Beş yüz yıl sonra, geleceğin dünyası…
Erime adındaki çevresel felaket sonucunda Newperth şehri üç sınıfa bölünmüştür: Merkez’de yaşayan varlıklılar, Kıyı’da yaşayan yoksullar ve şehrin sınırlarında yaşayan Vahşiler.
Rosie Black, Kıyı’da yaşamaktadır ve bulduğu sıradışı bir kutunun ölümcül sonuçlar doğuracağından habersizdir. Gizemli bir örgüt bu kutunun peşindedir ve ona ulaşmak için insanları öldürmekten çekinmemektedir.
Hayatını iki yabancıya emanet etmek zorunda kalan Rosie kaçmaya başlar. Ama kime güvenecektir? Fazlasıyla çekici olan Vahşi Pip’e mi, yoksa genç adamın “patron” dediği esrarengiz adama mı? Rosie, Dünya’dan Mars’a uzanan yolculuğunda çok geç olmadan kutunun sırrını çözmelidir…
“Daha fazlasını isteyeceksiniz.”
-Daily Telegraph-
“Mars kanyonlarından Dünya’nın gelecekteki şehirlerine; Rosie Black Günlükleri son yıllardaki en iyi, en özgün bilimkurgu eseri.”
-Illawarra Mercury-
“Hiçbir şey bu kitabı elinizden bıraktıramaz. Ne açlık ne de kapanmak isteyen gözkapaklarınız. Aranıza hiçbir şey giremez.”
-Orbit-
***
Bölüm 1
Rosie meşalesini etrafa saçılmış tuğlaların üstünde dolaştırdı.
Işık, tozu ve kalın örümcek ağlarını taradıktan sonra tünel duvarında derin bir oyuğa kaydı. Rosie oyuğun içine bakmak için eğildi ve karanlıkta yankılanan bir şaşkınlık çığlığı attı.
“Ne oldu?” dedi Juli.
“Burada bir şey var.”
Rosie iyice eğilip oyuğun içine uzandı. Parmakları önce örümcek ağlarına, sonra sert bir şeye değdi. Dokunduğu şey ona bir kutunun köşesi gibi gelmişti. Tutup çekti ve çıkan kutuyu iki yana salladı.
“Iyyk.” Juli, Rosie’nin koluna yapışan toz ve örümcek ağlarına tiksintiyle baktı.
“Sadece toprak,” dedi Rosie bulduğu şeyi havaya kaldırırken. Kesinlikle bir kutuydu; elinden biraz daha büyük ve kapağında bir tür kabartmalı desen olan bir kutu.
“Tut şunu.” Meşalesini Juli’ye verdi ve Juli her iki ışığı da kutuya çevirdi. Rosie kapağın üstündeki toz tabakasını eliyle silkeledi ama deseni rahatça görebileceği kadar temizleyemedi.
“Acaba içinde ne var?” diye sordu Juli. “Belki de Erime’den önce gömülmüştür.”
“O kadar uzun zamandır burada olduğunu sanmam.”
“Yeterince pis,” dedi Juli, meşalelerden birini koltuk altına sıkıştırıp sırt çantasını çıkarırken. “Ne olduğunu görmek için temizlemeliyiz.” Sırt çantasından bir şişe su çıkarıp kapağını açtı.
“Bekle, ne yapıyorsun?” Rosie, Juli’nin eline yapıştı.
“Ne? Ah, evet.” Juli utanmış gibiydi. “Yeniden doldurma olmadığını unutmuşum.”
“Yani bunun geri dönüşüm bile olmadığını mı söylüyorsun? Saf mı yoksa?” Rosie Juli’nin kendi gömleğinden daha pahalı bir şişe kaynak suyunu kutunun üstüne boca etmek üzere olduğuna inanamıyordu.
Juli kapağı geri kapatırken yüzünü buruşturdu. “Özür dilerim, akılsızlık ettim. Bunu sen alsan daha iyi olur.” Şişeyi Rosie’nin taşıdığı çantaya iterken ona sırıttı. “Haydi, bir an önce çıkalım. Burası ödümü patlatıyor. Ayrıca, açlıktan ölmek üzereyim.”
Rosie gözlerini devirdi ve meşalesini geri aldı. Juli sıska bir insan için çok fazla acıkıyordu. “Pekâlâ. Kutuyu nehirde yıkayabiliriz.”
Tüneli tırmanıp dışarı çıktıkları anda ikisi de gözlerini kısmak zorunda kaldı. Öğleden sonra hava çok sıcaktı ve güneş etraflarındaki harap binaların arasından göz kamaştırıyordu. Rosie’nin sol tarafında çatlak bir asfalt parçasının arasından yaban otları gibi büyümüş ağaçlar, sağ tarafında ise eskiden araba olması olası bir şeyin, duvarın altına yarı gömülü haldeki paslanmaya yüz tutmuş enkazı duruyordu. Rosie orada olmamaları gerektiğinin farkındaydı. Eski Şehir nehir kıyısında çatlaklarla kaplı bir çamur yığını ve kırık dökük binalardan oluşan daracık bir şeritten ibaretti ve görünür görünmez tehlikelerle doluydu. Giriş yasaktı ve çeteler bile bu bölgeden uzak dururdu. Rosie Eski Şehir’e son gelişinde az kalsın bir Senato gözetleme helikopterine yakalanıyordu -her zaman bir Vahşi’ye yakalanma tehlikesi olması da çabasıydı- ama hepsine değerdi. Burada bulduğu şeylerden bazıları ona bir hafta yetecek yiyecek satın alabiliyordu.
“Şu taraftan suya kadar inebiliriz.” Nehir kıyısındaki birkaç ağaç ile harap bina arasındaki açıklığı işaret etti.
Juli gözlerini kısıp baktı. “O duvarın sorun çıkarmayacağına emin misin? Ciddi ciddi yamuk duruyor.”
“Az önce yarısı çökmüş bir tünelden çıktık ve sen bunun için endişeleniyorsun, öyle mi?”
“Güvende olmak ezilmekten iyidir.”
Rosie çantasını yere bıraktı. “Haydi gel, duvar yüzyıllardır orada. Yıkılmak için bugünü seçeceğini hiç sanmıyorum.”
“Sanırım haklısın.” Juli şüpheli görünüyordu ama Rosie suyun kıyısındaki diz boyu saz öbeklerini yararak ilerlerken onu takip etti.
Biraz ötede nehrin ortalarında ve denize doğru biraz batıda, girdaplı akıntının arasından birkaç eski gökdelenin sivri tepesi yükseliyor ve şehrin eski günlerinden kalma taş abidesi Kral Adası, fonda ağır ağır batan güneşin önünde, koyu renkli bir çivi gibi göğe uzanıyordu. Bu manzara nehrin yukarı kısmındaki ışıltılı kuleler ve Newperth’ün vızır vızır işleyen mekik hatlarıyla müthiş bir tezat oluşturuyordu. Şehir yüksek nüfus yoğunluluğu ve jeotermal enerjisinden kaynaklanan göz alıcı bir parlaklığa sahipti. Şey, en azından Merkez öyleydi. Merkez dışında kalan her şey biraz daha az parlak, kasvete ve enerji kısıntılarına daha yakındı ama Rosie’nin durduğu yerden dikkati zenginlerin kuleye benzeyen apartmanları ve gökkuşağı tonlarında parıldayan yansıtıcı morötesi kalkanları çekiyordu. Onların biraz ötesinde plascamdan yapılma devasa anıt ve Rosie’nin halasının çalıştığı biyotaştan yapılma Orbitcorp tesisi vardı. Orbitcorp’un Newperth’ün orta yerinde kendine ait bir uzay aracı pisti bile vardı. Rosie şu anda bile araçlardan birinin gökyüzünde bıraktığı belli belirsiz, ultra-ısınmış buhar izini seçebiliyordu. Acaba araçta Essie halanın tanıdığı kimse var mıydı?
