KANATLARIN ÇAĞRISI
1
Silas Hamer bunu ilk kez şubat ayının soğuk bir gecesinde duydu. O ve Dick Borrow sinir hastalıkları uzmanı Bernard Seldon’un verdiği bir yemekten çıkışta yürümüşlerdi. Borrow’un olağandışı sessiz olduğunu gören Silas Hamer arkadaşına ne düşündüğünü sordu. Borrow beklenmedik bir yanıt verdi.
“Bu geceki onca insan arasında yalnız iki kişinin mutluluk iddiasında bulunabileceğim düşündüm. Bu iki kişi de, garip değil mi, seninle bendik!”
“Garip değil mi” deyişi yerindeydi, çünkü Londra’nın yoksul Doğu Yakası’ndaki rahip Dick Borrow’la bir sterlin milyoneri olduğunu bilmeyen kalmamış hayatından memnun ve şık Silas Hamer kadar birbirinden farklı iki insan olamazdı.
Borrow, “Biliyor musun, belki tuhaf, ama tanıdığım biricik hayatından memnun milyonersin,” dedi.
Hamer bir an sustu. Konuştuğu zaman sesi değişmişti.
“Bir zamanlar soğuktan titreyen sefil bir küçük gazeteciydim. O zamanlar şimdi elimde olanları istiyordum: paranın sağladığı rahatı ve lüksü, gücünü değil. Parayı, bir kuvvet olarak kullanmak için değil, kendim için, savurganca harcamak için istiyordum! Görüyorsun, açık konuşuyorum. Paranın her şeyi satın alamayacağını söylerler. Çok doğru. Ama benim istediğim her şeyi satın alabiliyor; onun için memnunum. Ben bir maddiyatçıyım, Borrow, sapına kadar bir maddiyatçı.”
Işıklandırılmış caddenin göz kamaştırıcı aydınlığı bu itirafı doğruluyordu.
Arkasındaki kürk astarlı, kalın palto Silas Hamer’in vücudunun çizgilerini daha da belirginleştiriyor, beyaz ışık ise çenesinin altındaki et katlarını vurguluyordu. Yanında yürüyen Dick Borrow, dünya zevklerinden arınmış zayıf yüzü, hayalci ve fanatik bakışlarıyla Hamer’le çarpıcı bir tezat oluşturuyordu.
Hamer üzerine basa basa, “Anlayamadığım bir kişi varsa, o da sensin,” dedi.
Borrow gülümsedi.
“Sefaletin, yokluğun, açlığın akla gelebilecek tüm hastalıkların ortasında yaşıyorum! Bu arada ağır basan bir vizyon bana destek oluyor. Vizyonlara inanmadığın takdirde -ki anladığım kadarıyla inanmıyorsun- bunu anlamak zor.”
Silas Hamer kararlı bir tavırla, “Göremediğim, duyamadığım ve koklayamadığım hiçbir şeye inanmıyorum,” dedi.
“Öyle olsun. Aramızdaki fark da bu. Neyse, hoşçakal, ben tüyüyorum.”
Işıklandırılmış bir metro istasyonunun ağzına varmışlardı. Borrow bu yoldan evine gidiyordu. Hamer tek başına yoluna devam etti. Bu gece arabasını yolladığına ve yürüyerek eve dönmeyi yeğlediğine seviniyordu. Hava soğuk ve sertti, kürk astarlı paltosunun vücudunu saran sıcaklığını hissetmek ona zevk veriyordu.
Yolun karşısına geçmeden önce kısa bir an kaldırımın kenarında durdu. Bir otobüs yaklaşıyordu. Hamer bol vakti olmasının bilincinde taşıtın geçmesini bekledi. Otobüsün önünden geçecek olsa acele etmesi gerekecekti, oysa acele etmekten hoşlanmıyordu. İnsan cinsinin sefil ve zavallı bir örneği -sarhoş olduğu için olacak- o sırada kaldırımdan yola yuvarlandı. Hamer bir feryat duydu, otobüsün etkisiz kalan bir manevrasına tanık oldu, arkasından da yolun ortasında hareketsiz yatan bir paçavra yığınına giderek artan bir dehşetle bakar buldu kendini.
Kaşla göz arasında bir kalabalık toplandı. Bir çift polisle otobüsün sürücüsü topluluğun ortasındaydı. Fakat Hamer’in bakışları, bir zamanlar bir insan, onun gibi bir insan olan o cansız kitlenin üzerinde kilitlenmişti. Hamer ürperdi.
Yanında duran kaba saba bir adam, “Kendini suçlama dostum. Bir şey yapamazdın! Adam zaten hapı yutmuştu.” dedi.
Hamer adama baktı. O zavallıyı kurtarmanın bir yolu olduğu doğrusu aklından bile geçmemişti. Bu düşünceyi saçmalık diye aklından uzaklaştırdı. Akılsızlık etmiş olsa, belki de şimdi o…Birden kalabalığın içinden uzaklaştı. Adını koyamadığı, ancak susturamadığı bir korkunun pençesindeydi. Korktuğunu, hem de müthiş korktuğunu kendi kendine itiraf etmek zorundaydı. Korkunç bir hızla gelen ve zenginle yoksul arasında bir ayırım yapmayan ölümden korkuyordu.
Adımlarını sıklaştırdı, ama bu yeni korku onunla beraberdi ve soğuk ve üşütücü pençesiyle onu sarmıştı.
Doğası itibariyle bir korkak olmadığını bildiği için kendi kendine şaşıyordu. Beş yıl önce bu korkunun saldırısına uğramazdı diye düşünüyordu.
Çünkü o zamanlar Yaşam o kadar tatlı değildi…Tamam, anlaşıldı.
Yaşam sevgisi gizemin anahtarıydı. Yaşam zevki onda en uç derecedeydi ve yalnız bir tek tehdit tanıyordu: her şeyi yok eden Ölüm!
Işıklandırılmış caddeye arkasını verdi. Yüksek duvarlarla çevrili dar bir geçit, meydanlıktaki evine giden kestirme bir yoldu. Evi içindeki sanat şaheserleriyle ünlüydü.
Arkasındaki sokağın gürültüsü zayıfladı, sonra tamamen kesildi. Kendi ayak seslerinin yumuşak patpatları duyulan tek gürültüydü.
Derken önündeki karanlığın içinden başka bir ses kulağına geldi. Duvarın dibinde flüt çalan bir adam oturuyordu. Kalabalık sokak müzisyenleri topluluğunun bir üyesiydi tabii, ama niçin bu kadar acayip bir yer seçmişti?
Gecenin bu saatinde herhalde polis…Hamer’in düşünmesi yarıda kesildi: adamın bacaklarının olmadığını birdenbire fark etmişti. Bir çift koltuk değneği yananda duvara dayanmıştı. Hamer şimdi adamın çalgısının flüt değil, daha tiz ve berrak tonlar çıkaran garip bir çalgı olduğunu görüyordu.
Adam çalmayı sürdürdü. Kendi müziğinin büyüsüyle yücelmiş gibi başını omuzlarının üstünden arkaya atmıştı, çalgısından dökülen notalar da giderek berraklaşıyor, yükseliyor, yükseliyordu.
Garip bir melodiydi; doğrusunu söylemek gerekirse bir melodi değil, Rienzi’nin kemanlarınınki gibi bir tek pasajdı ve sürekli tekrarlanıyor, perdeden perdeye, armoniden armoniye geçiyor, fakat daima yükseliyor, her defasında daha büyük, daha sınırsız bir özgürlüğe erişiyordu.
Hamer’in daha önce duyduğu hiçbir şeye benzemiyordu bu. Bir garipliği, esinlendirici, yüceltici bir yanı vardı. Hamer paniğe kapılarak yanındaki duvardaki bir çıkıntıya her iki eliyle sarıldı. Bir tek şeyin bilincindeydi. Aşağıda kalmalıydı- ne pahasına olursa olsun aşağıda kalmalıydı…
Birden müziğin durduğunun farkına vardı. Bacaksız adam koltuk değneklerine uzanıyordu. Oysa kendisi, yani Silas Hamer, sırf bastığı yerden yükseliyormuş, müzik onu yukarı taşıyormuş gibi akıl almaz, saçma bir düşüncenin etkisiyle taş payandaya kaçık gibi sarılmıştı…
Gülmeye başladı. Ne kadar çılgınca bir fikir! Tabii bir an bile yerden ayrılmamıştı, ama ne kadar garip bir kuruntu! Tahtanın kaldırım taşma hızlı hızlı çarpışı sakatın uzaklaşmakta olduğunu ona anlattı. Karanlık, adamın siluetini yutuncaya kadar baktı, baktı. Ne kadar garip biri!
Hamer daha ağır adımlarla yoluna devam etti. Yerin ayaklarının altından uzaklaştığı anın o olamayacak garip hissini bir türlü belleğinden silemiyordu…
Sonra ani bir dürtüye uyarak döndü ve sakatın gittiği yolu izlemeye koyuldu.
Adam o kadar uzağa gitmiş olamazdı, birazdan ona yetişecekti.
Ağır ağır salınarak ilerleyen silueti görür görmez ona seslendi.
“Hey! Bir dakika.”
Adam durdu ve Hamer onun hizasına gelinceye kadar hareketsiz şekilde bekledi. