Çember tamamlanacak. Onu kurtaracağını düşünerek verdiğim mühür onun laneti olacak. Uzun süre önce bensiz başlayıp beni içine çeken bu tarihi bitirme görevi bana düşecek.
“Sanırım sen, benim ya en büyük zaferim ya da en büyük hatam olacaksın. Zaman gösterecek.”
Eski cadı avcısı Elizabeth Grey, Harrow’un büyülerle korunan köylerinden birinde saklanıyor, Anglia Krallığı’nı zorla ele geçiren Lord Blackwell’in kellesi için biçtiği bedelden kaçmaya çalışıyordu. Karşı karşıya geldikleri son seferde Blackwell büyük bir yara almıştı ama güce olan tutkusu günbegün artıyordu. Kurallarına karşı gelenlerle karşılaşacağı bir savaş için hazırlanıyordu: Elizabeth ve onun yanında yer alan cadılar ile büyücüler.
Ona büyülü bir koruma ve iyileştirme gücü veren mührünü kaybeden Elizabeth’in gücü şimdi hem fiziksel hem de psikolojik olarak sınanıyordu. Savaş her zaman fedakârlık anlamına gelirdi ancak iyi ve kötü arasındaki çizgi gittikçe bulanıklaşırken Elizabeth, sevdiklerini kurtarmak için ne kadar ileri gitmesi gerektiğine karar vermeliydi.
“Seri için tatmin edici bir son; Cashore’un Yetenek ve Maas’ın Cam Şato’sunu sevenler için
mükemmel bir kitap… Kral Katili, sağlam ve eğlenceli bir hikâye.”
-Voya-
“Akıcı hikâyeleri sevenler, tarihi ve fantastik öğeler içeren bu kitaba bayılacak.
Hikâyede sıklıkla karşılaşacağınız hortlaklar, hayaletler, sihir ve doğaüstü yaratıklar,
aynı zamanda hem eğlenceli hem ürkütücü bir hal alacak.”
-School Library Connection-
“İyi bir fantastik seride olması gereken her şey var: kılıçlar, zehir, kara büyü ve ihanet.”
-April Tucholke, Derin Sularla Şeytan Arasında’nın yazarı-
***
YATAĞIN KENARINA OTURMUŞ BEKLİYORDUM; gelişini aylardır korkarak beklediğim gün gelip çatmıştı. Etrafa bakındım ama beni oyalayabilecek bir şey yoktu. Her şey bembeyazdı: beyaz duvarlar, beyaz perdeler, beyaz taştan bir şömine ve hatta yatak, gardırop ve aynalı şi-fonyerden oluşan mobilyalar bile hep beyazdı. Havarim kapalı olduğu günlerde bu renksizlik rahatlatıcıydı. Ama bugün gibi nadiren görülen güneşli kış günlerinde parlaklık insanın gözünü alıyordu.
Kapı hafifçe tıklatıldı.
“Gel,” diye seslendim.
Menteşelerinden gıcırdayarak açılan kapının ardında eşikte bekleyen John göründü. Kapının çerçevesine yaslanmış bir şekilde kaşlarını çatarak bir süre bana baktı.
“Hazır mısın?” diye sordu nihayet.
“Olmasam ne fark eder?”
John, yanıma oturmak için ihtiyatlı bir şekilde odaya girdi. Bugün iyi giyinmişti. Üzerinde dar mavi bir pantolon, ona uyumlu bir ceket ve nasıl olduysa kırışmamış beyaz bir gömlek vardı. Saçları kıvır kıvırdı ama dağınık değildi. Aslında birazdan gideceğimiz yere değil, bir parti veya balo benzeri şenlikli bir yere gidiyor gibi görünüyordu.
“Sıkıntı yaşamayacaksın,” dedi. “Yaşamayacağız. Ve seni zorla gönderirlerse de, şey,” gülümsedi ama gülümsemesi gözlerine pek yansımadı, “Iberia yılın bu zamanında bile güzeldir. Ne kadar eğleneceğiz düşünsene.”
Kafamı salladım; onun kendisini yaşanacakları hafife almaya zorlaması karşısında suçluluk hissediyordum. Konsey duruşması yapılacaktı. Suçlarımla yüzleşmek, Harrovv’a vatan hainliği suçlamasını cevaplamak için duruşmaya çıkacaktım.
Katılmak için ilk çağrılışım BlackvveH’in balosundan, John ve Peter’m beni evlerine getirmesinden sonraydı. Biz, BlackvveH’in tahtı ele geçirme, yakalanmasına bizzat yardım ettiğim cadı ve büyücüleri ordusuna katma planlarını öğrendikten sonraydı; John’a mürekkep siyahıyla kamıma zarifçe kazınmış XIII’ü, beni iyileştirip bana güç veren mühürümü verip ölümle burun buruna gelmiştim.
Ne o zaman bilincim yerindeydi ne de ikinci ve üçüncü kez çağrıldığımda. Gözlerimi bile açamadan altı kez çağrılmıştım; yardım almadan adım atabilmeye başladığımdaysa bu sayı on ikiyi bulmuştu. Nicholas onlara, hazır olduğumda onlarla görüşeceğimi söyleyerek bu davetlere son verdiğinde haftada bir veya iki kez gelir olmuşlardı.
İki ay sürdü.
İki ay boyunca bu duruşmanın gölgesi altında, bana
ne olacağını merak ederek yaşadım. Konseyin bana bir bedel ödetmeden burada yaşamama izin vermesi olası değildi. Onların suikastçısı olmam Peter’ın tahminiydi, ajanlık ise John’un. Benim tahminim sürgündü: Eşyalarımı toplamam için bir saat verilecek ve geri dönmemek üzere Harrovv’un sınırına kadar bana eşlik edilecekti.
“Eğer sürülürsem benimle gelmeyeceksin,” dedim. “Fifer, baban, hastaların… Onları bırakamazsın.”
John ayağa kalktı. “Bu meseleyi konuşmuştuk.”
Aslmda tüm konuşmayı John yapmıştı, ben sadece karşı çıkabilmiştim.
“Onları bırakmaya niyetim yok ama seni terk etmeyi de reddediyorum,” diyerek devam etti. “Neyse, zaten mesele o raddeye gelmez. Nicholas buna izin vermez.” Elimi tutup hafifçe sıktı. “Hadi, bitirelim şu işi.”
İsteksizce ayağa kalktım. Bugün ben de iyi giyimliydim, Fifer’m verdiği bir elbiseyi giymiştim. Üzerimde parıltılı ama donuk mavi ipek bir etek, dikişleri gümüş renkli iplikten ve beyaz incilerle süslü bir korse vardı. Sahip olduğum en güzel elbiseydi. Sahip olduğum tek elbiseydi. Fifer saçlarımı bile örmüştü. Omuzlarımdan aşağı özenle örülmüş bir ip gibi iniyorlardı. Saçlarım her zamanki gibi açık kalsm istemiştim ama Fifer ısrar etmişti.
“Saçın böyleyken on dördünde gibi görünüyorsun,” demişti. “Ne kadar küçük görünürsen o kadar masum görünürsün. Konsey bir çocuğu sürgüne gönderme konusunda iki kez düşünecektir.”
John uzanıp örgümden tuttu ve parmaklarını örgünün ucuna kadar üzerinde gezdirdi. Dokunuşunun ve bu kadar yakınımda durmasının verdiği his karşısında gözlerimi kapadım. Gözlerimi açtığımda beni dikkatle izlediğini gördüm. Benim de ona aynı şekilde baktığım belliydi.
Koridordan gelen boğaz temizleme sesi ânın büyüsünü bozdu. John yana çekildiği anda görmüş geçirmiş suratına kazınmış endişe ifadesiyle Peter kapıda belirdi. O da bugün John gibi normalde olduğu gibi gözükmüyordu. Siyah kıvırcık saçları özenle taranmış, sakalı kısaltılmıştı. Giysileri temiz, ütülü ve kolalıydı. Belinde asılı kabzası kıvrık, geniş ağızlı korsan kılıcı olmasa onu tanıyamayabilirdim.
İkimizi de hızlıca süzdü.
“Güzel güzel. İkiniz de iyi görünüyorsunuz. Olması gerektiği gibi ama fazla ciddi değil. Bakımlı ama abartılı süslü değil.” Yanımıza yaklaşan Peter konuşurken yüzümüzdeki ifadeleri inceliyordu. “Bence biraz daha endişeli görünmeyi deneyebilirsiniz. Kutlamayı sonraya saklayın ha?”
John’dan uzaklaştım ama onun tepkisi sadece gözlerini devirerek gülmek oldu.
“Yola çıksak iyi olur,” diye devam etti Peter. “Erkenden varmak işimize gelir çünkü orada ne tür bir kalabalıkla karşılaşacağımızı bilmiyoruz.”
Kalabalık kelimesini duyunca kamımda bir şeyler düğümlendi. Bu duruşmaya çağrıldığımdan beri korktuğum bir diğer şey de Harrovv halkıyla yüzleşmek, hikâyelerini dinlemek; benim ya da tanıdığım birinin nasıl da yakınlarından birini öldürdüğünü veya hayatlarını mahvettiğini öğrenmekti.