“Mars’tan Rosie’ye,” dedi Juli yanında yere çömelirken. “Acele etmezsen su birazdan yükselecek.”
“Evet, tamam, hallediyorum.” Rosie bulduğu kutunun üstüne ılık nehir suyundan atıp çamuru çıkarmaya çalıştı.
Çamur yıkanınca ortaya hafif metalden yapılma, yuvarlak köşeli, koyu mavi bir kutu çıktı. Kutunun ön tarafında her biri tırnak büyüklüğünde dört gümüş düğme ve kapağın tam ortasında sırtında binicisiyle şaha kalkmış bir at ve yarım bir güneşten oluşan kabartmalı bir desen vardı.
“Nedir bu?” Juli parmağını güneşin üstünde dolaştırdı.
“Bilmiyorum.” Rosie kaşlarını çattı. Desende ona tamdık gelen bir şey vardı ama nerede gördüğünü tam olarak hatırlayamıyordu. Bir sap ya da bir tür açma mekanizması aramak için kutuyu baş aşağı çevirdi ama ne bir girinti, ne bir tuş takımı ne de yarık vardı. Sadece gümüş düğmeler. Kutuyu tekrar baş aşağı çevirince içinde bir şey tıngırdadı. Birbirlerine baktılar. Juli’nin gözleri büyüdü. “Acaba…”
Arkalarında bir dal çatırdadı ve hemen ardından bir ses, “ikiniz burada ne arıyorsunuz?” diye seslenince Juli’nin cümlesi yarım kaldı.
Ayağa fırlayıp hızla arkalarına dönerlerken, Rosie kutuyu arkasına sakladı.
Koyu renk rasta saçlı bir oğlan onları seyrediyordu. Onun bir Vahşi olduğunu tahmin eden Rosie’nin yüreği ağzına geldi. Çocuk onunla neredeyse aynı yaşta, belki ondan biraz daha büyüktü; tam olarak ayırt etmesi güçtü. Dizlerinde delikler olan pis bir kot pantolon ve kaslı gövdesini saran lekeli bej bir tişört giymişti. Küçük, biraz yassı bir burnu ve koyu renk ve pis suratında tuhaf duracak kadar parlak ve açık mavi gözleri vardı. Kirli, kötü çocuk havasında bir yakışıklılığı vardı. Tabii eğer o tiplerden hoşlanıyorsanız.
Ayrıca belinde bez bir kında taşıdığı bir bıçak vardı. Bütün ağırlığını kalçasına vermişti ve parmaklarının arasında tuttuğu bir dal parçasıyla oynuyordu.
Rosie gümbür gümbür atan kalbine rağmen kendinden emin görünmeye çalıştı. “Sadece bakınıyorduk,” dedi. “Gitmek üzereydik.”
“Gördüğüm senin kayığın mı?” Vahşi’nin bakışları şüpheciydi. ”Hayır, benim,” dedi Juli. “Ve alamazsın.”
Vahşi pis pis sırıttı. “Beni nasıl durduracaksın?”
Juli itiraz etmek için ağzını açınca Rosie arkadaşına öfkeli bir bakış atarak kafasını salladı. Juli ağzını kapatınca Vahşi daha fazla sırıttı.
“Orada ne saklıyorsunuz?” Başıyla Rosie’nin arkasında tuttuğu kolunu işaret etti.
“Hiç,” dedi Rosie hemen.
Vahşi kaşlarını kaldırdı. “Aptal değilim.”
“Gerçekten bir şey değil,” dedi Juli araya girerek. “Ama sırt çantamda yiyecek ve temiz su var. Onları alabilirsin.”
Lanet olsun. Rosie yüksek sesle inlememek için kendini zor tuttu. Juli bunu söylemek zorunda mıydı?
Vahşi’nin pis sırıtışı kayboldu. “Sadakanıza ihtiyacım yok.” Elindeki dal parçasını kırıp fırlatınca Rosie korkudan gırtlağının tıkandığını hissetti.
“Bir dakika,” dedi boştaki elini avucu açık bir şekilde öne uzatarak. “Gerçekten sadaka değil. Kastettiği bu değildi. Çantayı al, biz sadece eve gitmek istiyoruz.”
“Artık çok geç,” dedi Vahşi ve eli bıçağında, onlara doğru yürümeye başladı.
Bölüm 2
Juli, Rosie’nin koluna yapışırken, Rosie bir tür silah bulmak için umutsuzca etrafa baktı ama elindeki kutudan başka bir şey yoktu. Belki de ona kutuyla vurabilirdi. Sırtları nehre dönüktü ve gidecek yer yoktu. Kutuyu daha sıkı tuttu. Vahşi iyice yaklaştı.
“Lütfen,” dedi Juli ağlamaklı bir sesle. “Lütfen, yapma.” Aralarındaki tek şey Juli’nin yere bıraktığı çantasıydı.
Vahşi onlara dik dik baktı, sonra sırıtarak çantayı aldı. “Hediye için teşekkürler.” Gülerek hızla uzaklaştı ve binaların ötesinde gözden kayboldu.
Bir süre ikisi de tek kelime etmediler. Öylece durup çocuğun arkasından baktılar. Rosie kendini aptal, rahatlamış ve sıkkın hissetmek arasında gidip geliyordu.
Juli uzun bir nefes verdi ve Rosie’nin kolunu sıkmaktan vazgeçti. “Vahşi miydi?”
“Sanırım.” Rosie nehre baktı. “Su yükseliyor, gitmeliyiz. Eve babamdan önce varamazsam, kafayı yer. Yine.” Çantasını bıraktığı yere doğru yürüdü.
“Aslında,” dedi Juli arkasından giderken. “Çocuk ürkütücüydü ama şirin sayılırdı.”
“Sen ciddi misin? Çantanı çaldı.” Rosie kendi çantasını yerden alırken bir küfür savurdu.
“Ne oldu?”
“Eşyalarımı karıştırmış.” Su ve o gün bulduğu bir bardak gitmişti. Elarika. Rosie kutuyu çantanın içine tıktı, çantayı omzuna astı. Demek bu hafta sebze için ekstra kredisi olmayacaktı.
“Teknem!” diye bağırdı Juli. “Büyük olasılıkla onu almaya gitti.”
Rosie hışımla ona döndü. Bunu nasıl düşünememişti. “Haydi, gidelim.” Ağaçlara doğru koştu.
Terk edilmiş binaların arasından çamurlu bir patika boyunca koştuktan sonra, çalılıkların arasına daldılar ve yeniden nehre doğru saptılar. Juli’nin teknesini kıyıda eski metal bir direğe bağlı bırakmışlardı ve Juli yarım metrelik suda aşağı yukarı sallanan teknesini görünce rahat bir nefes aldı.
Çamur birikintisi içinde güçlükle ilerleyip kayığa bindiler. Rosie çantasını güneş panellerinin altındaki su geçirmez bagaj bölmesine yerleştirirken, Juli konsolda bir düğmeyi çevirdi. Motor çalıştı. Şeffaf pylofleksten yapılma kavisli bir panel yükselip etraflarında hava yalıtımlı bir baloncuk oluşturdu ve arındırılmış hava devridaimi başlayınca yumuşak bir tıslama duyuldu.
“Hazır mısın?” dedi Juli.
“Haydi.” Juli gaz kolunu indirirken, Rosie de çapayı etkisiz hale getirdi. Tekne akıntının üstüne kayarak hız kazandı ve kıyıdan fazla uzaklaşmadan yol alırlarken, arkalarında çamurlu ipeği andıran bir köpük bıraktılar.
“Büyük şanstı,” dedi Juli. “Tekneyi kaybetseydim annem beni öldürürdü. O Vahşi neden almadı, anlamıyorum.”
“Büyük olasılıkla güvenli çalıştırma sistemini devre dışı bırakamadığı içindir,” dedi Rosie.
Tekne hız kazanırken Eski Şehir’in bitkilerin sardığı duvarları ve kalıntıları geride kaldı. Üç kilometre ötedeki kuzey kıyısına kadar uzanan geniş su, batmakta olan güneşin ışıklarıyla parlıyordu. Nehir kıyısı boyunca ve arkasındaki tepelere yayılmış olan Newperth karşılarındaydı. Merkez’in kuleleri güneşin son ışıklarını yansıtarak ışıldarken, su kıyısındaki gecekondu mahalleleri, Kıyı’nın apartmanlarının bodur dörtgenlerinin desteklediği karton kutular kadar uyduruk görünüyordu.
Rosie nehrin ortasından ilerleyen bir başka tekneye gözlerini kısarak baktı ve bir huzursuzluk hissetti. Bir dürbün alıp onlarınkinden daha büyük olan tekneye baktı ve tanıyınca yumuşak bir küfür savurdu.
“Ne oldu?” dedi Juli.
“Güney feribotu.”
“Bu saatte mi?”
Rosie’nin içi sıkılmıştı; babası büyük olasılıkla o feribottaydı. “Bu şey daha hızlı gidemez mi?” diye sordu.
“Evet ama bizi ortadaki akıntıya yaklaştırmam gerekir, orada daha az sürüklenme var ama kütüklere falan çarpma ihtimalimiz daha yüksek.”
“Bu şeyde anti-çarpışma özelliği var, değil mi?”
“Evet ama…” Juli isteksiz görünüyordu.
“Lütfen.” Rosie ona baskı yaptığı için kötü hissediyordu ama babasının yüzünde o ifadeyi bir kez daha görmek istemiyordu. ”Babam çok katıdır. Geç kalırsam küplere biner.”
“Tamam,” dedi Juli. “Sanırım ben müthiş bir sürücüyüm.” Gülümsedi ve tekneyi kıyıdan açığa çevirirken, gazı da yükseltti.
“Teşekkürler.” Rosie dürbünü indirdi ve feribotun insan yükünü aldığı enerji tesisinden uzaklaşıp nehirden yukarı doğru ağır ağır ilerlemesini izledi. Babası eve ondan önce giderse olabilecekleri düşünmek bile istemiyordu.
Hızlandılar ve tekne etrafa sular fışkırtarak hoplayıp tekrar suyun yüzeyine çarpmaya başladı ama bu yeterli değildi. Feribot daha büyük ve daha hızlıydı.
“Feribot arayı kapatıyor,” dedi Rosie.
“Elimden geleni yapıyorum.” Juli ona baktı. “Ama onu geçebileceğimizi sanmıyorum.”
Rosie alçak konsola sıkıca tutunarak Juli’nin yanında ayakta duruyordu.
“Üzgünüm,” dedi Juli. “Belki de ona Merkez’de kütüphanede falan olduğumuzu söyleyebilirsin.”
Rosie başını salladı. Ne söylediğinin bir önemi yoktu. Geç, çok geçti. Artık bahaneler yetmiyordu. Annesi öldüğünden beri böyleydi.
Nehrin yukarı Kıyı dalgakıranına doğru kıvrıldığı bir dirseğe yaklaşıyorlardı. Feribot artık onlarla aynı hizadaydı ve bir dakika sonra yarattığı dalgalarla tekneyi sarsarak onları geçti.
“Seni yüzen pazarda indireceğim,” dedi Juli. “Koşarsan, eve ondan önce girebilirsin.”
Rosie hiçbir şey söylemedi. Eve ondan önce giremezdi; yeterince zaman yoktu. Feribotun iskeleye yanaşmasını, suyun köpürmesini ve feribot manevra yapıp iskeleye çarparken motorun homurdanmasını izledi. İskelede birkaç kişilik küçük bir kalabalık bekliyordu: arkalarında çocuklarıyla kocalarını karşılayan eşler, su gibi bir çorbanın içinde erişte satan sokak satıcıları. Elbette su geri dönüştürülmüş suydu. Rosie’nin midesindeki düğüm daha da büyüdü ve Juli yüzen pazarın dar kanallarına girmek için motoru yavaşlatırken kıyıya arkasını döndü.
Pazar, nehre kadar uzanan ve fakirler için bir satış merkezi olan, birbiriyle bağlantılı yüzen iskeleler ve barınaklar topluluğuydu. Ahşap kulübe ve payanda yığını buraya Erime’den sonra gelen birkaç kuşaklık aileleri barındırıyordu. Onlar geçerken, birkaç satıcı bağırarak eriştelerin, kurutulmuş su yosunlarının ya da fasulyelerinin fiyatlarını söyledi. Meraklı çocuklar kapı görevini üstlenen kumaş parçalarının arasından onlara bakıyor, avurtları çökmüş insanlar dar kanallarda elden çıkarılmış konteynerlerden bozma kanolarının küreklerini çekiyordu.
Burada yaşayan insanlar Rosie’den bile daha fakirdi ama burun farkıyla, diye düşündü. Burun farkıyla.
Juli tekneyi sola çevirip bir kanonun geçmesine izin verdi. “Nerede inmek istersin?”
“Burada.” Rosie bir deniz yosunu satıcısının dükkân kurduğu iskeleyi işaret etti. Juli tekneyi kanalda çevirip o tarafa döndü.
Kıyıya yanaştıklarında güneş iyice alçalmış, gökyüzü pembe bir renk almıştı. Juli üstlerini örten baloncuğu kaldırdı ve burunlarına dolan leş gibi koku karşısında yüzünü buruşturdu.
“Bu da ne?” dedi elini burnuna kapatırken.
“Kuruyan deniz yosunu,” dedi Rosie sadece ağzından nefes almaya çalışarak. Kıyı için alışılmadık bir koku değildi, “içinde protein olan bir geno cinsi,” dedi. “Burada bunu satıyorlar.”
“Hatırlat da annemlere buradan bir şeyler yememelerini söyleyeyim,” dedi Juli. “Hey, kutu sende, değil mi?” Rosie başını evet der gibi sallayınca, “Yarın gelip bizde açmak ister misin?” diye sordu.
Rosie tereddüt etti, içinde ne olduğunu kendi başına öğrenmek istiyordu ama nasıl hayır diyebilirdi ki?
“Tabii. Yarın sabah babam işe gittikten sonra gelirim. Olur mu?”
“Müthiş süper olur!” Juli gülümsedi. “Doğu Merkez’de, Darling Grove, numara altıda oturuyorum. Güvenlik ekranına soyadımı girmen yeterli.”
“Tamam.” Rosie kıyıya çıktı.
“Bekle.” Juli cebinden mavi plastik bir disk çıkardı. “Bunu al, mekiğe para vermen gerekmez.”
Bu, şehrin bütün ulaşım ağında geçerli bir jetondu ve mavi olması bir ay boyunca geçerli olduğu anlamına geliyordu. Jetonlar pahalıydı. Babasının alamayacağı kadar pahalı. “Sorun değil, para verebilirim.”
“İnat etme, Rosie, al şunu.” Rosie jetonu eline aldı. “Annem sorarsa kaybettim derim. Haydi, git.”
Rosie jetonu istemeyerek aldı ve cebine koydu. “Teşekkürler.” Juli gülümsedi. “Babandan önce evde olmak istiyorsan, acele etsen iyi olur.”
“Evet. Yarın görüşürüz.”
“Hoşça kal.” Juli tekneyi geri geri çıkarmaya başlamıştı ve Rosie bir an durup ona baktı ve tekneye geri atlama isteğiyle doldu. Çok geç olduğunu biliyordu. Babası eve ondan Önce gelecekti ve ne kadar gecikirse, durum o kadar kötüleşecekti. Juli’ye son bir kez daha el salladıktan sonra çantasının askılarını sıkıca tuttu ve kutunun sırtına çarptığını hissederek mendirekten yukarı koştu.
Bölüm 3
Eve vardığında hava çoktan kararmıştı. Rosie kapıyı dikkatle açtı. Hiç ışık yoktu. Yandaki evden donuk bas bir müzik sesi geliyor, apartmandaki diğer dairelerden akşam yemeğine hazırlanan ailelerin sesleri yankılanıyordu. Kapılar çarpılıyor, çocuklar bağırıyordu ama Rosie’nin evi sessizdi.
İçeri girip kapıyı kapadı ve ışık panosuna dokundu. Sarı loş bir ışık, bir vızıltı eşliğinde titreyerek yandı.
Babası kanepede oturuyordu, ince yapılı vücudu öne eğik, gözleri eski fotoğraf albümlerine dikiliydi. Dijital görüntülerden yüzüne ürkütücü, mavi bir ışık vuruyordu.
“Baba?” Rosie’nin sesi cılız ve titrek çıktı. Babası onu duymamış gibiydi. “Baba, ben geldim.”
Babası çok uzak bir yerden dönüyormuş gibi bir ifadeyle kafasını kaldırdı ama sonra bakışları odaklandı ve kanepeden kalkıp ellerini öne uzatarak kızına doğru yürüdü.
“Rosie, nerelerdeydin?”
Babası kolunu tutunca Rosie elinde olmadan geri çekildi.
“Hiçbir yerde, bir arkadaşımla dışarıdaydım. Okul tatil, hatırlıyor musun?”
“Tatil mi?” Babası kaşlarını çattı. Gözlerinin etrafında koyu renk halkalar vardı ve Rosie babasının nefesinde ekşi bir koku duydu. “Ama Rosie, saat geç oldu… Nerede olduğunu bilmiyordum. Başına bir şey gelebilirdi.”
“Hiçbir şey olmadı, baba, iyiyim.”
Babası ona sımsıkı sarılıp yüzünü gömleğinin kaba kumaşına bastırdı. “Dışarıda insanlar var, kötü insanlar… Ya sana bir şey olsaydı? Ne yapardım? Mutlaka… mutlaka…” Her kelimede Rosie’yi biraz daha fazla sıkıyordu. “… eve daha erken dönmelisin.”
“Evet, tamam.” Babası nefes almasını güçleştiriyordu. Rosie onu itip odasına doğru yürüdü.
“Rosie…” Yalvaran sesi Rosie’nin yorgun ve bomboş hissetmesine neden oldu ama arkasına dönmedi.
“Birazdan gelirim, baba.” Açık albümde annesinin görüntülerini görmemek için çaba harcayarak odasına doğru yürümeyi sürdürdü.
“Rosie…”
Bunu hep yapmak zorunda mıydı? Rosie odasının kapısını itti ve arkasından çarparak kapadı. Sırt çantasını çıkardı ve sırtını kapıya yaslayıp yere kadar kayarak indi.
Göğsü sıkışıyordu. Bir süre gözlerini kirli halıdan ayırmadan oturdu. Odası o kadar küçüktü ki ayakları karyolasının bacaklarına değiyordu. Zemindeki kum zerreleri avuçlarına yapıştı. İçerisi sıcak ve boğucuydu; uzun kollu tişörtünü çıkarıp fanilasıyla kaldı.
Babasının ayak seslerini duydu; kanepenin yaylarının gıcırtısı ve sessizlik. Yine albüme bakıyordu. Rosie avuçlarının alt kısmını yaşaran gözlerine bastırdı. Ağlamanın bir yararı yok, Rosie Black. Canı sıkıldığı zaman sıkça olduğu gibi, annesinin sesi yine zihnindeydi. Gözyaşları hiçbir şeyi çözmez. İyi de, ne çözerdi ki? Fotoğraflara bakmak da insanları geri getirmiyordu ki.
Rosie annesini ağlarken hiç görmemişti. MalX ondan bir sürü şeyi alıp götürdükten sonra bile. Annesi eski halinin solgun bir hayaletine dönüşmüştü. Gözleri dışında. Rosie son ana kadar gözlerinde onu görebilmişti. MalX’in en acımasız yanı buydu: Bedeni tüketiyordu ama zihin sapasağlam duruyordu. Tabii cortivide, acıyı zihinden ayırabilen ilaca, paranız yetmiyorsa. Ama onların cortivid için yeterli kredisi yoktu.
Kendi kendine, başka bir şeye konsantre ol, dedi. Kutuyu çantasından çıkarıp kucağına koydu ve parmaklarını kapağın üstündeki desende ve yarım güneşten çıkan çizgilerin üstünde dolaştırdı. Bu deseni daha önce nerede görmüştü? Ayağa kalktı, yatağının üstündeki raftan eski püskü bir okutucu alıp içindekiler listesini hızla taradı. İşte. Uzay Araştırmaları: Kozmik Şirketler. Kodu seçti ve bir saniye sonra Orbitcorp’un dönen amblemi, üstü ışıltılı bir uzay tozuyla çizili mavi bir gezegen, ekranda belirdi. Rosie, Orbitcorp’un sahibi olduğu bütün firmaları taradı: Geogalactic Rovers, Mardan Gear Inc., Southern Skies Robotics ve daha pek çoğu. Ama hiçbirinin amblemi kutunun üstündeki desene benzemiyordu.
Midesi gurulduyordu ama aldırmadı. Bir şeyler yemesi, babasıyla yeniden karşı karşıya gelmesi demekti. Bekleyecekti. Belki babası birazdan yorgun düşerdi; o zaman çıkıp pilav ya da onun gibi bir şey yapabilirdi. Bir an, gözünün önünde annesinin, Rosie’ninkilere çok benzeyen, tepede toplanmış, yanlardan birkaç dağınık buklenin döküldüğü uzun kahverengi saçlarıyla mutfakta eskiden olduğu gibi akşam yemeği hazırlarken kendi kendine şarkı mırıldanan görüntüsü canlandı. Annesi onlara haftada bir ya da iki kez sebze bulmayı her zaman başarırdı.
Hayır, bunu düşünme.
Rosie tekrar kutuya baktı. Neydi bu logo? Parmaklarını kapağa vurdu. Belki de Essie halanın bir yardımı dokunurdu. Elini yatakla duvar arasındaki gizli saklama yerine soktu ve halasının ona verdiği avuç büyüklüğündeki komu çıkardı.
Halasının kodunu tuşlayınca küçük ekran aydınlandı.
Essie hala babasının en küçük kız kardeşiydi. Kısacık kesilmiş dimdik saçları vardı, daracık pantolonlar giyer ve bol bol küfrederdi. Sık sık ziyarete gelmezdi; sadece doğum günleri ve arada bazı hafta sonlarında. Ama Rosie’nin Merkez’deki okulunun ücretini ödüyordu ve annesinin ölümünden kısa süre sonra bu aygıtı ona vermişti. Ne zaman ihtiyaç duyarsan beni ara demişti. Rosie günün birinde ona karşılığını ödeyebilmeyi umuyordu.
Rosie kulağını babasından ayırmadan aygıtı sessize aldı ve sinyalin iletildiğini haber veren üçgenin ekranda zıplamasını seyretti.
Üçgen önce bir yıldıza ardından da dönen gezegen görüntülerine dönüştü. Ekranda bir sıra yazı belirdi.
“Hey, nasılsın?
Rosie gülümsedi. Essie hala uzay istasyonunda olmalıydı. Evde olsaydı onu görebilirdi.
Selam, yazdı Rosie. Uzayda mısın?
Evet? Ne oldu? İyi misin?
Rosie ona babasından ve albümden bahsetmeyi düşündü ama sonra vazgeçti.
İyiyim ama bir sorum var. Sen bana yardım edebilirsin.
Erkek arkadaş sorunu mu?
Mümkünmüş gibi. Rosie sınıfındaki en popüler oğlanı bir uçuş simülatöründe yendiğinden beri, diğerlerinin çoğu ona bir Vahşi gibi davranıyor ve onu dışlıyordu. Görünüşe bakılırsa kızların oğlanlardan daha iyi pilotlar olmaması gerekiyordu.
Sadece üstünde çalıştığım bir proje, yazdı.
Tatilde de mi?
Rosie, Oyalanmak için yaptığım bir şey, diye uydurdu. Gelecekte faydası olur diye yıldızlararası seyahat firmalarını falan inceliyorum. Eve ne zaman döneceksin? Araştırma dosyalarına göz atabilir miyim?
Elbette. Henüz Akademi’de bile değilsin ve şimdiden iş arıyorsun!
Rosie gülümsedi. Teşekkürler, yazdı. Ne zaman döneceksin?
Salı günü YT. Orbitcorp’ta 09.00da buluşalım. Gece kalabilirsin. Ben babanı hallederim.
Rosie YT kısaltmasını yeryüzü tarafı diye çözdü. Salı’ya iki gün vardı. Belki de biraz erken gidip uzay aracının inişini görebilirdi. Daha önce iki kez görmüştü ama hiç bıkmıyordu. Tam OK yazmak üzereyken, kapısı usulca tıklatıldı.
“Rosie?” Babası ince bariyerin arkasından seslendi. “Yemek hazırladım. Gel, soğumadan al.”
Rosie şaşkınlıktan donakaldı. Babası pek yemek yapmazdı. Bu iyi bir şey de olabilirdi acı verici de.
“Şey, hemen geliyorum.” Yazmayı bitirip aygıtı kapadı ve kutuyla birlikte yatakla duvar arasındaki boşluğa sakladı. Babası akşam yemeği hazırladığı son seferde, yemeğin yarısında dağılmıştı. Rosie’nin onlar için bulmayı başardığı birkaç sebzenin görüntüsü onu yıkmıştı. Babasını ağlarken görmek berbat bir şeydi.
Rosie yatağından kalktı. Saçlarını düzeltip kapıyı açtı. Babası kapıda dikilmiyordu. Masayı hazırlıyordu. Orada dumanı tüten bir kâse duruyordu. Tabaklara pilav koyarken durup ona bakınca Rosie babasının yüzünü yıkadığını ve saçlarını fırçaladığını, hatta tıraş olduğunu fark etti.
“En sevdiğin,” dedi babası. “Soya fasulyesi.”
Rosie masaya gidip oturdu. “Güzel kokuyor.” Bu her gün yaptıkları normal bir şeymiş gibi doğal ve rahat görünmeye çalışıyordu.
Babası minik, kırılgan bir gülümsemeyle karşısına oturdu. Rosie ucuz tıraş losyonunun kokusunu aldı. Göğsüne bir yumru oturdu ve hazırlıklı olmadığı bir anı canlanırken, yumru hızla gırtlağından yukarı tırmandı. Babasının eski hali böyleydi. Gülüşünün unutulmuş sesi. Rosie kucağında duran ellerini sıktı.
“Hatta biraz havuç bile buldum,” dedi babası. “İş yerinden biri değiş tokuş…” Kızının yüzünü görünce cümlesi yarıda kaldı. “Her neyse, alsana biraz. Kötü değil, sanırım.”
Rosie tabağına biraz fasulye aldı.
“Bugün bir şey yaptın mı?” dedi babası. “Bir yere gittin mi?”
“Şey, bilirsin işte, bir arkadaşla dışarıya çıktık.”
“Bir arkadaş?”
“Evet, okuldan, Juli.”
“Harika. Bu harika.” Sesi fazla neşeliydi. “Yarın da çıkacak mısın?”
Rosie gırtlağındaki yumrunun büyüdüğünü hissetti ve ağız dolusu fasulyeyi güçlükle yuttu. “Juli’nin evine gideceğim.”
“Harika.” Babası başını salladı ve kaşığını kâsesinin içinde dolaştırdı. “Nerede oturuyor?”
“Doğu Merkez’de.”
Babası kaşını kaldırdı. “Şehir dışına gidiyorsun demek?” Sesi hâlâ neşeliydi ama kaşığını bırakırken eli titredi.
“Hı-hı.” Rosie iştahının kaçtığını hissetti. Babası kendini fazla zorluyordu ve onu izlemek içini acıtıyordu. Hayatlarındaki eksik insanın boşluğu aralarında asla dağılmayan bir duman gibi asılı duruyordu. Rosie ne diyeceğini bilemeyerek derin bir nefes aldı. “Baba…”
“Rosie.” Babası ondan önce davrandı. “Biraz önce olanlar için üzgünüm. Ben… kötü bir an geçiriyordum.” Hafifçe öne eğildi. ”Ama şimdi iyiyim. Şey, ben… bak, çok zor. Annen…” Durdu. ”Ben çaba harcıyorum, sadece…”
“Biliyorum, baba,” dedi Rosie hızla. “Sorun yok.”
“Hayır, hayır, var.” Babası o kadar üzgün görünüyordu ki Rosie’nin göğsündeki yumru büyüdü. “Çok üzgünüm,” dedi. ”Ben… çok iyi durumda olmadığımı biliyorum ve… ikimiz için de daha iyi olmalıyım. O olsa…” Dudakları büzüldü ve başını salladı. “Daha iyi olacağım, canım.” Eliyle masadaki bir şeyi silkeler gibi bir hareket yaptı. “Adım adım, ha?” Anlaması için ona yalvarıyordu. Rosie başını salladı ve gülümsemeye çalıştı.
***
Pip sırtını duvara yasladı ve “patron” dediği adamı izledi. Merkez tiplerinden hoşlanmazdı; hele bu temiz sabun kokulu ve üstünlük taslayan bakışlı adamdan hiç hoşlanmıyordu. Ona ne kadar vahşi bir Vahşi olduğunu çok fazla hatırlatıyordu. Seçme şansı olsaydı, burada olmazdı ama seçme şansı diye bir şey yoktu.
Kirli elini uzattı. “Benim için bir şeyin var mı, patron? Bütün hafta şehrin etrafında keşifteydim.”
“Ve bana hiçbir şey getirmedin.”
“Getiremedim, patron, gözetlenecek bir şey yoktu. Senato bu hafta sakindi. Radarda en ufak bir kıpırtı yoktu, anlarsın ya.”
“Her zaman bir şey vardır.” Adam sokağa hızlı bir bakış attı.
Pip ona bakarak bekledi. Çoğu onlara “patron” demesinden, önemli hissetmelerini sağlamasından hoşlanırdı. Acınası çöplüklerin acınası horozları. Ama bu adam onlardan değildi. Sistemin dışındaydı, sistem onun varlığından bile habersiz olmalıydı. Ona hiçbir şey denmesini istemiyordu. İsim yok, iz yok. Pip adamın ona verdiği ismin bile sahte olduğundan şüpheleniyordu: Riley.
“Merkez’in etrafını gözetleyebilirim,” dedi. “Senato ağım hackleyebilir… “
“Hacklemek mi?” Riley gözlerini kıstı. “Nasıl? Gerekli teknolojiyi nereden elde ettin?”
Aptal! Kafasını duvara vursa yeriydi. Daha akıllı ol. “Çaldım.” Kollarını göğsünde kavuşturup rahat görünmeye çalıştı. “Bu konuda üstüme yok.”
“Sandığın kadar iyi değilsin.”
Adamın bakışları biraz gevşedi ve Pip rahatsızlığını sakladı. Ayak bileklerindeki ısırıklar kaşındı ama kaşıma isteğine direndi.
“Bugün bir şey çaldım. Eski Şehrin etrafında takılan iki kızdan, bir çanta.”
Riley bir anda kulak kesildi. “Bunu neden daha önce söylemedin?”
Pip omuz silkti. “Kızsal ıvır zıvırdan başka bir şey yoktu. Ama onlarda bir şey daha vardı. Orada bulduklarını tahmin ettiğim bir şey.”
“Neydi o?”
“Emin değilim.” Riley’nin bu kadar ilgilenmesi Pip’in merakını uyandırmıştı. “Sadece bir an görebildim. Belki bir kutudur. Emin olamadım.”
“Ellerinden almalıydın.”
“Başımıza değmeyecek bir bela açabilirdi,” dedi Pip. “Kız kutu onda değilmiş gibi davrandı ve vermeye pek hevesli değildi. Ve kızlara sert davranmaktan hoşlanmıyorum.”
Riley bir süre sessiz kalıp düşündü. “Önemli bir şey olmayabilir ama yine de ne olduğunu öğrenmeliyiz. Çantada herhangi bir şey bulabildin mi? Kimlik, adres falan?”
“Hayır ama bir tekneleri vardı. Baktım ama almadım çünkü elden çıkarmak sorun olabilirdi ama iskele numarasını hatırlıyorum.” Manidar gözlerle Riley’nin ceplerine baktı.
Riley hiçbir şey demedi ve tam Pip her şeyi mahvettiğini düşünmeye başlarken, cebinden yüz dolarlık bir kredi banknotu çıkarıp ona uzattı. “Pekâlâ, nedir?” Pip krediyi cebine attı ve ona kimlik numarasını verip Riley’nin komundan kontrol etmesini bekledi.
“Doğu yakasından bir aile,” dedi. “Darling Grove’dan.”
“O tarafa yönelmemi ister misin?”
“Evet. Sana verdiğim kom yanında mı?”
Pip aygıtı arka cebinden çıkarıp ona gösterdi.
“İyi,” dedi Riley. “Adresi gönderirim, yarın gidersin. Sonraki talimatlarla ilgili sana ulaşabilmem için komünü açık tut.”
“Endişelenme, patron. Yarın haberleşiriz.”
Pip adamın gitmesinin ardından sokak arasında iki dakika daha bekleyip öyle çıktı. Binalara yakın ve oyun merkezleri ile barlara girip çıkan kalabalıklara uzak durmaya dikkat ederek suyun kıyısına indi. Bu gece her zamankinden daha kalabalıktı. Çetelerden biri hem bar hem genelev olarak faaliyet gösteren bir mekânda parti veriyordu ve bütün özentiler kendilerini göstermek için sokağa dökülmüştü. Bu akşam boy gösteren pek çok erkek ve kadın hareketli holo dövmeler ile aşırı şişirilmiş kaslarla gösteriş yapıyordu. Pip onlardan uzak duruyordu. Kazara çarpışmak bile bu insanları gösteriş havasına sokardı ve bir araba dayak yemesine neden olurdu.
O kızlar hakkında daha fazla bilgi edinmek için yarına kadar beklemeyecekti. Pip’in kendine göre yöntemleri ve ona yardım edebilecek tanıdıkları vardı. Ve kutuyu saklayan kızın neye benzediğini çok net hatırlıyordu. Şebeke’ye başvurup ne bulabileceğine bakabilir, hatta kızın izini sürebilirdi. Patronla bir dahaki konuşmasından önce olabildiğince fazla bilgi edinmek istiyordu. Hiçbir şey kârlı bir ilişkiyi gereksiz bilgiden daha çabuk öldüremezdi ve bu işten beklentisi ekstra krediyi cebe indirmekle sınırlı değildi. Sonsuza dek bir Vahşi olarak kalmak yaşam planının parçası değildi.
İnsan trafiğinin arasında bir boşluk yakalayıp yolun karşısına geçti ve biyobisikletlerle, modifiyeli ulaşım araçlarının arasından geçip mekik durağına doğru yürüdü.
Bölüm 4
Rosie kucağında içinde kutunun durduğu çantasıyla mekikteki diğer herkese en uzak koltuğa oturdu. Hava serin ama ağırdı ve mekik, yolların üstünde asılı duran raylarında alçak bir homurtu eşliğinde ilerliyordu. Kimse konuşmuyordu. Kıyı’nın tıklım tıklım apartmanları yerini Merkez’in daha geniş sokaklarına bırakırken, Rosie pencereden dışarıya bakıyordu.
Önceki gece çok fazla uyumamıştı ve gözlerinde bir kuruluk ve kaşıntı hissediyordu. Kâbuslar. Hâlâ sık sık görüyordu. Dün geceki kâbus özellikle kötüydü. MalX hastalığı yüzünden kıpkırmızı bir döküntüyle kaplı derisi kabuk kabuk soyulan annesi ona ellerini uzatıyor ve eziyetinin son bulması için ağlayarak yardım istiyordu. Bu kez babası da rüyasına girmişti. Hastalık ona da bulaşmıştı. Rosie annesine yardım etmek için babasının elinden kurtulmaya çalışırken, gri ve kırmızı derisi ona sürtündükçe soyulan babası onu yatağa bastırıyordu. Rosie ağlayarak ve bitkin bir halde uyanmıştı.
Gözlerini ovalayarak önlerinden geçtikleri güzel oymalı çatılı apartmana baktı. MalX sadece annesini almamıştı, babasını da alıp götürmüştü. En azından eski halinden eser bırakmamıştı. Rosie bazen babasına baktığı zaman, içeride hiçbir şey kalmamış ve babası sadece irade gücüyle ayakta kalıyormuş gibi, gözlerinin ardında bir boşluk gördüğünü sanıyordu.
Ellerini çantasının etrafında kavuşturdu. Kahrolası MalX, neden tedavisi yoktu sanki? Hastalık Güney Asya Ülkeleri’ne yayılmaya ilk başladığında Birleşmiş Yeryüzü Komisyonu neden bir şeyler yapmamıştı? Tek yaptıkları sivrisinek üreyen bölgeleri ilaçlamak olmuştu; sanki gerçekten bir faydası varmış gibi. Rosie Ekvator yakınında bazı yerlerin boşaltıldığını duymuştu ve şimdi hastalık Amerikan Cumhuriyetindeki bazı bölgelere kadar ulaşmıştı.
Bir sonraki durak: Doğu Merkez. Hoparlörden hoş bir kadın sesi yükseldi. Lütfen burada Doğu Merkez için ışığa basın.
Mekik bir ofis binasının koyu renk sırlı pencerelerinin önünden hızla geçip istasyona girdi ve geniş bir platformun yanında sarsıntıyla durmadan önce hafif bir homurtu çıkardı. Rosie çantasını omzuna astı ve diğer yolcularla birlikte mekikten indi.
Doğu Merkez istasyonu şehrin ana aktarma noktalarından biriydi. Kiminde mekiklerin beklediği, birbirinin tıpatıp aynısı peronlar uzun bir sıra halinde yan yana dizilmişti. Onların ötesinde dükkânların, oyun pavyonlarının, elektronik bilet gişelerinin insanlarla dolu bekleme alanlarının olduğu kocaman bir mağarayı andıran bir yer vardı.
Birçok sesin birbirine karıştığı uğultu, yüksek duvarlarda yankılanıyor ve Rosie diğer yolcuları takip ederken yanından takım elbiseli kadın ve erkekler geçiyordu. Anneler çocuklarını çekiştirirken, iyi giyimli küçük gruplar sessizce konuşuyorlardı. Çoğu Rosie’yle ve Kıyı’dan geldiği belli olan diğerleriyle aralarındaki mesafeyi korumaya dikkat ediyordu.
Rosie buraya uygun değildi. Eski giysileri ve fazla yanık teni, Merkez’de yaşamanın doğal bir parçası olan UV korumasını karşılayacak maddi gücünün olmamasının bariz işaretleriydi.
Başı dik, omuzları karıncalanarak hızlı adımlarla yürüdü ve çift kanatlı, sallanan kapılardan geçip dışarı çıktı.
Bulutsuz gökyüzü masmavi ve hava, dudaklarındaki nemi daha yaladığı anda emecek kadar kuruydu. İstasyonun gölgesinde bile sıcaklığın fiziksel varlığını ciğerlerine girip çıkan sıcak buhardan hissedebiliyordu.
Doğu Merkez, Newperth’e bakan alçak tepeler üstüne kurulmuş bir yerleşim bölgesiydi. İstasyonun çevresi beyaz kabuklu birkaç okaliptüs ağacıyla ve büyük gri kaya parçalarıyla çevriliydi. Seyrek ağaçların ve güneşte kavrulmuş toprağın ötesinde istasyona doğru kıvrılarak inen ve bölgenin devasa güneş enerjisi deposunun yanındaki bir çıkmazla son bulan dar bir sokaktan ulaşılan bir lojman sistemi uzanıyordu.
Ortalık lojmanlara çıkmak için yolcu bekleyen hava otobüsünün uğultusu dışında genelde sessizdi. Günün bu saatinde nüfusun büyük çoğunluğu şehirde iş başında olurdu. Rosie dudaklarına bir miktar merhem sürerek otobüse yaklaştı. Hava-otobüsü yapay zekâ işletimliydi ve Rosie yanına gidince iki yana açılan kapılardan serin bir hava dalgası esti.
“Varış noktası?” diye sordu otomatik bir ses.
“Şey, Darling Grove,” dedi Rosie.
“ikamet sahibinin kimlik numarası, lütfen.”
Rosie tereddüt etti. “Misafirim.”
Yapay zekânın birkaç saniye süren sessizliğinin ardından kapının üstündeki görünmez bir detektör kısa süren mavi bir ışıkla Rosie’nin yüzünü taradı.
“Lütfen, oturun. Yolculuk süresi dört dakika, otuz altı saniye.”
Görünüşe bakılırsa makine onu bir tehdit olarak görmemişti. Rosie yumurtayı andıran hava otobüsünün sekiz koltuğundan birine oturdu. Otobüs aniden harekete geçip lojmanlara çıkan yola saparken yumuşak bir vızıltı duyuldu. Tepede küt burunlu bir arabanın yanından geçip sağa saptılar ve ağaçlık ve kayalık bir alanın içinden geçen uzun ve dar bir şeride girdiler. Darling Grove binasının yüksek duvarı yolun sonundaydı ve otobüs Rosie’yi ters bir “varış noktası” uyarısı ve alçak bir zil sesi eşliğinde indirdi.
Rosie klavyeye Juli’nin soyadı Shen’i ve daire numarasını girerken, etrafta kimse yoktu.
Bir süre sonra ekranda Juli’nin siyah beyaz ve sırıtan görüntüsü belirdi.
“Merhaba.” Juli’nin sesi boşluktan gelir gibiydi. Rosie’ye el sallayıp gözden kayboldu. Büyük kapıda bir sinyal ötünce Rosie bir adım geri çekildi ve kapı bir klik sesinin ardından, Rosie’nin aradan ancak geçeceği kadar aralandı.
Karşısında, yapay görünecek kadar yeşil ağaçların ve bahçelerin arasından kıvrılan asfalt bir yol uzanıyordu. Yolun iki tarafına güneş alan yerlere boru şeklinde güneş lambaları yerleştirilmişti ve yaklaşık yüz metrede tepesinde bir kutu ve bir numara olan ve araç girişlerinin başlangıcını işaret eden kısa direkler vardı.
Rosie yüzündeki teri koluna silip Juli’lerin araç yoluna saptı. Arada bir öten bir kuş ya da bir böcek sesi dışında sessizdi ve asfaltın sıcağı ayakkabılarının ince tabanlarından içeri işliyordu.
Juli’yle tanışalı çok uzun zaman olmamıştı. Geçen yıl Rosie’nin, halasının onun için bulduğu Merkez okulunda ilk yılıydı. Orbitcorp Akademisi’ne girmek istiyorsa özgeçmişinde şık duracağını söylemişti. Ama Kıyı’da yaşayıp Merkez’de okula giden bir kız pek popüler olamazdı. Neredeyse hiç kimse onunla konuşmuyordu; çok kötü değildi, Rosie’nin hiçbir zaman çok arkadaşı olmamış ya da olmasını gerçekten istememişti. Son gerçek arkadaşı Kıyı’daki eski okulundan bir oğlandı ama o da Rosie’nin on dördüncü yaş gününden hemen sonra taşınmıştı. O günden beri, Rosie başka kimseyle arkadaş olmak istememişti; özellikle de küçük çocuklardan ya da çete özentilerinden başka kimsenin olmadığı apartmanlarından kimseyle. Juli de yenilerdendi ve dost canlısıydı. Diğer çocuklardan daha az aptal görünüyordu ve Rosie ile o en azından bazı ilgi alanlarını paylaşıyorlardı. Sonuçta Juli, Rosie’yle birlikte Eski Şehir’e gitmişti.
Rosie vardığında, Juli onu ön kapıda bekliyordu. Evi, diğerleri gibi geniş bir UV bariyerinin ve yine yeşil ağaçların gölgesiyle çevriliydi. Rosie ağaçların arasından özel bir enerji şebekesinin ışıltısını fark etti.
Kıyı’nın hepsi sadece bir şebekeden yararlanıyordu ve Rosie en son ne zaman elektrik kesintisi yaşamadan üst üste üç gün geçirdiklerini hatırlamıyordu. Juli’nin ailesinin hiç kesinti yaşamadığına bahse girebilirdi.
“Merhaba.” Juli’nin ayakları çıplaktı ve saçlarını atkuyruğu yapmıştı. “Gelsene, annem evde değil. Dondurma yiyebiliriz.”
Dondurma mı? Rosie hayatında toplam beş kez falan dondurma yemişti.
Juli’nin peşinden evin holüne girdi.
Juli’nin evi tek katlıydı ve merkez bir avlunun etrafına inşa edilmişti. Plastik ahşap parkeler, yüksek tavanlı geniş odalar ve esintiyi içeri alan tirizlerden yapılma sürgülü kapılar vardı.
Juli koridora açılan kapıyı itip mutfağın yolunu açarken, “Kutuyu getirdin mi?” diye sordu.
“Çantamda.” Mutfak tavanındaki pervanenin yaydığı serin hava yüzüne vurunca Rosie gözlerini kapadı.
“Nasıl istersin? Orman meyveli ve sütlü mü, çikolatalı mı?” Juli dondurucunun dağıtıcısının önündeydi.
“Çikolatalı.”
“Mükemmel bir seçim.” Juli seçimini yaptı ve birkaç saniye sonra paketli iki blok dolabın dağıtıcısının tepsisine düştü. Dondurmalardan birini Rosie’ye uzattı ve üç gürültülü bip sesiyle yerinden sıçradı.
“Juli!” Bir hoparlörden bir kadın sesi yükselirken soğutucu biriminin ekranında bir yüz belirdi. “Ben çıkar çıkmaz bunu yapacağını biliyordum. Merhaba, sen Rosie olmalısın.” Juli’nin annesinin bakışları kısa bir an Rosie’ye çevrildi.
“Merhaba,” dedi Rosie, çekinerek. Juli’nin annesi hiç hoşnut görünmüyordu.
“Haydi ama anne,” dedi Juli. “Sadece bir dondurma, üstelik tatildeyiz.”
Bayan Shen gözlerini kıstı. “Pekâlâ ama sadece bir tane. Öğle yemeği için sebzeli mee goreng[1] var. Onu mutlaka ye ve başka abur cubur yok!” Parmağını kızına doğru kaldırdı. “Yersen haberim olur.”
“Elbette, anne.” Juli gülümsedi.
“İyi. Saat iki gibi evde olurum ve dışarı çıkma, UV çok yüksek.”
Minik bir bip sesi duyuldu ve ekranda tropik bir ada resmi belirdi.
Juli, Rosie’ye dönüp gözlerini çevirdi. “Bunun için üzgünüm. Beni hâlâ beş yaşında sanıyor ve dondurucuyu komuna bağlıyor. Haydi, odama gidelim.”
Mutfağı ve gölgelik avluyu geçtiler. Juli’nin odası, Rosie’lerin dairesinin tamamı kadar büyüktü. Kocaman bir karyolası, bir giyinme odası ve sanal bir oyun sistemi ve duvara monte edilmiş devasa bir komnet ekranı vardı.
“Haydi.” Juli yatağın üstüne zıpladı ve ekranda müzik açtı. Odayı kıvrak bir flüt ezgisiyle tamamlanmış tekrarlı, sert bir ritim ve ışıltılı bir elbise içinde Çince şarkı söyleyen siyahi bir kadının holo görüntüsü kapladı.
“Ah, Çin-funk’tan nefret ediyorum.” Rosie bağdaş kurarak Juli’nin yanına oturdu ve kutuyu çıkarmak ve çantasını yere bırakmak için dondurmasını ağzında tuttu.
“Ben de.” Juli parmağını kontrol panelinin üstünde ileri geri kaydırdı. “Moko’ya ne dersin?”
“Fena değil.” Rosie kutuyu aldı ve kulağına tutup dikkatle çevirdi, “içinde kesinlikle bir şey var.”
Juli şarkıcının, odasının içinde dolaşan üç boyutlu görüntüsünden gözlerini ayıramıyordu. “Sence de acayip hoş, değil mi?” Rosie kafasını kaldırdı. “Fazla hoş.”
“Yok böyle bir şey,” diye homurdandı Juli. “Hey, kutunun üstündeki desenin ne olduğu konusunda bir fikrin var mı?”
“Hayır, ama halamdan kaynak dosyalarına bakmak için izin istedim. Döndüğü zaman bir şeyler bulabilirim.”
“Nereden döndüğü zaman?”
“Mars ya da uzay istasyonu. Emim değilim. Halam bir Orbitcorp pilotu.”
“Ciddi misin? Hiç bahsetmemiştin. Bu yüzden mi uçuş simülatöründe bu kadar iyisin?”
“Şey, evet, sanırım,” dedi Rosie.
“Hey,” Juli kıkırdadı. “Onu imha ettiğin zaman Reub’un suratının aldığı şekli hatırlıyor musun? Yemin ederim içeri doğru patlayacak sandım.”
Rosie gülümseyerek, onu yenmek eğlenceliydi, diye düşündü.
“Hak etmişti,” dedi Juli. “Tam bir çirkef.” Başını salladı ve bir süre ekrana baktıktan sonra, tekrar Rosie’ye döndü. “Halan da sizinle mi yaşıyor?”
“Ah, hayır.” Rosie kutunun üstündeki düğmeleri kurcalıyordu. “Merkez’de, Orbitcorp kompleksinde yaşıyor. Onu çok fazla görmeyiz.”
“Nasıl olur?”
Rosie iç geçirdi. “Şey… biraz karmaşık, bilirsin işte.”
“Tabii ya, aileler, değil mi?” dedi Juli. “Babanla iyi anlaşamıyorlar mı?”
“Hayır, şey…” Rosie duraksadı. “Annem ve halam, annem babamla evlenmeden önce yakın arkadaşmış ama annem Orbitcorp’a ve yaptıklarına karşıydı. Bilirsin işte, diğer gezegenlerin keşfi falan. Yeryüzü’nü yok ettiklerini ve aynısını evrenin geri kalanına da yaptıklarını söylerdi.”
“Babam da aynı. Onlardan nefret ediyor,” dedi Juli.
Rosie başını salladı ve, “Essie halam onlar için çalışmaya başlayınca büyük bir kavga ettiler ve sanırım babam da işin içine girdi ve…” dedi. Omuz silkti. “O zamandan beri çok fazla konuştuklarını sanmıyorum.”
“Kin mi tutuyorlar?” dedi Juli.
“Onun gibi bir şey. Ama annem şey olduğundan beri…” Kelimeleri telaffuz edemediği için derin bir nefes aldı.
“Halan yardımcı olmaya çalışıyor?” dedi Juli.
“Evet.” Rosie ona minik bir gülümsemeyle baktı. “Ama babam, şey, biraz dağılmış durumda. Halamın yaptıklarına sadaka diyor ve hoşlanmıyor. Essie hala onu okulun parasını ödemesine izin vermeye resmen mecbur bıraktı.”
“Ebeveynler,” dedi Juli. “Umarım ben hiçbir zaman bu kadar aptallaşmam.”
“Evet.”
Bir süre aralarında sadece müziğin kapladığı bir sessizlik oldu ve sonra Juli, “Haydi kutuyu açalım,” dedi.
“İyi fikir.” Rosie kutuyu kucağından alıp yan yatırdı.
“Düğmelerle açılıyor olmalı.” Düğmelerden birine bastı. “Bir tür kombinasyon olmalı.”
“Ama yüzlerce olabilir,” dedi Juli. “Önce neyi denememiz gerektiği konusunda bir fikrin var mı?”
“Bilmiyorum.” Rosie dondurmasının son parçasını yavaş yavaş emdi. “Basit kombinasyonları deneyebiliriz. İlkine bir kez, İkincisine iki kez basmak gibi mesela.”
Juli omzunu silkti. “Dene bakalım.”
Rosie ellerini şortuna sildikten sonra düğmelere basmaya başladı. Hiçbir şey olmadı.
“O kadar kolay olamazdı zaten.” Juli gülümsedi.
Onlara saatler kadar uzun gelen bir süre boyunca farklı kombinasyonlar denediler ama kutu hâlâ kapalıydı.
“Belki de zorlayarak açmalıyız. Sanırım babamın bir yerlerde aletleri vardı,” dedi Juli.
“Hayır.” Rosie sıkıntıyla dişlerini emdi. Kutuyu açmanın bir yolu olmalıydı. Bir kombinasyon daha denedi. İlk düğmeye bir kez, üçüncüye iki kez, dördüncüye bir kez ve İkinciye bir kez bastı. Yine bir şey olmadı.
Juli, “Aptal şey!” diye haykırdı ve elini kapağın üstündeki mühre vurdu.
Kutudan önce cılız bir uğultu, ardından bir klik sesi geldi ve kapak yanlardan hafifçe aralandı.
Birbirlerine bakıp sırıttılar. Sonra Rosie kapağı tamamen kaldırdı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıRosie Black Günlükleri - Yaratılış
- Sayfa Sayısı384
- YazarLara Morgan
- ISBN9786053437031
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölümsüz Kızlar ~ Kiran Millwood Hargrave
Ölümsüz Kızlar
Kiran Millwood Hargrave
On yedi yaşındaki Lil ve ikiz kız kardeşi Kizzy, bir Gezgin topluluğunda doğmuş ve büyümüşlerdi. Dünyaları ailelerinin ve arkadaşlarının sıcaklığıyla çevriliydi. Ta ki kaderlerini...
- Parfümün Dansı ~ Tom Robbins
Parfümün Dansı
Tom Robbins
‘Oyunculuk uçarılık değil, bilgeliktir’ diyerek çılgınlık derecesinde ‘oyuncul’ romanlar yazan Tom Robbins, bu romanda hayatımızı var eden en temel kavramlar hakkında düşünmeye ve insanın...
- Gazap Üzümleri ~ John Steinbeck
Gazap Üzümleri
John Steinbeck
John Steinbeck, Gazap Üzümleri’ni 1930’larda ABD’de yaşanan Büyük Göç’ün bir anlamda destanı olarak kaleme aldı. Genç yaşlı, kadın erkek, binlerce emekçinin verimli topraklara yolculuğunu...