Her sınıfta, her okulda göçmen, Almancı çocuklar vardı demek. Garip çıbanlar… Yazları ailelerinin gelmesini bekleyen, geldiklerindeyse yaşamlarının akışı değişen, kesintiye uğrayan, bir aylığına analı- babalı olmanın ayrıcalığına kavuşan ama çoğunlukla bu anne-babayı nereye koyacağını bilmeyen yaz çocukları. En çok da temmuz çocukları. Arada kalmış bir kuşak, Almancıların ikinci kuşağı. Aşklar, tereddütler, küçümsemeler, kollamalar, kardeşler, çocuklar, anneler, memleketten gelenler, emlekete dönenler… Herkes hayatını yaşıyor işte… Herkes acısını taşıyor işte… Menekşe Toprak, evleri konuşturan, vicdanı çağıran bir dille, göçmenleri, sürüklenenleri anlatıyor. Temmuz Çocukları, uğultulu yolların, tekerrür eden kederlerin romanı…
***
Avcunun içindeki çay bardağını evirip çevirir, soğumaya yüz tutar tutmaz tadı her zamanki gibi buruklaşmış, görünümü ise bulanık koyu kil rengine dönüşmüş olan çaydan minik minik yudumlar alırken insan trafiği bugün daha da yoğun olan kahveyi tarıyordu gözleriyle. Tanıdık onca simanın arasında az buçuk samimi olduğu, hiç değilse ayaküstü merhabalaştığı birilerini bulsa, şu masaya yalnız başına oturduğundan beri üzerine çöken sıkıntıdan kurtulacaktı belki de. Ama böyle birileri gözüne çarpmadı. Kahvenin şakırtılı ve telaşlı uğultusu, her zamankinden daha kararlı koyu havası, masalardan yükselen sigara dumanı, tıpkı birkaç yıl önce keşfedip gelmeye başladığı günlerdeki halini andırıyordu. Çıngıraklı dış kapı sürekli açılıp kapanıyor, dışarının soğuğu ve karlı kokusu kıpkırmızı yüzlerle içeri doluşuyor, dışarı çıkanların boşalttığı masalar anında doluveriyordu.
Aysu, önünden geçip giden ve bir süre etrafına bakındıktan sonra kalabalık bir gruba katılan genç adamı izlerken, onun uzun süredir buralarda görünmediğini düşünüyordu. Bir değişiklik vardı üzerinde, şimdi ne olduğunu çıkaramadığı bir farklılık. Eskiden sakallı mıydı, şimdi kısacık kesilmiş saçları o zamanlar omuzlarına mı dökülüyordu, ne? Ama adamın adını bile bilmiyordu ki ne eski halini ne de bu değişikliğin nasıl bir şey olduğunu çıkarabilsindi şimdi. Sonra, sırtı kendisine dönük başka bir kadınla oturan karşı masadaki genç kadın… Onu da uzun süredir görmüyordu. Tipini hiçbir zaman değiştirmeyen insanlardan olmalıydı bu kadın. Ne ilkgençlik yıllarında kendine yakıştırdığı saç biçiminden ve kıyafet seçiminden vazgeçen ne de alışkanlıklarını terk edebilen cinsten. Her zamanki uzun, düz kuzguni saçları, siyah ince kaşlarını ortaya koyacak kadar kısa kesilmiş kâkülleri, hep aynı abartılı göz kalemi, bol fondötenli beyaz teni… Simetrik, dolgun ama küçük dudaklarının konturlarını daha da belirginleştiren kıpkırmızı ruju kalp biçimindeki küçük yüzüne bir maske gibi yapışmıştı ve onu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Tiyatro sahnesinden henüz yeni inmiş birini andırıyordu kadın. Belki de öteden beri buraya uğrayan amatör tiyatroculardan biriydi.
Kadın, “Nihayet” diyerek yan taraftaki çay ocağına doğru döndüğünde, Aysu da bakışlarını o yöne çevirdi.
Kadınların masasına çalak hareketlerle iki çay bırakan ve “Sıcacık ablacığım!” diyerek çayının reklamını yapmayı ihmal etmeyen Rüstem, sağdan soldan yükselen “Rüstem buraya da, Rüstem çay” çağrılarına “Geliyor, yetiştim abimm!” sözleriyle karşılık vererek, bir altmışlık boyuyla adeta her zamanki gösterisine çıkmış gibiydi. Kulpundan kavradığı kahveci askısını, üzerindeki çay dolu bardaklardan tek damla bile dışa taşırmadan sağa sola sallayıp hareketsiz olabilecek her ana bir devingenlik katarken, bu dünyada gülmenin ve hayret etmenin mümkün olduğunu hatırlatıyordu Aysu’ya. Çaycılığın da bir zanaat olduğunu göstermek istercesine elindeki tepsiyle türlü türlü cambazlıklar yapıp masadan masaya laf yetiştirirkenki hali mi gerçek Rüstem’e en yakın olan, yoksa şu uyanık bakışlarından çok daha başka bakabilen hali mi onu gerçek Rüstem yapan?
Aslında Aysu’nun bunu bilmesine imkân yok. Çünkü hemen hemen her gün gördüğü biri de olsa, hayatının hiçbir yerinde değil Rüstem. Rüstem çay verir her gün, su verir, belki masasına eğilip bazen mahcup bazen de, duruma göre, eğer yüz bulmuşsa, pişkin bir edayla iki çift de laf eder, o kadar. Onun her gün gördüğü bu Rüstem yanlış zamanda ve yanlış yerdeymiş duygusunu hiç yaşamaz gibi. Ama belki de yaşıyordur da bunu zinhar belli etmeyenlerdendir. Hem sonra kendisinin şimdi yanlış zamanda ve yerdeymiş gibi bir duygu yaşadığını bilen kim ki? Kim onun topluluk içindeyken kendinden sıkılmalarının zaman zaman uçsuz bucaksız bir kara boşluğa dönüştüğünün farkında? O kadar uzun zamandır bu sıkıntılarla boğuşuyor ki Aysu, bazen çok derinlerinde, bulunduğu ortamlardan uzaklaşmasına, muhabbetlerine katıldığı insanlara karşı aniden yabancılaşmasına, kahkahalarla karşılık verilen bir espriyi hiç de içten olmayan öylesine bir gülümsemeyle geçiştirivermesine neden olan karanlık gizli bir gücün saklı durduğu duygusuna kapılıyor. Sanki koca dünya, şimdi olduğu gibi, sonsuz bir kara delikten ibaret. Ama yine de bazen delikten ışıklar da görüyor, çoğu zaman tek başına evdeyken, günün ilk sigarasının ilk dumanını ciğerlerine çekerken ya da güzel bir düşün peşindeyken. Birkaç gün önce, hiçbir neden yokken böylesi bir yaşama sevinciyle dolup taştığında, insanı yaşama karşı dirençli kılan şey belki tam da bir anlık ışık, inanç ya da umut, artık nasıl tanımlayacaksa bunu, işte o hep bir yerde tetikte bekleyen o tamamlanmışlık duygusudur diye düşünmüştü. Onu sıkça eylemsizliğe sürükleyen karamsar gizli gücün karşısında durup şahlanan, adeta geleceğin bugünden daha güzel olacağını muştulayan başka bir güç… Kendini her an doğru yerde ve doğru zamanda hissedeceğini hatırlatan o umut. Sekiz saatlik işine katlanmalar, o sekiz saatin ortasına konmuş bir saatlik öğle tatillerindeki geçiştirmeler, bir masada çoğunlukla sıkıntıyla kıvranarak dinlediği dünyayı değiştirmeye soyunan söylevler… Her şey, hepsi geçici; bir an gelecek, bu katlanılması zül zamanlar sihirli bir asanın dokunmasıyla son bulacak ve birden adını koyamadığı bir huzurla dolacak; çünkü bedeni sadece tesadüfen buradadır. Yürürken, birini beklerken, o biriyle konuşurken, dedikodu yaparken…
Aysu tadı iyiden iyiye bozulan çayı masaya bıraktı, etrafına bakınmaktan vazgeçip önündeki yeşil örtüye dikti gözlerini. Zaman geçirmek için kalkıp biraz kitapçıya mı gitsem diye fikir yürüttü. Aklına işyerinden çıktısını aldığı çeviriler geldi sonra. Metinde hâlâ bazı dil hataları vardı, böyle kendisiyle uğraşıp saçma sapan sıkmtılanacağına, Canan gelene kadar bunları da düzeltebilirdi. İzinli olmasına rağmen haftalardır üzerinde çalıştığı çevirileri sırf kâğıt üzerinde görmek için işyerine uğramış ve metinlerin çıktılarını almıştı. Onlara otobüste göz atarken heyecanlandığı halde, şimdi içinden bakmak gelmiyordu.
Yazıları kaydettiği disketi bilgisayardan çıkarıp çıkarmadığı takıldı aklına. Dosyayı kapatmıştı, bunu çok iyi hatırlıyordu, disketi çıkarmak için bilgisayarın düğmesine de basmıştı ama disketi oradan alıp almadığını hatırlayamadı:
Yanındaki boş sandalyeye koymuş olduğu çantasına davrandı telaşla. İkiye katladığı on sayfalık çıktı -saydı, evet tam on sayfa- defterin arasındaydı. Ama disket yoktu. Kucağına aldığı çantadan defteri, okumadığı halde uzun süredir yanında dolaştırdığı bir kitabı, telefon defterini, şemsiyeyi, cüzdanı, cep telefonunu, avuç içi büyüklüğündeki bez makyaj çantasını, eldivenleri tek tek çıkarıp masaya koydu. Ama disket yoktu. O diskete sadece çevirileri değil, eve bilgisayar aldığından beri hiç kimseye gösteremeyeceği yarım yamalak iç dökmeleri, Şafak’tan ayrıldıktan sonra yazdığı tamamlanmamış sitem dolu mektupları da kaydetmişti. Yanlışlıkla. Çünkü yeni aldığı bu yavaş mı yavaş çalışan ikinci el toplama bilgisayarı ancak daktilo niyetine kullanabiliyordu. Dün akşam diskete çevirileri kaydederken diğer belgeleri de kaydetmiş olduğunu çıktıları alırken fark etmişti. Hem de birim müdürü Aysel Hanım’ın bilgisayarında unutmuştu disketi. Kadın açıp içindeki dosyaları okusa…
Sırtından buz gibi soğuk bir terin boşaldığını hissetti. Bir kez daha telaşla çantanın iki iç gözünü, dışındaki fermuarlı bölmeyi, kitap ve defterin sayfalarını tek tek karıştırdı. Yok, yok yok, diye söylendi. İşyerinden birini mi arasam diye geçirdi içinden. Ama kime güvenebilirdi ki? Bu unutkanlıkları ve dağınıklığı ona o kadar çok zaman kaybettiriyordu ki, bir gün, şimdi olduğu gibi büyük belalar açacaktı başına. Zaten, yalnız yaşıyor olması Aysel Hanım’a dert, bir de o yarım yamalak karalamaları okuduktan sonra… En doğrusu kalkıp gitmek ve şu kahrolası disketin akıbetini öğrenmekti.
Kahvenin ön taraflarında sesini işittiği Rüstem’e içtiği iki çayın parasını ödemek üzere cüzdanından bozuklukları çıkardı. Masadaki eşyayı gelişigüzel çantasına atıp fazla düşünmeden ayağa kalktı. Sandalyenin arkalığına taktığı kabanı çekip alırken aklına geldi… Son bir umutla kabanın ceplerine attı elini. Disket oradaydı.
Rahat bir nefes alarak yerine oturdu yeniden. Karmakarışık çantasından sigara paketini buldu. Yanında sıcak ve taze bir çay iyi gidecekti.
Rüstem çayları dağıtmış olmalıydı ki sesi kesilmişti.
Aysu arkasına düşen çay ocağına doğru çevirdi başını. Gözü ocağın hemen yanı başındaki bölmede kâğıt oynayan gruba takıldı. Yüksekçe bir paravanla ön taraftan ayrılmış bölmede kâğıt oynayan, ceketsiz dolaşmayan bu erkek grubunun sigara dumanları yılankavi yükseliyor, havada buluşup bir sis kümesi halinde usul usul dağılıyordu. Adeta farklı bir dil konuşan, ayrı bir milletin üyelerine benzettiği bu kara kalabalığın yüzlerini tek tek birbirinden ayıramadığını fark etti bir kez daha. Belki baktığı halde görmek, bilmek istemediğindendi. Uzak, çok uzaklarda bıraktığı çocukluk hatıralarında saklı yetişkin yüzleri çağrıştırıyorlardı, şehrin sularında yıkana yıkana biraz daha beyaza kesmiş, bulanık ve karanlık erkek yüzleri.
Esmer, genç bir adamın iskambil kâğıdını masaya atarken ağzındaki sigarayı ustalıkla hareket ettirip dudağının sol ucuna yerleştirdiğini, aynı anda cakayla yan gözle oturduğu masaya doğru baktığını fark ettiği anda, bakışlarını hızla geri çevirdi Aysu. Boşalmış çay tepsisiyle oturduğu masanın önünden geçen Rüstem, “Abla çay mı? İstersen biraz daha bekle! Taze çay demleniyor” dedi. Sonra, esmer adamın bu bakışlarını o da görmüş olmalı ki eğildi, Aysu’ya sokularak sır vermek isteyen kısık bir sesle, “Takma be abla Mahmut’un öyle buraları dikizlemesine. O Nevin’i arıyor” dedi.
Onun ne söylemek istediğini hemen anlayamadı Aysu.
“Hani, yazın sizinkilerden birine âşık olmuştu ya” diye sürdürdü Rüstem sözünü.
O anda hatırladı Nevin’in ve Mahmut’un hikâyesini. Ama sizinkiler dediği Nevin’i sadece uzaktan gördüğünü, bizimkilerden olmadığını söyleyecekken vazgeçti. Ne de olsa bu kahve her biri bir diğerine kendi içinde sanki homojenmiş gibi görünen, apayrı dünyalara sahip iki gruptan oluşuyordu. Gizli açık yazarlık düşleri kuranlardan, kadri kıymeti bilinmediğinden yakınan ve kendilerini İstanbul’un piyasa yazarlarından ayıran kitaplı yazarlardan, amatör tiyatroculardan; köşe yazarlarına, sistemin yardakçısı bulvar gazetelerine gıcık, kimi zaman Atatürkçü laiklerden çok Müslümanlara yakın ateist alternatiflerden; amatör ruhlu şairlerden ve onlara hayran, yeniyetme körpe üniversite öğrencisi kızlardan oluşan, Aysu’nun da aralarında bulunduğu kahvenin girişindeki birinci grup ve bu grubun karı kılıklı oğlanlardan ve düzüşebilecek uzun saçlı bir maymun bulmaya gelen entel dantel kızlardan ibaret olduğundan dem vuran, aslında azıcık takılsalar ya da paranın ucunu gösterip bir geceliğine bara götürüp şöyle temiz içirseler, o kızları yatağa atabileceklerini hayal eden, sadece hayal etmekle yetinmeyip buna canı gönülden inanan ve şimdi paravanın arkasında kumar oynayanlar gibilerden oluşan ikinci grup.
Tam bu sözlerle olmasa da, iki kesimin birbiri hakkındaki görüşlerini, her iki grupla da arası az buçuk iyi olan Rüstem’den biliyorlardı. Rüstem’in sizinkilerden dediği Nevin’in ve Nevin’e âşık olan Mahmut’un hikâyesini de.
Rüstem, Canan ve şimdi kim olduklarını hatırlayamadığı iki kişiyle kahvenin bahçesinde oturdukları bir yaz akşamı Mahmut’un Nevin’e abayı nasıl yaktığını anlatırken, Mahmut için genç ve yakışıklı diye söz etmişti. Genç olmasına gençti de, yakışıklı mıydı sahiden? diye düşündü Aysu. Hâlâ bakışlarını üzerinde hissettiği Mahmut’a dönüp bir daha bakmak geldi içinden. Adam biraz babasının gençliğine mi benziyordu? Babasının altmışlı yıllardan bugüne kalmış siyah beyaz fotoğrafı gözlerinin önüne gelir gibi oldu. Ama babası, düğmeleri boğazına kadar ilikli kolalı gömleği, özenle inceltilmiş favorileri, utangaç köylü bakışları ve dudaklarının üzerinde incecik kesilmiş bıyıklı, temiz yüzüyle yine de çok farklıydı. Bunun da bakışları mahcuptu ama ağzına dökülen bıyıklarıyla oynarken meydan okuyan bir havası vardı.
Rüstem, Mahmut aslında kumar oynamıyor, sadece oynayanları izliyor şeklinde bir açıklama da yaparak sözünü ettiği delikanlıyı korumak isteyen bir havayla anlatmıştı. “Zavallım, tiyatro öğrencisi Nevin’e abayı yakmış.” Nevin’in kim olduğunu çıkaramadıklarını fark edince de abartarak tarif etmeye başlamıştı: “Hani şu, yaz kış çizmelerle dolaşan, bazen o çizmelerin üstüne yeşil kırmızı mini etekler giyen zıpır bir kız var ya. Sarışın. Gözleri de yeşil.”
Sözünü ettiği kızla kimsenin samimiyeti yoktu ama hatırlamışlardı onu. Çok dikkat çeken, genelde kendi aralarında dolaşan tiyatroculardan biriydi. Hatta Aysu bir kez kalabalık bir masada tartışmaiarına kulak misafiri olmuştu. Kız, İstanbul’dan gelen bir reklam yönetmeninden çekmekte olduğu bir şampuan reklamında oynaması için teklif almış, arkadaşlarına, reklam filminde oynamanın tiyatro yazarlığı okuyan biri için ne kadar alçaltıcı bir şey olduğundan dert yanıyordu. Biri, aslında bu piyasada tutunmak isteyen herkesin eninde sonunda İstanbul’a gitmesi gerektiğini, hatta yüzünün tanınması, hayatını kazanması için televizyonda boy göstermesinin hiç de fena bir fikir olmadığından dem vuruyor, kız ise kendisinin oyuncu değil, tiyatro yazarı olacağını tekrarlıyordu ısrarla.
İşte bu Nevin bir gün elindeki sigarayla tuvalete doğru giderken, paravandan içeriye sarkarak Mahmut’tan ateş istediğinde ve parmaklarıyla sigarayı yakan genç adamın eline dokunup güzel yeşil gözleriyle uzun uzun gözlerine bakıp teşekkür ettiğinde, deliler gibi tutulmuş Mahmut ona. O günden sonra da nerede Nevin’i elinde sigarayla görse, hemen altın rengi ince kibar çakmağını çıkarır, yakmak için fırsat kollar olmuş. Aylar sonra bir kez daha öyle yakabilmiş kızın sigarasını ama bu kez kız ne eline dokunmuş ne de teşekkür etmiş. Çok dalgın ve yorgun görmüş adam onu. Kızın gözlerinin altı mor, parlak yeşil gözleri ise solgunmuş. Rüstem, “Ben biliyordum o günlerde Nevin’in sorununu. Adam çaktırmadan sordu kızın derdini ama bir şey bilmediğimi söyledim” diye eklemiş ve hikâyesinin ilgiyle dinlendiğini fark ettiğinde, heyecanla devam etmişti: “O günlerde Nevin bir kız arkadaşıyla fısır fısır konuşurken istemeden kulak misafiri oldum. Hani şu kulakları küpeli, hep siyah giyinen uzun boylu Oktay var ya, zavallıyı onyedilik bir çıtırla bırakıp gitmiş. Oysa Nevin’in o günlerde kadın doktoruna randevusu varmış. Yani sizin anlayacağınız Nevin çocuk aldıracakmış o zıpırdan. Ulan, öyle güzel bir kızı sen kirlet, sonra da bırak git. Ya sizce doğru mu bütün bunlar, ne olacak bu gençlerin hali?” diye yakmmıştı kendisi de henüz yirmilerin başındaki Rüstem. “Ben bunları şimdi bu herife anlatsam, belli olmaz vallahi, ya kızı ya da o eski zirzop sevgilisini çeker vurur.”
Elindeki tepsiyi masanın üzerine koymuş, saçlarını sıvazlıyordu şimdi Rüstem.
“Abla, sahi, hiç görünmüyor Nevin. Sen biliyon mu nerelerde olduğunu?”
Aysu boş boş Rüstem’e baktı. Hikâyesini, adını bile kendisinden öğrendiği birini ona sorması ne garipti.
Rüstem yanıt alamayınca sözü değiştirdi.
“Bu akşam da çok şıksın abla. Öyle ya, ne de olsa yılbaşı akşamı…” Sırıtırken, köpek dişinin yanındaki kara boşluk ortaya çıktı. Rüstem’in buğday teni, üzerindeki laciverde çalan patlıcan rengi komi gömleğiyle sanki daha da koyulaşıyordu. Aysu onun başka kıyafetlerle şimdi olduğundan daha açık tenli göründüğünü hatırladı. İzinli olduğu bir gün üzerine geçirdiği sahte Levi’s marka kot pantolon, griye çalan beyaz gömleğiyle onu ilk kez çay dağıtırken değil de, bir müşteri olarak görmüştü burada. Bulvar gazetelerinden biriyle dalga geçildiği masalarına büyük bir keyifle oturmuş, bir süre masadaki topluluğun odak noktası olduktan sonra, ilerleyen dakikalarda sıkılıp paravanın arkasındaki diğer gruba katılmıştı.
“Abla, cebin çalıyor galiba” dedi Rüstem ve Aysu’yla konuşurken üzerine eğilmiş olduğu sandalyede duran çantayı gösterdi.
Kendisine seslenilmemiş olsa, bekleyip telefon konuşmasına kulak kesilecek olan Rüstem uzaklaşırken, Aysu çantasının karmaşasında zar zor bulabildi telefonu.
Annesinin hışırtılı hattaki sesini alabildi ama ne söylediğini anlayamadı. Kesilerek, kırıla kınla geliyordu ses.
“Anne” diye bağırdığında makyajı yüzüne bir maske gibi yapışmış kadının (bir pandomim sanatçısına mı benziyordu ne?) küçümseyici bakışlarını fark etti. Yan masalardan birileri aynı küçümseyici ifadelerle dönüp kendisinden yana baktılar.
“Anne, hat iyi çekmiyor, kapat, bir dakika sonra bir daha ara!” diye bağırdı yine de Aysu. Annesinin kendisini duyup duymadığını anlayamadı ama sesi de cızırtılar da kesildiği için rahatlamıştı.
Aysu tedirginlikle bir an elindeki telefona baktı. En az üç ay önce almış olduğu bu telefonu annesi ilk kez çaldırıyordu. Hem sonra onunla birkaç saat önce evdeki telefonda konuşmuştu. Annesi onun bu akşam önce Cananlara, oradan da bir arkadaşlarının verdiği yılbaşı partisine gideceğini biliyordu. Üstelik annesi acil ve önemli bir şey olmadığı sürece, yıllardır hep aynı günlerde, hatta aynı saatlerde telefon açardı.
Aysu fazla oyalanmadan dışarı çıkmak için masadan kalktı. Ön taraflardaki bir masada, sık sık aynı ortamlarda bulundukları halde aralarındaki muhabbetin hiçbir zaman kahve dışına taşmamış olduğu Serpil ve Aysu’da hep sarhoşmuş duygusunu uyandıran, Serpil’in sevgilisi Tayfun, birbirlerinden sıkılmış yüz ifadeleriyle gergin gergin oturuyorlardı. Aysu’yu gördüklerinde adeta sevinerek masalarına davet ettiler. O ise hemen geleceğini söyledi ve çıngıraklı kapıyı açıp alelacele dışarı attı kendini.
Yüzünü bıçak gibi kesen buz gibi havayla irkildi. Yarım saat önce içeriye girdiğinde ortalık henüz aydınlıkken, şimdi iyiden iyiye kararmıştı. Sokak lambalarının sisi andıran ışığında, hızla akıp giden insanların yüzleri seçilemiyordu. Karşıdaki kitabevinin sıcak ışıklı vitrininin ardından kıpırtılı gölgeler seçiliyordu.
Kahvenin tentesi altındaki sandalyelerde büzüşerek birbirlerine sokulmuş, aralarında avuç içi büyüklüğündeki cep konyağını adeta saklayarak gezdiren üç kişilik grubun epey uzağına, tentenin en ucuna sığındı. Kabamın giymediğine pişman oldu, hava öyle soğuktu ki, kalın mus çoraplarına, dizkapağına kadar gelen çizmelerine rağmen soğuk hava eteğinin altındaki bacaklarına, tenine yapışıyordu.
Elindeki telefonun önce tuşlarının ışıkları yandı, ardından titreyerek çalmaya başladı. Aysu telefonun teninde elektrik çarpmasına benzer irkiltici bir duygu yaratan bu titremelerinden hiç hoşlanmadığını, bunu kesmek için aletin nasıl ayarlanacağını öğrenmesi gerektiğini düşünürken yeşil düğmeye bastı.
“Aysu, kızım, kısa keseceğim” diyordu annesi. “Hani sana Halil enişten Türkiye’ye geldi dedim ya. Giderken senin de telefonunu istemişti.”
“Biliyorum anne” dedi Aysu “Söyledin bunu bana.”
“Kızım, sana anlatmadığım başka şeyler var. Seni de üzmek istemedim ama Süheyla pek iyi değil. Böyle olduğu halde kocası çocuğu da aldı, yılbaşını, anasının hastalığını da bahane edip ailesinin yanına gitti. Bu deli kız o Alman adamdan bahsetmiş Halil’e.”
“Ne diyorsun anne sen?” diye bağırdı Aysu. Sesini fazla yükseltmiş olduğunu, hatta birtakım fevri hareketlerde bulunduğunu ayaklarının hemen dibindeki simit ya da ekmek kırıntılarını gagalayan iri kuşun bir kanadını açıp, geri geri sekişinden anlayarak sesini alçalttı.
“Hangi Alman anne? Anlamıyorum.”
“Hangisi olacak, ta onbeş yıl önce seviyorum diye deli olduğu, ilk evliliğinin bitmesine sebep olan o adam.”
“On beş yıl önceki adam mı kalır anne?” dedi Aysu gerilen sinirlerine hâkim olmaya çalışarak. “O da nerden çıktı?”
Ama annesi fazla uzatmak istemiyordu:
“Ne bileyim kızım? Süheyla bu sabah söyledi bana. Tutmuş kocasına, ben on beş yıl önce bir Alman’ı sevdim, Şevket’le bu yüzden ayrıldım demiş. Aklı başında bir kadın kalkar, böyle bir şey anlatır mı kocasına?”
Aysu’nun sinirleri öyle gerilmeye başlamıştı ki, şu telefonu alıp fırlatmak, annesinin uzaktan gelen sesini yok etmek geldi içinden. “Aman ne olacak ya? Anlattıysa, anlattı. Halil’den önceki bir şeydi bu” diye söylendi sadece.
“Kızım deli misin? Üstelik bana geçenlerde o adamı rüyasında gördüğünü söyledi. Korkarım bunu kocasına da anlattı. Hiçbir şeyi gizlemiyor ki. O adamı senin de tanıdığını söylemiş. Halil Türkiye’ye gitmeden önce senin telefonunu istedi ya, bence seninle bu adam hakkında konuşacaktır, ağzını arayacaktır. Aman yavrum, bu Süheyla’nın bir daha yuvası yıkılırsa, artık hiç iyileşmez. Böyle bir şey yok de, çık işin içinden. Sırf ilk kocası Şevket’i sevmediği, ondan ayrılmak istediği için uydurdu de. Zaten öyle de. Bir şey mi geçti ki o adamla aralarında sanki? Kendi kendine uydurduğu bir şey. Yavrum, Halil enişten şimdi anasının evinde. Bir arasan, yılbaşı bahanesine, şunun ağzını bir yoklasan… Bu adam niye gitti? Ne düşünüyor? Öyle kötü şeyler geliyor ki aklıma.”
Annesi ağlamaklı, yardım dileyen sesiyle devam ediyordu. Biraz korkarak, çekinerek de olsa ikna etmeye çalışıyordu onu. Ama öyle yabancı ve uzak geliyordu ki şimdi annesinin kendisinden istediği şeyler. Ablasının hastalığı, ilk evliliği, o Alman, şimdiki kocası Halil… Bunaltıyla, sıkıntıyla dinlerken annesini, gözü, yerdeki birtakım kırıntıları adeta başdöndürücü bir hızla gagalamaya devam eden kuşa takıldı. Hayret, ayağını kıpırdatsa, tombul gövdesine dokunacak neredeyse, o kadar yakınında. Bu şehirde güvercinler var mıydı, bu sokakta?
Sonunda dayanamadı, annesinin konuşmasını kesti: “Öf be anne, ne diye karıştırıyorsun beni bu işe, ablamın kocasını doğru dürüst tanımıyorum bile.”
Ama annesi hıçkırıklarını koyvermişti bile. Aysu acıyamıyordu, üzülemiyordu ona. Sadece sesinden kurtulmak için şu telefonu kapatmak geliyordu içinden. Ama bunu yapmadığı gibi annesinin ağlamalarına da direnemedi. “Tamam!” dedi sonunda, sesinin sinirli çıkmaması için büyük bir çaba sarf ederek. “Sakin ol. Ağlayacak ne var şimdi? Arayacağım, söz. Bana telefonunu ver şimdi!”
Kahveye girmek için geri döndü, fazlasıyla demlenmiş çay ve sigara kokusuna karışmış ter kokulu havaya rağmen, içerdeki sıcaklık sinirlerini biraz yatıştırır gibi oldu.
Ağlamayı kesen annesi minnettar kalmış yumuşak bir ses tonuyla, “Tamam kızım, sen bakma bana, yaşlı anana da kızma olur mu?” dedi ama uzatmadı.
Aysu çantasından çıkardığı bir kalemle, annesinin Türkiye’nin ön numarasını da verdiği bir numarayı önündeki adisyon kâğıdının boş bir yerine kaydederken, hat yeniden bozulduğu için annesine numaraları birkaç kez tekrarlatmak zorunda kaldı. Gerçekten, ablasının kocası Halil’le ne konuşacağını, iki kişinin çok özel olan ilişkilerini, bunlar ablası ve onun kocası da olsa, düşünürken; bir yandan da sesini zar zor işitebildiği annesine iki saat önce evde anlattığı gibi biraz sonra Canan’la buluşacağı, Canan’ın annesine uğradıktan sonra, başka bir arkadaşlarına gideceklerini tekrarladı. Annesinin sesini tam alamadığı ve yüksek sesle konuşmak zorunda kaldığı için öfkeleniyordu da. İçindeki öfke büyüyor büyüyordu; ama o kime kızacağını da bilmiyordu, şu zaten yeterince sinir bozucu, herkesin kendisini eğlenmeye zorladığı yılbaşı akşamına mı, annesine mi, annesinin delilik olarak adlandırdığı ablası Süheyla’nın psikolojik hastalığına mı, belki de onun bu hastalığından kaçmak için çareyi annesini ziyaret etmekte bulan Halil’e mi, henüz on dört yaşındayken sadece bir kez gördüğü ablasının rüyalarına giren o adama mı, hatta babasına mı, abiasının ilk kocası Şevket’e mi, yoksa böylesi bir ailede doğmuş olduğu için kaderine mi? Kızıyor, kızıyor, kızıyordu… Kızgınlık yumru olmuş boğazında düğümleniyordu ve o sadece ve sadece telefonu annesinin yüzüne kapatmamak, ona bağırmamak için kendini tutmaya çalışıyordu.
Aysu birinin masaya eğilip konuşmasının bitmesini beklediğini telefonu kapattıktan çok sonra fark etti.
Şair Mustafa’ydı bu. Diğer adıyla Fotokopi Şair! Sıkıntıyla, belki de asık bir suratla bakmış olmalıydı ona, hatta sen de ne istiyorsun diyen bir ifade okunmuş olmalıydı ki yüzünde, Mustafa biraz tereddütle, sanki çekinerek, “Merhaba, bir tatsızlık yok umarım” diyebildi.
“Yok. Boş ver. Annem!” diye cevap verdi Aysu sadece. Gerilmiş sinirlerini yatıştırmaya, sesini yumuşatmaya çalıştı. Gülümsediği anda Mustafa da gülümsedi, sonra, “Ne güzelsin bugün” dedi sakmmasızca. Yüzünü, saçlarını alıcı gözlerle süzen Mustafa’nın hiçbir şey ifade etmeyen iltifatı yine de hoşuna gitti. Öfkesinin yavaş yavaş indiğini hissediyordu.
Mustafa, Erhan’la Bülent’i buralarda görüp görmediğini soruyordu. En az on beş dakikadır burada oturduğunu, ama Erhan’ın gözüne çarpmadığını söyledi (çünkü Bülent’i tanımıyordu). Tam otur diyecekti Mustafa’ya, aklına bugün ona teslim etmeye söz vermiş olduğu çeviriler geldi. Defterin arasında duran bu çevirileri şimdi çıkarıp veremezdi, hâlâ çok fazla dil hatası vardı. Üstelik şu an Mustafa’yla konuşmak da istemiyordu. Belli ki otur dese oturacaktı Mustafa. Ama Aysu yapmadı bunu.
Bir süre sağa sola göz gezdirip, öylesine yanında oyalanan Mustafa, ani bir kararla hareketlendi. Aklına çok önemli bir şey gelmiş bir yüz ifadesiyle, beş on dakika sonra burada olacağını, Erhan’la Bülent’i görürse kendisini beklemelerini söylemesini tembihledi sıkı sıkı. Sanki şu yılbaşı gecesi, dünyanın en önemli işini yapıyormuş ya da dünyayı kurtarmaya gidiyormuşçasına, hızla, heyecanla dışarıya yöneldi. Ama sonra geri döndü, aynı ciddi ve işin önemini vurgulayan ifadeyle Aysu’nun kendisine geçen ay vermiş olduğu çevirileri de çıkaracağı derginin ilk sayısında kullanacağını söyledi. Neyse ki, Aysu’nun yılbaşından önce teslim edeceğine söz verdiği çantasındaki diğer iki çeviriye değinmedi bile. Yeniden dış kapıya doğru hareketlenirken, “Dergi Ocak’ın ilk haftasında çıkacak” diye ekledi. Hızlı ve kararlı adımlarla yürüdü; açılan ve ardından kapanan kapının çıngırak sesi çınladı ardından.
Aysu, bir an, Mustafa’nın böyle alelacele çıkıp nereye yollandığını öyle merak etti ki. Şimdi kalksa, arkasından gitse, onun kahveden çıkar çıkmaz ya Mülkiyeliler Birliği’ne ya da tam tersi yöne, Meşrutiyet Caddesi’ne doğru seri adımlarla yürürken birden yavaşladığını, şu yılbaşı gecesi aslında yetiştirmesi gereken hiçbir şey olmadığını, hiç kimsenin kendisinden bir şey istemediğini, aslında bu akşam herkesin yaptığı gibi takılabileceği, beraber içebileceği birilerini, sevişebileceği bir sevgili aradığını düşünüp nasıl omuzları inmiş bir şekilde ayağını sürüye sürüye amaçsızca yoluna devam ettiğini görürdü herhalde. Ama kim bilir, belki de yanılıyordu Aysu, makûs talihini yenmeye kararlı Mustafa belki de bu kez derginin çıkması için bütün enerjisiyle işe sarılmış, bir yerlere yetişmesi gerekiyordu. Çünkü o fotokopi şair olmaktan kurtulmayı ve kendi dergisini çıkarmayı kesinkes koymuştu kafasına. Yine de Mustafa’nın bu dergisinin değil yeni yılda, sittin sene çıkmayacağına inanıyordu Aysu. Ne çok proje geliştirdi, ne çok derginin konseptini çöpe attı, ne çok yeni dergi ismi harcadı Mustafa. Şu piyasadaki, hele İstanbul iktidarlı dergilerin pabucunu dama atacak nice dergi projesiyle ün yapan Mustafa, Aysu gibi yazmanın henüz hiçbir yerine ilişememiş, ilişemediği için de çeviride karar kılmış çok çok uzak heveskârları bile inandıramıyordu.
Aysu elinde tuttuğu adisyonu masaya bıraktı ve ablasının kocası Halil’in telefon numarasına baktı bir süre. Ben nasıl hitap ediyordum bu adama? Enişte, Halil abi? diye hatırlamaya çalıştı. Süheyla’nın ilk kocası Şevket’e abi dediği geldi aklına. Hem sever hem de acırdı Şevket’e. Ablasının onu hiçbir zaman sevmemiş olmasına, bu sevgisizliği karşısında acı çekişine, Süheyla’nın topuklu ayakkabı giymesine hep muhalif oluşuna, kısa boylu erkeklere has dimdik mağrur yürüyüşüne sinmiş ve hiçbir zaman gizleyemediği o ezikliğine… O zamanlar gerçekten böyle acır mıydı, o yaşlarda, yoksa bu çok sonra kendi kendine düşüne düşüne geliştirdiği bir duygu muydu?
Ama ablasının ikinci kocası Halil’i bu akşam aramayacağı kesindi, bunu hiçbir zaman yapmayacağını da hissediyordu. Yine de numarayı çantasından çıkardığı telefon defterine kaydetti ve adisyona yazdığı rakamların üzerini karaladı.
Aysu defterdeki numaraya bakarken, şimdi babasıyla beraber İstanbul’da olan yeğenini düşünüyordu. Onu en son üç sene önce gördüğünde iki yaşındaydı. Şimdi beş yaşında… Süheyla’nın ilk kocası Şevket’ten ayrılırken bu evlilikten olma ilk çocuğu Sevil’in o zamanki yaşlarında. Şevket’in, Süheyla’dan boşandıktan sonra apar topar alıp Türkiye’deki annesinin yanına gönderdiği, Münih’teki uzak bir akrabasıyla yeniden evlenip oraya yerleştikten sonra yanına aldığı Sevil şimdi yirmisinde bir genç kız olmalıydı. Yolda görse tanımaz belki de. Sevil’in yüzünü hatırlamaya çalıştı. Sanki hiç görmemiş, sadece ismen bildiği uzak bir akraba gibi… Ona ait hiçbir yüz yoktu belleğinde. Hiç de öyle bir ruh halinde değilken burnundan başlayan ve yüzüne, göz çukuruna yayılan sızının önüne geçemiyordu. Neye üzülüyordu ki şimdi? Yıllardır bir kez bile görmediği, görmek için öyle içinde bugüne kadar istek uyanmadığı halde, en son o beş, kendisi on dört yaşındayken görmüş olduğu yeğenine yabancılaşmış olmasına mı? Ne garip şu düşünce, durmuyordu yerinde işte, hiç yeri değilken Sevil’den biraz önce ayaklarının dibinde, gagasıyla neredeyse çizmelerinin parmakucuna dokunan güvercine kaydı. Tek kış kuşu onlar olsa gerek. Bu yüzden de kıştan kaçmayan, sıcak iklimlere doğru kanat çırpmayan kuş türü onlar. Aklına, çocukluğunda nehir boyu uçuşan kuşlar geldi, onlar martı mıydı güvercin mi?
Annesine benzemişse, güzel bir kız olmuştur Sevil, diye düşündü. Ama ne fayda! Onun da, hatta kendisinin de kaderinin değişmesine neden olan şey, ablasının o bir zamanlarki güzelliği değil mi? Süheyla’nın âşık olduğu adamın yüzü bile şimdi bir an, onca yıldan sonra gözünün önüne gelir gibi oldu. O yüzü görmeden önce kara bir binaya girdiklerini hatırlıyordu. Önü açık, sağlı sollu, biri aşağı inen, diğeri yukarı çıkan paternostere biniyorlardı. Ablasının heyecandan al al olmuş yüzünü görüyordu yandan; üçüncü kattan inip labirentimsi kara koridorlardan geçerlerken bedeninin titrediğini fark ediyordu. Ablam âşık diyordu içinden ve o kadar aşk hülyaları kuran, sürüyle aşk romanları okuyan, güzel genç kızların yakışıklı orta yaşlı erkeklerle yaşadıkları aşkların eninde sonunda evlilikle bitişine inanmış olan yeniyetme Aysu, ablasını izlerken, bir felaketin eşiğinde olduklarını hissediyordu. Ve o an ölesiye nefret ediyordu ondan. Özellikle de onu kendisine suç ortağı etmesinden. Kaçıp gitmek istiyordu o dolambaçlı koridorlardan. Ama geldik işte diyordu ablası, geldik! Genişçe bir odaya giriyorlar. Masalarda birkaç kişi oturmuş, başlarını kaldırmış selam veriyorlar. Süheyla bu odaya açılan kapısı açık başka bir odaya başını uzatmış, merhaba diyor, bir eliyle de kardeşini kendisine doğru çekip kapının eşiğinde durduruyor. Bu benim kardeşim diye tanıtıyordu onu içerde oturan adama. Tıpkı romanlardaki gibi… Süheyla’nm âşık olduğu bu adam Süheyla’dan en az on beş yaş büyük olmalı. Ama Aysu’nun okuduğu romanların hiçbirinde kadın evli değildi, küçücük kızları da yoktu o genç kadınların, hatta ellerine erkek eli değmemiş bakirelerdi onlar. Üstelik yeniyetme Aysu’ya öyle yaşlı görünüyor ki yerinden kalkıp elini sıkan, şakaklarına kırlar düşmüş bu kibar adam, ablasının böylesi yaşlı birine âşık olabileceğine inanamıyor. Adam, romanlarda genç kızların yanıp tutuştukları, kafasında kurmuş olduğu yakışıklı erkeklerin hayallerine ise hiç mi İliç benzemiyor.
Neydi ki o adamın adı? Aysu en az on beş yıl önce gördüğü bu adamın aynı odada oturduğunu hayal etti bir an. Hatta bununla da yetinmedi, biraz önce gagasıyla handiyse ayaklarına dokunan güvercin olduğunu düşündü; uçtu, uçtu, şehri ikiye bölen upuzun kara nehrin ve şehrin iki yakasını birbirine bağlayan demir köprülerin üzerinden geçti. Adeta nehrin uzantısına göre bir kavis çizerek yan yana dizilmiş, beyaz cepheli, sivri çatıları kiremit rengindeki tarihi evleri, bu evlerin arasından yükseliveren çokkatlı binaları seyrede seyrede, göğü delen kapkara katedralin en uç noktasında dolandı, şehre hâkim açık duman rengindeki tarihi bir binaya doğru çırptı kanatlarını. Binanın üçüncü katına yöneldi ve bir pencerenin önüne kondu. İçerdeki adama seslenmek istiyordu güvercin sesiyle, gur gur gurlayarak. “Farkında mısın bilmem, pek çoğumuzun kaderinin değişmesinde senin de katkın var. Hayır, kızdığımdan değil sana. Şu bazen geçmek bilmez zamanlara karşın, burada, bu hayatta olmaktan memnunum ama yine de Sevil’in, benim, ablamın, kim bilir başka kimlerin bugüne gelen yaşam çizgisinde senin de izini taşıyan bir fırça darbesi var.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıTemmuz Çocukları
- Sayfa Sayısı283
- Yazar Menekşe Toprak
- ISBN9789750517785
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Denizler Ejderi ~ Ahmet Yılmaz Boyunağa
Denizler Ejderi
Ahmet Yılmaz Boyunağa
Batılı korsanların korkulu rüyası ‘dragut’ yani ejderha lâkabını taktıkları Akdeniz’in yürekli korsanı Turgut Reis… Türk denizcilik tarihine altın devrini yaşatan denizcilerden Turgut Reis’in denizlerde...
- Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur ~ Faruk Duman
Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur
Faruk Duman
“Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur” masalların ve geleneksel anlatıların izini süren ve doğadaki senfoniyi aktararak özgün bir anlatı dili geliştiren Faruk Duman romancılığında önemli...
- Merhume ~ Murat Uyurkulak
Merhume
Murat Uyurkulak
ELDE ŞU KİŞİLER VAR: Evren Tunga: Müstakbel mevta… Ölmeden önce sevdiklerini kurtarmaya çalışıyor… Hilmi Şerbet: Huysuz bir hafiye… Zengin olmak istiyor… Davut Vahdet: Hilmi...