John aşağıda, Fifer’m bir diğer hediyesi olan mavi yünden ve tavşan kürkü işlemeli paltomu giymeme yardım etti. Böylece üçümüz birlikte yüzümüzü ısıran ve yanaklarımızı uyuşturan sert şubat rüzgârına kendimizi bırakarak kulübeden ayrıldık.
John ve Peter’m, eve bitişik ağıldaki devasa su değirmeninden dolayı Değirmenevi lakabını almış olan kulübesi, Kuzey Harrovv’daki YVhetstone köyünün hemen dışında, yanında yavaşça akan ırmağın dibindeki dar patikanın sonundaydı. Burası bugün de her zamanki gibi sessiz ve huzurluydu. Suyu hafifçe döven değirmenin sesi ve bize yemek için vaklayan yaban ördeklerinin bağ-rışları dışında bir ses yoktu.
Değirmenevi şirin, küçük bir yerdi. Bir zamanlar üç ayrı evken Peter’ın zamanla birleştirmesiyle tek bir ev haline gelmişti. Gelişigüzel görünüşünü hâlâ koruyordu: Öndeki ev alçak ve uzundu, kahverengi taştan yapılmıştı, eski mavi bir kapısı ve mavi çerçeveli pencereleri vardı. Ortadaki ev kırmızı tuğladan yapılmıştı ve evler içinde en yüksek olanı oydu. Ön cephesi, sıralı küçük pencerelerle ve tuğladan bir bacayla kaplıydı. Benim yatak odamın yer aldığı gerideki ev ise koyu gri tuğladan yapılmıştı, çatısı samandandı ve çevresi John’un şifalı bitkilerinin yer aldığı gür bahçeyle çevriliydi. John’un dediğine göre bahar geldiğinde bahçe yuva yapmaya ve yumurtlamaya gelen kuşlarla o kadar doluyordu ki sesten yaşanmaz hale geliyordu.
Daha önce birçok defa merak ettiğim şeyi düşündüm: Bahar geldiğinde burada olacak mıyım? Değirmenevi burada olacak mı? Ya da Harroıv?
Duruşmamn görüleceği Hatch End, Whetstone’dan bir saatlik yürüyüş mesafesindeydi. Peter, her konsey toplantısının konsey başkanının evinde yapılmasının gelenek olduğunu söylemişti. Konsey başkanı artık Nicholas değildi. Hastalığı görevlerini aksatmasına neden olduğu için başkanlığı Gareth Fish adında bir adam yürütüyordu. Onunla, Nicholas’ın evine ilk gittiğimde tanışmıştım. Uzun boylu, siyahlar içinde kadavra gibi görünen bir adamdı, toplantı notlarını tutuyordu. Peter onun adil, hatta biraz coşkulu olduğunu söylemiş; John ve Fifer ise bu konuda suskun kalmışlardı. Suskunlukları bana bilmem gereken her şeyi anlatmıştı.
Yolumuz, Harrovv’u oluşturan yerleşim yerlerini işaret eden, tek tük tabelaların olduğu eğimli ve çimenlik bir alandan geçiyordu: THEYDON BOIS, 5 KM. MUDC-HUTE, 27 KM. HATCH END, 6 KM. UPMINSTER, 100 KM yazılı tabelanın üstü karalanmıştı ve artık üzerinde Cehennem bu tarafta, yazıyordu.
Kış, göz alabildiğine her yerde hüküm sürmeye başlamıştı. Otlaklar ve ufuktaki tepeler kahverengiydi ve üzerleri erimemiş karla kaplıydı; ağaçlar çıplak ve cansızdı. Manzarada, bacalarından tüten dumanlarıyla beraber çiftlikler seçilebiliyordu. Yakınlarında toplanmış koyun, keçi ve at sürüleri ısıtmayan güneşin altında titriyordu. Huzurlu bir manzaraydı ama altında bir gerginlik saklıydı: Bu köy bir şeyleri bekliyordu.
“Nicholas, Fiferla beraber orada olacak zaten.” Peter’m sesi, soğuk sessizliği bozdu. “Schuyler’ın gelip gelmemesini tartıştık ama fazla riskli olacağına kanaat getirdik. Onun… havai geçmişiyle seninki kıyas konusu olsun istemiyoruz.”
Schuyler. Cansız ve ölümsüz ama hayal edilemeyecek bir kuvvete sahip bir hortlak. BlackvveH’in, Nicholas’ı öldürmeye çalışmakta kullandığı yazıtı kırmama yardım ederek Nicholas’ın hayatını kurtarmıştı. Bizi BlackvveH’in şatosundan çıkarıp Peter’m gemisine binmemize yardım ederek hepimizin hayatını kurtarmıştı. Ama tüm bu yaptıklarına rağmen hâlâ bir hırsız, yalancı ve gaddarın tekiydi. Peter’m tüm nezaketine rağmen aslında kastettiği şey Schuyler’ın geçmişinin vahşi, tahmin edilemez ve güvenilmez olduğuydu, tıpkı benimki gibi.
“George’a gelince/’ dedi Peter, “senin lehine bir kanıt olarak kaydedilmek üzere harika bir mektup yazmış.”
Blackvvell’in tahtı ele geçirmesini ve Malcolm’ın hapse atılmasını takip eden günlerde; Blackvvell, Anglia’nın sınırlarını kapatmadan önce, bir zamanlar kralın soytarısı kılığında gizlenen ajan George, Gaul’e giden bir gemiye binmişti. Blackvvell’in çok geçmeden Harrovv’a saldıracağını bildiğinden, onların kralıyla malzeme ve asker istemek üzere buluşacaktı. Burada, ona karşı durabilecek güce sahip birçok insan vardı ve Harrovv var olduğu sürece Blackvvell’e bir tehdit oluşturuyordu: Dengesiz bir tahtta oturan dengesiz bir kraldı Blackvvell.
“Tabii bir de Nicholas var.” diyerek devam etti Peter. “Politik olarak güçten düştüğü doğru olsa da bunca yaşanandan sonra,” elini tuhaf bir şekilde salladı ama beni kastettiği belliydi, “yaşlı Reformistler arasında hâlâ nüfuz sahibi. Konseyde, Blackvvell’in kalkışmasında Nicholas’ın da suç ortağı olduğunu savunanlar var. Eğer sana yardım etmek için, hayatının kurtulması için bu kadar çaba sarf etmese” somurtmakta olan John’a bir bakış attı, “onu bir şekilde durdurabileceğimize inananlar var.”
Bu düşünce o kadar absürttü ki neredeyse gülecektim.
“Blackvvell bunu yıllardır planlıyordu,” dedim. “Belki de on yıllardır. Kral ve kraliçeyi, ailemi, ülkenin yarısını öldüren o vebayı başlattığından beridir belki de.”
Peter yatıştırmak istercesine elini havaya kaldırdı ama ben devam ettim.
“Bilseniz bile durduramazdınız. Bunu, onun bir büyücü olduğunu öğrenmeden önce de söylerdim.” Tanıdığımı sandığım adamı düşündüm. Bir zamanlar engizisyon üyesi olan, hayatını büyüyü bulup yok etmeye adamış adamı. Hayatını gizlilik içinde planlar kurarak harcayan, sinsice bekleyen; kendine bir ordu kurmak için beni, Caleb’ı ve tüm cadı avcılarını, cadıları ve büyücüleri avlamakta kullanan adamı. Kralı, yani öz yeğenini tahttan indirerek ülkeyi ele geçiren adamı. “Blackvvell’i benim tanıdığım kadar iyi tanımıyorsunuz. Neler yapabileceğini bilmiyorsunuz.”
Yürümeyi kesmiştim; artık titremek yerine tüm bu tavşan kürkünün altında terliyordum. John hafifçe elimi sıktığında bağırdığımı fark ettim.
“Biliyorum,” dedi Peter. “Konseyin de bilmesi gerekiyor. BlackvveH’in ne yaptığını, yaptığı her şeyi bilmesi gerekiyor. Biraz şansımız varsa yapmayı planladığı şey hakkında da fikir ediniriz.”
Bu stratejiyi sayısız kere tartışmıştık. Nicholas beni sanık sandalyesine oturtup ona anlattığım şeyleri, daha önce kimseye anlatmadığım şeyleri anlatmamı istiyordu. Anlatmamı istediği şeyler eğitimim, nasıl bir cadı avcısı olduğum ve Caleb gibi şeylerdi.
Caleb.
Midem ne zaman onu düşünsem olduğu gibi sıkı ve acı veren bir düğüm halini aldı. Onu sık sık düşünüyordum da. Blackvvell’i öldürmek için kılıcımı kaldırış şeklim, Caleb’ın kendini onun önüne atışı, Blackvvell yerine Caleb’ı öldürüşüm aklıma geliyordu.
Yolundan çekilmemi istemişti, bunu artık biliyordum. Beni, gerçekleştirmek için çaresizce çırpındığı hırslarının önünde bir engel olarak görmüştü. Ancak bunu bilmek bile, ölümü üzerinden geçen iki aydan beri içimi kemiren suçluluk hissini hafifletmeye yetmemişti.
“…işte bu kadar,” diyerek lafını bitirdi Peter. “Tüm söylemen gereken bu. Bunu yüz kere konuştuğumuzun farkındayım ama hazırlıklı olmamız önemli.” Söylediği tek bir kelimeyi duymamış olmama rağmen başımla onayladım. Hiç duymuyordum zaten. Ne zaman bu konu hakkında konuşmaya başlasa aklım Caleb’a kayıyordu ve başka bir şey duymuyordum.
Yolun geri kalanını nispeten sessiz bir şekilde yürüdük. Ben konuşmak için fazla asabiydim, Peter fazla gergindi, John ise fazla endişeli. John, bir elini kıvırcık saçlarını düzleştirecek şekilde saçmda gezdirerek ve çatık kaşlanyla etrafı süzerek yanımda yürüyordu. Bu şekilde on dokuzunda değil de küçük bir oğlanmış gibi görünüyordu.
Önümdeki patika daralarak yolun kenarmda sıralanmış ağaçlarm arasından geçiyordu. Ağaçların gövdeleri yüksek ve yamuktu. Yapraksız dalları, kıvrılıp birbirlerine sarılan parmakları andırıyordu. Bu sık ağaç örtüsü, ayaklarımız altındaki toprağa aralıksız bir gölge düşürüyor ve uzağı görüşümüzü zorlaştırıyordu.
“Adımına dikkat et.” diyen Peter, yolu tıkayan yıkılmış bir ağacm gövdesini işaret etti. “Bu ağaçlar yazın çok güzeldir. Ama kışın ilk yağmuru düştükten sonra yarısı yıkılmış gibi görünüyor, çok si… Tanrının cezası bir durum.”
John’un heyecanlı iç çekişini duyunca yukarı bakıp onları gördüm. Yüzlerce, hatta belki binlerce insan Gareth’e giden yolda sıralanmıştı. Bir anlığına yçümüz de yerimizde çivilenmiş bir şekilde önümüzdeki insanların merakla, tiksintiyle veya öfkeyle değişmiş yüzlerine bakarak kalakaldık.
Yün pelerinlerimiz, şapkalarımız, atkılarımız ve eldivenlerimiz içinde titrerken kalabalığı ite kaka ilerledik. Hiçbirini tanımamama rağmen bana attıkları bakışı tanıyordum. Fazla kaliteli elbisemi ve paltomu gözleriyle tarayışları tanıdıktı. Fifer’m beni saygıdeğer ve masum biri gibi gösterme çabası en iyi ihtimalle sahte, en kötü ihtimalle hakaret gibi görünüyordu. Buraya ait değildim ve bunu biliyorlardı.
“Kaldır kafanı/’ diye fısıldadı Peter. “Yılgın duruyorsun. Daha da kötüsü suçlu duruyorsun.”
“Suçlu hissediyorum,” dedim. “Suçluyum.”
“Suçlu hissetmekle suçlu görünmek arasında büyük fark var,” dedi Peter. “Bak, Gareth ileride. Bizi içeri buyur edecek.”
Ucu bucağı görünmeyen insan seli, Gareth’ın evinin etrafını çeviren alçak duvarlarda son buluyordu. Etrafı kış sebebiyle alçak budanmış bir bahçeyle çevrili, kum rengi tuğlalardan yapılma iki katlı bir evdi. Bir tarafında üzeri kışa dayanıklı, koyu renkli ağaçlarla örtülü bir tepe, diğer tarafındaysa bir katedral vardı. Aynı renk tuğlalardan fakat evden ayrık inşa edilmiş bir katedraldi bu. Yüksek demirden bir çitle çevriliydi ve girişinde rastgele yerleştirilmiş gibi görünen, üzeri yosun tutmuş mezar taşlarıyla dolu bakımsız bir mezarlık vardı.
Ön tarafına kırmızı turuncu Reformist arması işlenmiş, siyah konsey cüppesi giymiş olan Gareth bize doğru yaklaştı. Hatırladığım gibi uzun boylu, solgun tenliydi; donuk mavi gözleri, tel çerçeveli gözlükleri ardında parlıyordu. Elini sırayla Peter’a ve John’a uzattı, onlar da hevessiz Bir şekilde sıktılar.
“Yolculuğu olaysız atlattığınızı varsayıyorum?” dedi Gareth.
“Buradayız, değil mi?” diye mırıldandı John.
Peter ona sert bir bakış atmasma rağmen John görmezden geldi.
“Olaysızdı,” diye yanıtladı Peter. “Tabii bunun nedeni bizim çabamız değil, şanstı sanırım. Tüm bu olayı gizli tutmak istediğinizi sanıyordum. Görünüşe göre kuzeydeki yerleşim yerlerinin yarısı gelmiş.”
Gareth yarım yamalak bir özrü andıran şekilde gülümsedi. “Harrow’da haberler çabuk yayılır, bunu siz de biliyorsunuz. Özellikle de bu büyüklükte haberler/’ dedi artık çevremizi kuşatmak üzere olan kalabalığa bakarak. Kalabalık sessizleşmişti, arkada kalanlar onun konuşmasını duyabilmek için kafalarını öne doğru uzatmıştı. “Çoğumuz Nicholas’ın hastalığını ilk kez duyduk. Onun sağlığı için endişelenmeleri normal. Popüler biri o/’ diyen Gareth’ın gülümsemesinde bir duraksama oldu. “Eminim buradaki birçok kişi, canını bağışladığı için Elizabeth’e minnettardır.”
“Canım bağışlamadı, kurtardı,” dedi çileden çıkmış John keskin bir sesle. Peter omzuna dokundu ama bunu da görmezden geldi. “Ve insanlar ona bu kadar minnettarsa niye bu duruşma yapılıyor?”
“Korkanm işler bu şekilde yürümüyor,” dedi Gareth ellerini iki yana açıp sanki konseye söz geçiremezmiş, konseyin başı kendisi değilmiş gibi. “Duruşmalara konsey karar verir, halk değil. Tabii ben halkın minnettarlığının da oylamada göz önünde bulundurulacağından eminim.”
Bana çevrilmiş bakışlardan hiçbirisinde minnet duygusuna rastlanmıyordu.
“Her neyse, konsey içeride toplanmış gelmenizi bekliyor. İçeri geçelim mi?” Gareth kendi evini değil bitişikteki katedrali işaret etti. “Bu türden bir kalabalıkla karşılaşınca duruşmayı oraya almak zorunda kaldık. Bir itirazınız olmadığını varsayıyorum?”
“Olsa bir şey fark eder miydi?” diye lafı yapıştırdı John.
“Ne itirazı,” dedi Peter neşeli bir ses tonuyla. “Buyurun, içeri geçelim.”
Gareth bize katedralin girişine giden kısa patikada eşlik ediyor, kalabalık ise hemen arkadan geliyordu.
Bahçe kapısını açıp içeri gelmemiz için elini salladıktan sonra siyah pelerinini bir fırtına bulutu gibi dalgalandırarak hızla ön kapıya doğru gitti. Peter kapıdan geçti ama ben tereddütle durdum, içime doğan kötü bir hisle hafifçe titriyordum. Etraftaki her şey bana Ravenscourt’u hatırlatıyordu. Kapılar oradaki gibi yüksek ve tehditkâr, kalabalık oradaki gibi kızgın, talepkâr ve protesto eder haldeydi. Ve katedralin tepesindeki kule, suçlar biçimde parmağını uzatan bir yargıcı, öbek öbek mezar taşı ise ceza vermeyi bekleyen bir jüriyi hatırlatıyordu.
“Hepsi yakında bitmiş olacak/’ diye fısıldadı John kulağıma, bir yandan da güven vermek istercesine elini sırtıma koydu.
Ona döndüğüm anda gördüm: Anlık bir hareket, karalar içinde bir adam. Ve okun yaydan fırlarken ahşabm çıkardığı tanıdık, çığlığa benzeyen sesi duydum.
Ok, John’un hemen yarımdaki adamın boynunu delmesiyle eş zamanlı olarak çığlığım sessizliği delip havaya yükseldi.
ADAMIN AĞZI, KORKUYLA KARIŞIK şokla birlikte kocaman açıldı. Gereğinden fazla doldurulmuş bir turp çuvalı gibi sert bir gümlemeyle yere düşmeden önce boynundaki yaradan fışkıran kan gömleğini karartmıştı bile.
Etrafımızdaki kalabalıktan feryatlar yükseldi. Önce bir, daha sonra bir tane daha ok havada vızıldayarak ilerledi. Bir adam yere düştü, sonra da bir kadın.
Peter, kınındaki kılıcını tek elle çekip öbür eliyle katedrali işaret etti. “Yürüyün! İçeri girin. İkiniz de. DerhalKoşarak yanımızdan geçip kapıdan çıktı ve kalabalığın içine girerek gözden kayboldu.
John kolumu bir mengene gibi kavradı ve itişip bağrışan kalabalığın arasından beni önümüzdeki patikaya itti. Katedral kapısını açtığında Fifer zümrüt yeşili bir elbisenin içinde solgun ve güzel bir şekilde eşikte bekliyordu. Saçı, yüzünden çekilip sıkı bir şekilde toplanmıştı.
“Neler oluyor?” diye sorarken sesindeki korku sezile-biliyordu. “Çığlıkları duydum…”
John, “Saldırı altındayız,” deyip beni kapıdan içeri itti. Sürüyle insan arkasına yığılmıştı. Onu itekliyor, aramıza giriyorlardı. Beni bıraktıktan sonra kapıdan çıkıp gözden kaybolmaya başlamıştı. “İçeride kal,” diye bağırdığını duydum. “Ne olursa olsun dışarı çıkma.”
“John!”
“Dışarı çıkma!” diye tekrar etti. Sesini duymama rağmen onu göremiyordum. Tekrar seslendim ama gitmişti. Kuyruğumda Fiferla katedralin arka duvarına yapışarak haç şeklinde inşa edilmiş yan kanada doğru ilerledim. İnsanlar kilisenin ana holünü, dua yerlerini doldurmuş bir şekilde itişip bağrışıyorlardı.
“Nicholas nerede?” diye bağırdım.
“Konseyin geri kalanıyla beraber,” diye bağırarak karşılık verdi Fifer. “Duruşmalardan önce mahzenlerde toplanıyorlar; siz henüz gelmediğiniz için yukarı çıkmamışlardı.”
Mezarlığa bakan, yüksek ve kıvrımlı bir pencerenin önünde durdum. Aralarmda John ve Peter’ın da olduğu yaklaşık bir düzine adam kapının dışında toplanmıştı. Peter, John’un eline bir kılıç tutuşturdu ve ben daha neler olup bittiğini anlayamadan, John’un silah tutmasını yadırgayamadan dağıldılar.
Tavşan kürkü paltomu çıkarıp yere bıraktım. Elbisemin dış eteğini kaldırıp astarını yırttım.
Fifer’m ağzı dehşetle açıldı. “Ne yapıyorsun?”
“Ne yapıyor gibi görünüyorum?” diye cevapladım kumaşı bir yana tekmelerken. “Yardım edeceğim.”
“Onu anladık,” diye patladı Fifer. “Demek istediğim, elbiseye ne yapıyorsun?”
Ona delici bir bakışla karşılık verdim.
“Dışarı çıkamazsın.” Yaklaşımı değişmişti. “Yaralanabilirsin.” Etrafa kaçamak bir bakış attı ama etrafımızdaki ezilen insanlar pek umursuyor gibi görünmüyordu. Umursasalar bile bu karmaşada bizi duyamazlardı. “Ölebilirsin.”
“İşte o yüzden silahlara ihtiyacım var,” dedim. “Buradaki bazı adamlar silahlı olmalı. Bir kılıç, ya da tercihen bıçaklar ama şu an her şey kabulüm.”
Fifer kaşlarını çatarak tereddüt etti. Nihayetinde ağır kadife eteğinin kenarından tutup kalabalığa daldı. Pencereye döndüm. Oklar hedefsizce havada uçuyordu; kim olduğunu göremediğim adamlara, ağaçlara, çalılara, mezar taşlarına saplanıyorlardı. İçeride ve dışarıda bağrış-malar vardı; hiçbir şeyi anlamlandıramıyordum. Birkaç saniye sonra Fifer arkamda belirdi. Beraberinde bir avuç gümüş kabzalı bıçak getirmişti. Hepsini teker teker kabzasından bana uzattı.
“İşini görürler mi bilmiyorum ama bunları çalmam gerekti, o yüzden yalandığım duymak istemiyorum.”
Bıçakların rahatlatıcı ağırlığını, metallerinin soğukluğunu hissettiğimde suratıma bir sırıtış yayıldı. Bir bıçak yardımıyla koparıp attığım etek astarımdan bir şerit kesip belimin etrafına bağlayarak bir kemer yaptım. Silahlarımın geri kalanını kemerime asıp pencerenin yanındaki kapıya ilerledim ve sürgüsünü açtım.
“Ben çıkınca tekrar kilitle,” dedim Fifer’a. “Kimseye de açma.”
“Aptalca bir şey yapma,” diye yanıtladı Fifer kapıyı kapatıp ağır sürgüyü yerine oturtmadan önce.
Önümde mezarlık ve katedrali çevreleyen çitler vardı. Onun devamında ise ağaçlar ve bir dizi kahverengi tepe yer alıyordu. Sağımda, aralarında Peter’ın da olduğu dövüşen ve bağrışan adamlar vardı. John’u göremiyordum ama dikkatimi başka iki kişi çekmişti. Siyahlar içindeki okçulardan olmayan, beyaz kış cüppeleri içinde göğüslerine saplanmış oklarla çimenlerde yüzüstü yatıyorlardı. Ölmüşlerdi.
Katedralin ön tarafma yöneldim. Henüz birkaç adım atmıştım ki bir ok ıslık çalarak yanımdan geçerek bir taştaki çatlağa saplanıp kaldı. Onu ardı sıra iki tanesi daha izledi. Düzenli bir sıra oluşturarak, yüzümden on beş santim kadar bile olmayan bir uzaklığa saplanıp kaldılar. Okçunun nişanında hata yoktu, bu bir uyarıydı. Kendimi yere attım. Çamur ve çimenlerin üzerinde sürünüp yosun tutmuş, ufalanmaya başlamış bir taş bloğun arkasında mevzilendim. Düşüncelerimi, bana bir mesaj niteliğinde, sıra halinde atılan oklar gibi sıraya koydum.
Öncelik okçuyu bulmaktı. Oklar yukarıdan gelip yere saplanmıştı; bu da okçunun ağaçlarda bir yerde olduğu anlamına geliyordu. Yapılacak ikinci şey okçuyu öldürmekti. Gözlerimi yukarıdaki gölgeli dallarda tutarak kemerimden bir bıçak çıkarıp bir mezar taşından diğerine koşmaya başladım. Bu, ona kendini göstermesi için bir davetiyeydi.
Neredesin? diye düşündüm.
Cevap bir başka ok şeklinde geldi. Bu seferki, mezar taşım kavramış olan elimin orta ve yüzük parmaklarımın arasım sıyırmıştı. Solgun tenime tezat kızıllıkta kan, elimden aşağı çizgi halinde akmaya başlayınca sessiz bir çığlıkla elimi geri çektim. Alışkanlıktan olsa gerek, o tamdık hissin gelmesini bekledim ama gelmedi. Ne karın boşluğumdaki o yanma ne de o keskin iğne batıyormuş hissi vardı. Artık mührümün olmadığım unutmuştum.
Tekrar taşın arkasına çömelip durum değerlendirmesi yaptım. Köşeye sıkışmıştım ve kanamam vardı. Silahlıydım ama yeterli değildi ve saldırganı tespit edemiyordum. Avantajım yoktu. Ama iki senelik cadı avcısı eğitiminden sağ çıkmamı sağlayan şey, bir dezavantajdan olabildiğince faydalanmayı bilmemdi. BlackvveH’in sesi kafamda çınladı: Kaybettiğin avantajı yeniden ele geçirmek için her zaman senden beklenmeyeni yapmalısın.
Görünmeyen bir düşman tarafından köşeye sıkıştırılmışken yapmamam gereken tek şeyi yaptım: Ayağa kalktım. İşte o zaman, zar zor bastırılmış bir şokun armağanı olan sesi, hışırdayan yaprakların sesini duydum. Ye terliydi. Onun, bir meşe ağacının alçaktaki dallarından birinde tünemiş olduğunu gördüm. Hemen dibindeki, her mevsim yeşil kalan ağaçlardan birinin dalları ona gerekli kamuflajı sağlıyordu. Kemerimdeki ağır gümüş bıçaklardan birini çektim. Kolumu geriye attım, nişan aldım ve fırlattım.
Iskaladım. Lanet olsun.
Kısa, alaycı bir kahkahayı, ayakların yere vururken çıkardığı yumuşak ses izledi. Ağaçta olan her kimse artık orada değildi ve peşimden geliyordu. Ayak sesleri duydum. Parmakların okun tüylerinde çıkardığı hışırtı, ayak seslerini takip ediyordu. Görünmeyen bir düşman tarafından köşeye sıkıştırılmışken yapabileceğim diğer şeyi yaptım:
Arkamı döndüm ve kaçmaya başladım.
Ok, ıslık çalarak kafamın hemen üzerinden geçince yanlışlıkla elbisemin eteğine takılıp yere yuvarlandım. Hemen sırtım yere gelecek şekilde yuvarlanıp tekrar bir bıçak çektim ancak artık çok geçti: Okçu tepemde dikiliyordu. Kara saçlı, yapılı, yirmili yaşlarının başında biriydi.
Onu tanımıyordum ama onun beni tamr gibi bir hali vardı. Bana, zorla bastırdığı bir gülümseme eşliğinde kafasını sallayarak bakıyordu.
“Senin hakkında duyduklarımı göz önüne alırsak daha iyi bir dövüş ummuştum.”
“Kimsin?” diye sordum.
Okçu cevap vermekle uğraşmadı. Gözlerini benimkilerden hiç ayırmadan sadağından bir ok daha çekip yayına yerleştirdi.
“Zorlu rakipleri severim,” dedi. “Blackvvell senin de öyle olacağını söylemişti. Yanıldığım öğrenince hayal kırıklığına uğrayacak.” Kafasını düşünceliymiş gibi yana eğdi. “Belki de o kadar hayal kırıklığına uğramaz.”
Sürünerek ondan ve suratıma nişan aldığı okundan geriye kaçtım. Sırtıma batan sert mezar taşının yüzeyini hissedince çok uzağa kaçamayacağımı anladım.
Okçu, yayını yavaşça ileri geri savuruyordu. Sanki fiziksel özelliklerimin bir çetelesini tutuyordu. “Güzel gözlerin var,” dedi. “Seni oradan vurmak yazık olacak ama en iyi yer orası, biliyorsun. Sadece bir anlığına acıyacak.”
İşte o an fark ettim: Siyah yün pelerininin önünde işlenmiş bir nişan vardı. Tuhaf bir şeydi: Kendi dikenli gövdesi tarafından boğulan kırmızı bir gül ve tepesinden gülü delerek geçen yeşil kabzalı bir kılıç. Daha önce hiç görmemiştim ama ne olduğunu biliyordum. Bu, BlackvvelTin yeni nişanıydı.
“Kazanamayacak,” diye fısıldadım. Bunlar son söz-lerimdi, o yüzden boşa konuşmamalıydım. “Blackvvell. Kazanacağını düşünüyor. Ama kazanamayacak.”
Omuz silkti. “Çoktan kazandı.”
Cevap vermeden bekledim. Okun kafatasımı, beynimi delip geçmesini, ölümü bekledim. Sanki öyle yapsam daha az acıyacakmış gibi gözlerimi kapadım.
İşte o bir anlık boşlukta ne olduysa oldu. Bir çalının çıtırtısı, bir ayak sesi, bir çift botun yumuşak çimenlerde ilerleyişi duyuldu. Okçu, geç de olsa geriye dönerken gözlerimi açtım. Kılıç, onu neredeyse ikiye bölecek şekilde sertçe boynunu yararak sırtına kadar indi.
Gözlerindeki ışık söndü. Ağzından suratıma, elbiseme ve kollarıma kan fışkırdı. Okçu iki kez sendeledikten sonra bir kütük gibi ormanın zeminine devrildi. Arkasında John vardı. Mavi ceketi ve pantolonu artık jilet gibi değil yırtık pırtık ve buruş buruştu, beyaz gömleği artık kanla kıpkırmızı olmuştu.
Hemen yanımda diz çöktü. “İyi misin?” Yüzümü avuçlarına alıp iki yana çevirerek kontrol etti. “Bir şey yapamadı, değil mi?”
Gözlerim bir yerde yatmakta olan okçuya, bir etraftaki mezar taşlarına bile sıçramış ve şu anda altında birikmekte olan kanma, bir de John’un elindeki kan damlayan kılıca kaydı.
“Elizabeth.” John çenemden tek parmağıyla tutup kafamı onunkine doğru çevirdi.
“Elimi yaraladı,” diye cevap verebildim sonunda. “Ama iyiyim.”
John başparmağıyla hâlâ kanamakta olan kesiği sıyırdı. “Derin değil ama sonra yakından bakmam gerekecek.” Beni ayağa kaldırdı. “Seni izlediğini gördüm. Ağaçtan bize saldırıyordu ama sen katedralden çıkar çıkmaz durdu. Niye böyle bir şey yaptın? İçeride kalmanı söylemiştim. Öldürülebilirdin.”
Aramızda, artık her şeyin daha farklı olduğunu fark ettiğimizi anlatan sessiz bir bakışma oldu. Ben artık üç ay önce tanıştığımızdaki kişi değildim. O zamanlar, mühür taşıyan ve bir kehanetin odağı olan ölümsüz bir cadı av-cısıydım: Anglia’nın en çok aranan insanıydım.
Artık kim olduğumu bilmiyordum.
“Dışarıda olmamalısın/’ diye devam etti. “Çok tehlikeli. Henüz tam iyileşmedin ve artık…” Kendini dizginledi ama söylemek istediğini anlamıştım.
“Artık ne?” Kendimi ondan geri çektim. “Güçlü değil miyim? İşe yaramaz mıyım? Artık dövüşemediğimden dolayı istenmiyorum, o yüzden uzakta mı durmalıyım?” Ben tartmaya fırsat bulamadan sözcükler ağzımdan dö-külüverdi.
“Öyle demek istemediğimi sen de biliyorsun.”
“Özür dilerim,” diye, karşılık verdim hemen çünkü haklıydı. “Öyle konuşmamalıydım ve…” John’un yaptığı şeyi kavradığımda sessizliğe büründüm. Bir silah kullanmış ve birini öldürmüştü. Hayat kurtarmaktan başka bir şey yapmayan çocuk gitmiş, yerine can alan biri gelmişti. “Onu öldürdün.” Ayağımızın dibindeki okçuya baktım.
“Evet,” dedi John onaylayarak. “Ama pişman değilim. Seni veya başkasını korumak için yine olsa yine yapardım.”
Sesindeki ani şiddete karşılık gözlerimi kırpıştırdım.
“Bunu yapmam istemiyorum,” dedim. “Sen böyle biri değilsin.”
“Tüm bu olanlar bitmeden önce hepimiz yapmak istemediğimiz şeyler yapacağız gibime geliyor,” diyerek devam etti. “Hadi, gidelim. Bence hepsini hakladık. Ama içeride bir sayım yapmalı ve herkesin eksiksiz orada olduğundan emin olmalıyız.”
Mezarlıktan geçip katedralin önüne vardığımızda içlerinde Peter ve Gareth’ın da olduğu, tanımadığım birkaç adamın toplanmış olduğunu gördük. Yan yana sıralanmış bir dizi cesedin başında duruyorlardı. Cesetlerden akan kan toprağı ıslatıyordu.
“Kaç kişi?” diye sordum. “Dışarı çıktığımda bizden birinin öldüğünü gördüm. Başka birini öldürebildiler mi? Biz onlardan kaçını öldürdük?”
“Beş,” diyen John bana ümitsiz bir bakış attı. “Dört adam, bir kadın. Hepsi de bizden. Onlardan sadece birini haklayabildik. Diğerleri, peşlerine düştüğümüz an gözden kayboldular. Dört tane saydık.”
Harrovv, etrafı on altı kilometre çapında koruyucu sihirli bir bariyerle kaplı bir yerdi. İçeriye sadece orada yaşayanlar ya da benim gibi yanında orada yaşayanlardan biri olanlar girebilirdi. Ama BlackwelTin tahtta hak iddia etmesi ve onun da büyü güçlerine sahip olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte artık Harrow savunmasız ve açıktaydı. Dört yıl önce başlayan engizisyondan beri, kaybolan yüzlerce cadı ve büyücü arasında kimlerin öldüğü ya da kimlerin zorlamayla veya kendi tercihiyle bir haine dönüştüğünü bilmenin imkânı yoktu. Ama birinin ihaneti kesindi çünkü BlackwelTin adamları Harrov/a girebiliyordu.
İlk sızma bir ay önce olmuştu. Gözcü ya da casus olduğu düşünülen bir adam, John’un YVhetstone’daki eviyle Gareth’m Hatch End’deki evi arasında, More-on-the-Marsh köyünde yakalanmıştı. Adam kazara tespit edilmişti: Şafak vakti uyuduğu ağaçtan düşünce, yakınlardaki bir gölette balık tutmakta olan bir çift büyücüyü korkutmuştu ama büyücüler onu yakalayamadan kaçmıştı.
İkinci sızma daha meşumdu. Mudchute’ta, Kuzey Harrow’da kalabalık yerleşim yerlerinden güneydeki sınıra kadar uzanan, derme çatma tarlaların olduğu o çorak topraklarda dolanan üç adam yakalanmıştı. Hiçbir şeyin peşinde değillerdi, silahsızdılar ve yakalandıklarında kaçmaya çalışmamışlardı. Doğrudan buharlaşıp yok olmuşlardı.
Harrovv’da, Blackvvell’in adamlarının içeri girebildiği korkusu yayılırken, ona zıt bir şekilde umut dolu bir akım da vardı. Çünkü birçoğu için, öldüğünü düşündükleri sevdikleri birinin, hain ama hayatta olması baştan çıkarıcı bir fikirdi. Ama John için bu, annesi ve kız kardeşinin gözleri önünde yakılmasını izlediği için onun kafa yorduğu bir fikir olamazdı.
Aradan geçen bir yıla rağmen hâlâ zihinsel olarak mücadele halindeydi. Onların yakalanmasından ben sorumlu olmasam da suç ortağı sayılırdım. Bu fikirle de mücadele ettiğini biliyordum.
“Kılıç kullanmayı nerede öğrendin?” diye sordum.
“Kılıç kullanmayı yürümeye başlamadan önce biliyordum,” diye cevapladı yüzünde solgun bir gülümsemeyle. “Korsan baba sahibi olmanın faydaları sanırım.”
“İyi kullanıyorsun,” dedim temkinlice.
Geçiştirir gibi kafasını salladı. “Pek işime yaramamıştı ama artık farklı düşünüyorum. Özellikle de bugünden sonra.”
Ona dikkatli olmasmı söylemek istedim. Başma gelecekleri anlatmak istedim. İnsan önce bir sebepten öldürürdü, sonra da bahaneyle. Sonrasında ise ikisi de olmazdı ve çaldığın yaşamlar azar azar seninkinden de götürmeye başlardı. Bana olurken hissettiklerim buydu; aynısını Caleb’m yaşadığına da şahit olmuştum. John’un da bunları yaşamasını izleyemezdim.
Ben tek bir kelime söyleyemeden görüş alamma Nicholas girdi. Onu hayatta, zarar görmemiş bir şekilde görmek içimi rahatlatmıştı. Fakat rahatlık hissi, içlerinde Gareth’m da bulunduğu, parmaklarıyla beni gösteren bir grup adamm yanma gidince ortadan kayboldu. Biz yaklaşırken Peter gruptan ayrıldı, Nicholas yakın takipteydi. Peter, John’a sımsıkı sarıldıktan sonra bana dönüp aynısını yaptı. Nicholas, berrak ama kara bakışlarım elbisemdeki kandan elimdeki kana kaydırarak beni inceledi. Koyu bir sohbet içinde olan diğerleri bize yaklaşırken ikimiz de bir şey söylemedik.
“N’oldu?” diye sordu John.
“Kadın ve çocukları küçük gruplar halinde toplayıp evlerine kadar eşlik etmek istedim,” dedi Peter. “Harrov/u koruyan bariyeri gece gündüz kontrol edip bir sızma daha olmayacağından emin olmak için muhite devriye gezen silahlı adamlar koydum.”
“Bunu ben de onayladım,” dedi Nicholas. “Duruşmanın bekleyebileceğini de onayladım. Bugün olanlardan sonra ilgilenmemiz gereken daha önemli işler var.”
Durdurulan idam emrim karşısında derin bir rahatlama nefesi aldım. Hazırlanmak için birkaç günüm, belki de haftam vardı. Gareth, “Tam tersine. Bence şu an duruşmayı yapmak için en mükemmel zaman,” diyene kadar.
JOHN, BENİ BU FİKİRDEN KORUMAK istercesine önüme geçti. “Hayır. Duruşmayı bugün yapmak zorunda değiliz. Ertelenebilir.”
“Ne yazık ki işler bu şekilde yürümüyor,” dedi Gareth. “Konsey toplandı. Oyları toplayıp sayacağımız kap hazırlandı. Bir karara varılmadan hiçbir şey ertelenemez.” Nicholas’a bakıp devam etti. “Bunlar, konseyi oluşturduğunda bizzat senin koyduğun kurallardı.”
“Senin de bildiğin üzere kurallar, jürinin içinden gelecek bir ihaneti engellemek içindi,” diye yanıtladı Nicholas. “Konseyin içinden gelecek tehditlere karşı bu kurallar, dışından değil.”
“Kesinlikle,” dedi Gareth. “O yüzden de bu kurallar geçerli değil. Harrow halkı bugün buraya bazı cevaplar almak için geldi. Cevaplarını da alacaklar.”
“Cevap almak için geldiler, aldıkları şey bir saldırı oldu,” dedi Peter. “Korktular. Bırak evlerine gitsinler.”
“Eğer bana düşmanlarımıza bize toplu bir şekilde tekrar saldırma şansı vermek için konseyi daha sonra tekrar toplamamı söylüyorsan reddetmek zorundayım/’ dedi Gareth. “Saldırının bugün burada yaşanması rastlantı değil. Blackvvell’in adamları nerede olacağımızı biliyordu. Onun nerede olacağını biliyorlardı.” Bana baktı ve önceden bana karşı hissettiği rahatlık hissi gitti. “Şüphesiz onu arıyorlar. Bu konuda ne yapacağımıza karar vermemiz lazım. Bugün.”
“Ancak, eğer kendini ayrılmak zorunda hissediyorsan seni durdurmayacağım,” diye devam etti Gareth, Nicholas’a bakarak. “Tüzüğe göre konseyin başı, oylamada yer almayan birinin yerine oylamaya girebilir. Senin yerine bunu yapmaktan mutluluk duyarım.”
Nicholas cevap vermese de kara gözlerindeki öfke cevabı olmuştu.
Gareth’ı ilk gördüğümde onun bir kâtip olduğunu sanmıştım. O gece, Peter onun aslında bir konsey üyesi olduğunu söylemişti. Şimdi de konseyin başıydı. Bu durum bana Blackvvell’i ve birinin dezavantajını kendi lehine kullanmayı hatırlatmıştı. İşte o an karar verdim. Duruşmanın ertelenmesi yararıma olabilirdi ama Harrovv’un bu yüzden kötü etkilenmesini istemiyordum.
“Gareth haklı,” dedim Nicholas’a dönerek. “Duruşmayı bugün yapmalıyız. Ertelemenin bir anlamı yok.”
Nicholas belki bunu söyleyeceğimi tahmin etmişti, belki de böyle söylememi ummuştu; hangisi bilinmezdi ama cevabı, hızlıca kafasını sallamak oldu.
“Mükemmel.” Gareth ellerini çırpıp arkasındaki katedrali işaret etti. “Girelim mi?”
“Giysilerini değiştirebilir mi en azından?” diye sordu John. “Üstü başı kan içinde. Kimsenin onu böyle görmesine gerek yok.” Söylemedi ama söylemesine gerek de yoktu. Fifer’m beni genç, masum bir kız gibi giydirmek için sarf ettiği onca çaba boşa gitmişti ve şimdi konseyin önünde, tam da saklamaya çalıştı klan şey gibi duracaktım.
Bir katil.
“Korkarım bu mümkün değil.” Bu sefer cevaplayan Nicholas’tı. “Eğer konsey toplantıya çağrıldıysa ve toplantının konusu fiziksel olarak toplantı mekânındaysa, toplantı ertelenmeden oradan ayrılamazlar.”
Gareth başıyla onayladı. “Kurallar gerçekten de böyle.”
John bana kısa bir bakış atıp ceketini çıkardı ve omuzlarıma attı. Bir zamanlar çok güzel görünen ipek elbisem artık yırtık pırtıktı; çamur, çimen ve kanla lekelenmişti. Özenle örülmüş saçım omuzlarıma darmadağın biçimde dökülüyordu. John’un ceketi bir kısmını kapatıyordu. Ama kapadığından fazlasını da açığa vuruyordu: Ona olan bağımlılığım, onun bana düşkünlüğü, bana yardım ettiği zaman onu inciten bağımız.
Gareth itince kapılar menteşelerinden yükselen gıcırtılar eşliğinde açıldı. İçerisinin göreceli sakinliğinde daha önce görmediğim şeyler gördüm. İnce bir işçilikle yapılmış taş tekne üzerindeki su kabı, dış dehlizde duruyordu. İçindeki su kendi halinde dalgalanıyordu. Dizi dizi parlak meşe sıralar, arka tarafta boydan boya küçük kancalara asılı, kan kırmızısı diz çökme yastıkları vardı. Kırmızı, mavi ve beyaz Anglia bayrağı, ahşap tavandan siyah kırmızı ve turuncu Reformist bayrağıyla yan yana sarkıyordu. İçerisi tümüyle akgünlük, defne ve mür tütsüsü kokuyordu. Normal bir günde rahatlatıcı olabilecek kokulardı ama bugün öyle değildiler.
Önceden olduğu gibi sıralar insan doluydu. O kadar çoklardı ki arka tarafı ve yanları doldurmuş, koridorlara taşmışlardı. Hepsinin de gözleri benim üzerimdeydi.
Sebebi belki değişken loş ışıktı, belki katedral içindeki soğuktan ya da belki korkudandı ama görüş alanımın kenarları kararmaya başladı. Bu kapıların dışındaki devrilmiş ağaçların olduğu o tüneli aşıp, eğimli çimenlik araziyi geçip Harrovv’un sınırlarını terk etme dürtüsü içimi doldurdu. Ama nereye gidebilirdim? O şifalı otlar cebimden dökülüp beni bir cadı ve hain olarak yaftaladığından, hapse düşmeme sebep olup hayatımı sonsuza dek değiştirdiğinden beri sabit tek soru buydu.
Bir el omzumu kavrayıp beni kendisine çevirdi. Nicholas’ın yaklaştığını, yüksek ve karanlık bir figürün başıma dikilmesinden anladım.
“Aklın çelinebilir ama yalan söylememelisin.” Sesi kısıktı. “Cevaplamak istemediğin sorular soracaklar ama gerçeği söylemezsen anlarlar. Onlara bildiklerini, bildiklerini nasıl öğrendiğini tıpkı bana anlattığın gibi anlat. Gerisi kendi kendine hallolur.”
Gerisi kendi kendine hallolur. Her şey çorap söküğü gibi gelir. Bu kelimeler, bu soru-cevaplar, benden huzurlarında hazır olmamı istiyordu. Önce Nicholas bir başkasımn kehanetinin rehberim olmasını istemişti, şimdi de bir başkasının hükmünün benim kaderim olmasını istiyordu. İnancının beni cesaretlendirmesi gerekiyordu. Bunun farkındaydım. Ama aym inanç hayatımı başkasının ellerine bırakmamı istiyordu ve şimdiye kadarki tecrübelerim, bunun hayatımın olabileceği en kötü yer olduğunu söylüyordu.
Gareth ileri çıkıp koluma girdi. John beni bırakmca tereddüt ederek koridoru Garethla yürümeye başladım. Ben geçerken herkes yerinde kaldı. Gözlerini üzerimde hissedebiliyor, fısıldaşmalarını duyabiliyordum. Kendimi dünyanın en kötü hazırlanmış, en talihsiz biçimde
gerçekleşen düğünündeki bir gelin gibi hissediyordum.
Minbere ulaştık. Detaylı, altın rengine boyanmış, kıvrık bir minberdi. Kürsüsü bir kuzgun şeklinde oyul-muştu; gerçeğin habercisi ama aynı zamanda talihsizlik ve hilekârlığın sembolüydü. Hemen önünde bir dizi sandalye sıralanmıştı. Ortadaki hariç hepsi de normal görünümlüydü. Ortadaki sandalye kocaman ve rahatsız görünüyordu. Keskin açılı ve hırpalanmış bir ahşaptan yapılmıştı. Sırt kısmının uçları sivriltilmişti. Kalın ayaklarının dördü de aslan şeklinde oyulmuştu.
Sunağın arkasında bir kapı açıldı. Kapıdan Gareth ve Nicholasla birebir aynı giyinmiş birkaç adam sıra halinde çıktılar. Cüppelerin üzerinde Reformistlerin arması vardı: Bir Ouroboros, yani kendi kuyruğunu yiyen daire şeklindeki bir yılanın içinde bir üçgen, üçgenin içinde bir kare ve karenin içinde de küçük bir güneş. Konsey üyeleri. Benim yargıcım ve jürimdiler.
Gareth beni ortadaki sandalyeye götürüp oturmamı işaret etti. Oturur oturmaz iki çift zincir, kendi kendine el ve ayak bileklerimin etrafında kilitlendi. Oyma aslanlar kükreyerek canlandı, dişlerini birbirine çarpıp keskin pençelerini gerdiler. Ben kaçma içgüdüsüyle çırpınırken ön sırada, Fifer ve Peter’m yanında oturan John tepki göstermek için ayaklanandı. Peter onu omzundan tutup yerine oturttu.
Gareth kürsüdeki yerine geçip boğazını temizledi. On yedinci konsey üyesiydi ama şu an tek önemli olan oydu.
“Başlamadan önce, bugünkü saldırıda hayatını kaybedenler için bir dakikalık sessizliğin uygun olacağı kanaatindeyim.”
Harrow’un dört erkek, bir kadın ölüsünün isimlerini okuyup hitabeti için kalabalığa döndü.
“Hepinizin bildiği üzere bugün burada Elizabeth Grey’in, Harrovv’un koruyucu sınırlarında kalma ayrıcalığına sahip olmaya devam mı edeceğini yoksa dönmemek üzere kovulup kovulmayacağını tartışmak için toplandık.”
Sıralardan kısık bir fısıldaşma yükseldi. Gareth devam etti. “Bugünkü saldırılar Harrovv’un sınırlarına üçüncü kez sızıldığmı gösteriyor ve üçü de Anglia’nm yeni kralı Blackvvell tarafından yapıldı. Ama kendi malı olarak gördüğü bir şeyi almak üzere adamlarını yollaması ilk kez yaşandı. İsteyene koruma önermek bizim, yani Reformistlerin prensibi olsa da, bu korumanın kendi güvenliğimiz pahasına verilip verilmeyeceğini belirlemeliyiz.”
“Harrovv’a yapılan saldırılar Elizabeth’in suçu değil,” dedi Nicholas. “O burada olsa da olmasa da Blackvvell’in adamları gelecekti.”
“Harrovv’da uzun yıllar boyunca güvenli bir biçimde yaşadık,” diye yanıtladı Gareth. “Onun buraya gelişiyle başlayan saldırıların tesadüf olduğuna inanmak imkânsız.”
“Bence hepimiz, eski Engizisyon üyesinin bir büyücü olduğuna da inanmayı imkânsız bulurduk,” diye cevabı yapıştırdı Nicholas. “Ama biliyoruz ki öyle.”
“Kız tehlikeli,” diyerek lafa başladı bir konsey üyesi. Adamların arasında en yaşlı olandı, Nicholas’tan bile yaşlıydı. Solgun teni ve neredeyse şeffaf beyaz saçları siyah cüppesiyle tezattı. “Bunu göz ardı edemem. Ama Nicholas’ın hayatını kurtardı, bunu da göz ardı edemem. O olmasaydı ölmüştü.”
Yan yana oturan iki adam onaylar biçimde başlarını salladılar. “Gerçekten de bir hayat kurtardı,” dedi içlerinden biri. “Tabii kurtardığı o bir hayatın, aldığı hayadan karşı-
lamadığını da söyleyebiliriz.” Farklı renkteki iki gözünü de bana dikti: Gözlerinden biri koyu kahverengi, öbürü kanarya sarısıydı. “Kaç hayat çaldınız Bayan Grey?”
Bir anlığına duraklayıp bir yalan düşündüm. Gözlerim, bir işaretmişçesine Nicholas’ın başını sallamasını yakaladı. Üzerimde bin gözün ağırlığını hissedip John’un ağır, mavi ceketinin altında terlemeye başladım. John’un bile bana sormaya cesaret etmediği soruyu cevaplarken bakışlarımı çevirdim.
“Kırk bir,” diye mırıldandım.
“Kaç kaç?” Adamın sarı gözü fesatlıkla parladı. “Bence arka taraftaki insanlar duyamadı.”
“Kırk bir,” dedim bu sefer biraz daha yüksek sesle.
Adam merhametsizce kafasını salladı. “Dediğim gibi, kırk bir can gitti. Biri bağışlandı…”
“Kurtarıldı,” diyerek düzeltti Nicholas adamı, tıpkı John’un Gareth’ı düzelttiği gibi. “Hayatımı bağışlamadı, kurtardı. Başkalarını da kurtardı.” Nicholas, Fifer’a baktı ama John’a bakmadı. Konseydeki kimse onu kurtarmak için yaptığım şeyi bilmiyordu.
“Şans verilse daha fazlasını da kurtarabilir.”
“Bir cadı avcısına şey için izin vermemizi önermiyorsun…”
“Eski cadı avcısı,” diyerek sessizce sözünü kesti Nicholas.
“Bizimle beraber savaşması için? Bizim için?” İki konsey üyesi birbirine baktı. Bir çift karga gibi kabarmışlardı. “Bütün bunların bir tuzağın parçası olmadığına nasıl inanmamızı bekliyorsun? Harrovv’a sızıp hepimi/in işini bitirmek için BlackvveMe birlikte kurguladığı bir plan olamaz mı?”
Tüm katedral bu sözleri tartarken içeriyi sessizlik bürüdü. Benim bir tuzakta, Blackvvell tarafından hazırlanıp benim herkesi öldürmemle sonuçlanan bir tuzakta bana düşen rolü oynadığım fikri akıllarda tartıldı. Bu imkânsızdı.
Belki de değildi.
“Olamaz.” Titreyen sesimden nefret etmeme rağmen sesimi daha da yükseltmeye korkarak sandalyenin sert, köşeli kolçaklarını kavradım. “Blackvvell’e asla yardım etmem. Artık asla.”
Yan yana sıralanmış konsey üyeleri birbirleriyle bakıştılar. Bakışmalar inanmazlıktan şaşkınlığa kadar bir sürü duygu içeriyordu ama büyük oranda inanmazlık vardı.
“Kimseyi incitmek istemiyorum. Geçmişte de istememiştim,” dedim. “Bir cadı avcısı olduğumda küçücük bir çocuktum. Ne anlama geldiğini ya da ileride ne anlama geleceğini bilmiyordum. Başka ne yapabilirim bilmiyordum.” Açması bir bahaneydi, hatta olabilecek en kötü-süydü. Ama doğruyu söylemiştim.
“Ama ben kalsam da gitsem de, burada olsam da olmasam da Blackvvell sizin için gelecek,” diyerek devam ettim. “Harrovv’u istiyor. Ya demir yumruğunun altında ya da yok olmuş bir şekilde istiyor. İstediğini elde edene kadar da durmayacak. Onun hakkında bilmeniz gereken de bu; istediğini her zaman alır.”
Konsey üyeleri tekrar birbirleriyle bakıştılar.
“Kalmama izin verirseniz size yardım edebilirim. Onu uzakta tutmanıza yardım edebilirim. Ondan kurtulmanıza yardım edebilirim.” Kasıtlı olarak öldürmek kelimesini kullanmaktan kaçınmıştım. “Onunla üç sene çalıştım, çatısı altında iki sene yaşadım. Onu tanıyorum.”
“Yeterince iyi tanımıyorsun demek ki,” diye karşılık verdi sarı gözlü konsey üyesi. “Yoksa bir büyücü olduğunu bilirdin. Onun hakkında bildiğini söylediğin her
şeye rağmen görünüşe göre en önemlisi dikkatinden kaçmış. Gözünün önündeki şeyi görmemişsin/’
“Sizden birini kullandığını düşünmüştüm!” Sesim çatlayacak kadar yükseldi; ayağımın dibindeki aslanlar uyarı amacıyla dişlerini gösterdi. “Büyü yapması için bir büyücüyü kullandığını düşünmüştüm. Bana büyüden nefret ettiğini söylemişti. Yalan söylediğini bilmiyordum!”
“Nasıl bilmezsin?” Bu sefer konuşan yaşlı, beyaz saçlı adamdı. Sesi kızgın değil, şaşkın çıkmıştı. “Nicholas bize senin eğitimli, zeki bir kız olduğun konusunda yeminler etti.”
“İşte sorun da o,” dediğimde sesim tekrar alçalmıştı. “Ben sadece bir kızım. En azından onunla yaşamaya gittiğimde öyleydim. On üç yaşındaydım. Onu bir öğretmen, bir akıl hocası olarak görüyordum.” Neredeyse sıradaki kelimeler ağzımdan çıkmayacaktı ama söyleyiverdim. “Kaybettiğim babamın yerine bir baba görüyordum, bir büyücü değil.”
İşte o zaman onlara her şeyi anlattım: Gerçeği, Nicholas’ın anlatmamı istediği gibi anlattım. Kralın metresi olduğumu, gebe kalmamak için taşıdığım şifalı otlar yüzünden nasıl tutuklanıp ölüme mahkûm edildiğimi ve Nicholas tarafından kurtarıldığımı anlattım. Blackwell’in, Nicholas’ı öldürmek için lanetlediği yazıtı bulmak için yola çıkmadan önce BlackvveH’in büyücü olduğunu nasıl keşfettiğimi, o karanlık, rutubetli, çürümüş ve ölüm kokan mezarda yazıtı bulabilmemin tek sebebinin BlackvveH’in Önce beni öldürmek istemesi olduğunu anlattım.
“Bana da ihanet etti,” diyerek bitiriş konuşmama başladım. “BlackvveH’in bana söylediklerine inandım. İnanmamak için bir sebebim yoktu. Şimdi yaptığım gibi her taşın altında bir yalan aramadım. Ama artık biliyorum ve onu durdurmanıza yardım edebilirim.” Sonra John’a baktım. Söyleyeceğim şeyi tahmin edince ela gözleri fal taşı gibi açıldı: “Sizin için savaşa…”
Ben cümlemi bitiremeden John ayağa fırladı.
“Savaşamaz,” dedi. “Hâlâ iyileşme sürecinde. Hâlâ yeterince güçlü değil. Ve artık…” Tüm Harrow’a artık mührümün olmadığını ilan etmek üzereyken John ne söylediğinin farkına varıp sözünü kesti.
Bunu konseyden saklamak Nicholas’ın fikriydi. Mührüme sahip olmadığımı bilseler beni sürgün etmek yerine idam edeceklerinden korkuyordu.
“Ölümden döndü,” diyerek lafım bitirdi John. Oturmamak için gösterdiği direnç yerini pes etme duygusuna bırakınca uzun bir süreden sonra tekrar yerine oturdu.
“Korkarım ki katılıyorum.” Şimdiye kadar sessiz kalmış bir konsey üyesi sağımdaki sandalyesinden konuştu. “O bir çocuk. Hem de Bay Raleigh’nin de dediği üzere sağlığı yerinde olmayan bir çocuk.” Koyu mavi gözleri beni taradı. Bakışları gözlemciydi ama insafsız değildi. “Bizim için, bizim yapamayacağımız ne yapabilir çözemedim.”
Bu sözler beni biraz diklenmeye itti: Bir çocuk olarak görülmek, küçümsenmek kamma dokunmuştu.
“Blackvvell’in en iyi cadı avcılarından biriydi,” dedi Gareth. Onun savunması bende bir minnet duygusu uyandırmıştı; ta ki bunun aslında bir saldırı olduğunu fark edene kadar. “Bir de Blackvvell’in kalesine sızabildiği, o mezardan dövüşerek çıktığı ve lanet yazıtını yok ettiği gerçeği var.”
Konsey üyeleri hep bir ağızdan yorum yapmaya başladı.
“İnanılmaz bir cesaret örneği gösterdi…”
“…ilk seferinde diri diri gömüldükten sonra o mezara geri döndü../’
“Kalesine daha önce girebildiğine göre belki yeniden bunu yapabilir…”
Onların sözlerini kesen Nicholas, “Dövüşmek dışında,” diyerek devam etti, “Elizabeth’in yardım etmesinin bir sürü yolu var. Bir ordu eğitmemize yardım edebilir. BlackvveH’in stratejisi, evi, savunmaları, cadı avcıları hakkında bize bilgi sağlayabilir. Doğal olarak onun Elizabeth’in peşine düşmesinin sebebinin bu olduğunu biHyorsunuzdur. Yanlış ellerde bu bilgilerin birer silaha dönüşebileceğinin farkında.”
“Bir ordu eğitmekten bahsediyorsun,” dedi bir başka konsey üyesi Nicholas’a. “Hangi ordu? Elimizde sadece muhafızlar, bir avuç korsan ve birkaç soylu var.” Bakışlarını sıralara çevirdi. “Ne gücümüz var ne de gereken sayıya sahibiz. İnsanların savaşmasını zorunlu kılmadıkça olmayacak da. Savaş tecrübesi olmayan insanlar bunlar.”
“Asker buluruz,” dedi Nicholas. “Ama onlar için pazarlık etmek kolay olmayacak. Galya bize asker yardımı teklif etti ama onlar da anlaşılır şekilde temkinli. Kendi sınırlarını da korumak zorundalar. Ve kesinlikle BlackvveH’in tarafında olmasalar da onun düşmanlığını kazanmak da istemiyorlar. Galya kralı, Kral Malcolm’a olanların kendi başma gelmesini istemez.”
Balo akşamı, Peter bizim için geldikten ve biz Greenvvich kulesinden kaçtıktan sonra, Malcolm ve Kraliçe Margeret tutuklanmış, Anglia’nın en kötü şöhretli hapishanesi olan Fleet’in derinliklerine atılmıştı. Tutuklanmaları Harrovv’daki herkesi korkutmuştu. Monarşinin tutuklanmasını, hatta muhtemel katlini organize edebilmek, en ateşli Reformist’in bile düşüneceği bir şey değildi.
“Ve bu arada,” mavi gözlü adam Nicholas’a hitaben konuştu. “Blackvvell’in, biz asker buluncaya kadar bekleyeceğini umuyor olamazsın. Saldırmadan önce buraya ulaşmalarını beklemez. Gelmeleri en azından haftalar sürer. O zamana kadar ne yapacağız?”
“Hazırlanacağız,” dedi Nicholas. “Muhafızlarımızı toparlayıp daha fazla adamı saflarına katacağız. İstekli olduktan sonra öğrenmeye müsait olup olmamaları hiç fark etmez. Sınırlarımızı bizim için savaşmaya istekli insanlara açacağız.”
Sıralara dönüp ön tarafta oturanlarla göz teması kurdu.
“İnkâr etmek ya da beklemek yetmez. Suçu yükleyecek birini bulmak, cezalandırmak, bahane bulmak da gereksiz.” Nicholas bakışlarını sırayla konsey üyelerine çevirdi. “Yeterince saklandık. Savaş kapımıza gelmedi, kapı eşiğini geçti, içeride duruyor ve elinde bir kılıç var. Elizabeth’i sürgüne yollamak veya onu düşmana teslim etmek o kapıyı kapamayacak. Blackvvell’e öyle istediği gibi istediği şeyi alamayacağını, savunmasında biz olduğumuz sürece Harrovv’un düşmeyeceğini göstermemiz lazım. Elizabeth bunu yapmamıza yardım edebilir.”
Nicholas’ın sözlerinden etkilenmiş olan kalabalık kendi arasmda fısıldaşıp kafalarını salladı. Gareth önce Nicholas’a, sonra bana ve son olarak da konsey üyelerine baktı.
“Oylama için hazırlanalım.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKral Katili
- Sayfa Sayısı400
- YazarVirginia Boecker
- ÇevirmenOnur Özkan
- ISBN9786059585118
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yüreğe Söz Geçmiyor ~ Julia Quinn
Yüreğe Söz Geçmiyor
Julia Quinn
Kadere inanır mısınız? Peki ya kader bir gün yolunuzu aşkla keserse… Tutkuyu ilişkilerinizde hissederken aşktan korkup her şeyden vazgeçmek zorunda kalırsınız… Bazen imkansızlıklar geçicidir,...
- Yahudi Sevgili ~ Jenna Blum
Yahudi Sevgili
Jenna Blum
UMUTSUZ ZAMANLARIN UMUTSUZ ANILARI Yahudi Sevgili okurların yüreğinin telini titretecek kadar anlamlı ve dokunaklı bir roman. “Hatıraların yük ve sorumluluklarıyla mücadele eden iki kadının...
- Yalıyar – Cilt: 1 ~ İvan Gonçarov
Yalıyar – Cilt: 1
İvan Gonçarov
İvan Gonçarov, Sıradan Bir Hikâye (1847) ve Oblomov’un (1859) ardından yazımı yirmi yıl süren son romanı Yalıyar’ı 1869’da yayımlayarak “üçleme”sini tamamladı. Rus serflik düzeninin...