dersin, çok şükür deniz de olurumuza geldi…” diye tasdik etti. Sonra da sanki sormayı unutmuş da bir anda hatırlamış gibi, “Sen ne edersin bu ellerde? Nereye seyahat edersin?” diye sordu
“İstanbul’a Reis Efendi” diye yanıtladım. İki aydan fazla oldu ayrılalı. Venedik’e bir Portekiz gemisi ile geçtim. Şimdi de zatınızın gemisiyle geri dönüyorum… Hayırlısı ile…”
“Tacir misin?”
“Değilim. Amcam tacir… Tacir demek de çok doğru değil aslında. Sipariş üzerine imal ettiği işlerin ticaretini yapar. Onun yanında işi öğreniyorum ben de… Onun önemli bir müşterisi için Venedik’te teslim edilecek mallar vardı. Beni onlara nezaret etmek için gönderdi.”
“Ettin mi bari?”
“Ettim Reis Efendi, Allah’ın yardımıyla hepsini salimen teslim ettim. Benim vazifem sona erdi. Şimdi de İstanbul’a dönüyorum.”
Kısa bir sessizlikten sonra biraz da sabırsız bir edayla “İzmir’de ne kadar demirli kalacağız?” diye sordum.
Yüzüme yandan ters ters bakarak “Yine bu Safer ayı illeti mi?” dedi.
“Hayır, sadece İstanbul’a ne zaman varacağımızı merak ediyorum.”
“Fazla kalacağımızı tahmin etmiyorum. Bir grup hatırlı ecnebiyi alıp İstanbul’a götüreceğiz. Buradan yükleyeceğimiz bir mal yok.”
“Neyin nesi bu ecnebiler?
“Benim de tam malumatım yok, bindikleri zaman öğreneceğiz.”
***
Bu kısa sohbetten sonra Reis Efendi yüzünü limana doğru döndü. Bir süre birini arar gibi bakındıktan sonra sakalını sıvazlayarak bir şeyler söylenmeye başladı. Bu arada beni tamamen unutmuş görünüyordu. Hâlâ yanı başında durmama rağmen kendi âlemine dalmış, ben yokmuşum gibi davranıyordu. Bir an için ne yapacağımı bilemedim. Sohbete devam mı etmeliydim yoksa usulca yanından ayrılmalı mıydım?
Bunu düşünmeme çok fırsat kalmadan Reis Efendi bir şeyler söylenerek yanımdan ayrıldı. Ben de tekrar aşağıya dönerek limanı seyretmeye koyuldum.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıYusuf'un Limanları
- Sayfa Sayısı272
- YazarCan Orhun
- ISBN9789753299077
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviOğlak Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yıldızlara Bakan Çocuk ~ Sevtap Ayhan
Yıldızlara Bakan Çocuk
Sevtap Ayhan
İyiyle kötünün, gerçekle hayalin dansı… Sevtap Ayhan’ın, 2022 Tudem Edebiyat Ödülleri Roman Yarışması’nda Birincilik Ödülünü kazanan Yıldızlara Bakan Çocuk isimli kitabı, sevginin yapıcı, merhametsizliğin ise yıkıcı gücünü...
- Seni O Sanmıştım ~ Bige Bilgen
Seni O Sanmıştım
Bige Bilgen
Sema Bozok’un imrenilecek bir hayatı vardı. Başarılı, yakışıklı bir koca, herkesin hayallerini süsleyen bir iş, huzurlu bir ev… Daha ne isterdi ki insan? Ama...
- Ateşin Büyülü Dansı ~ İrem Türkeli
Ateşin Büyülü Dansı
İrem Türkeli
İki elimi de ikisinin göğsüne koydum. Sağ elim sıcak kalp atışıyla yanarken, sol elim buz gibi soğuk kaslı göğüste donuyordu. Aralarında yaklaşık iki adımlık...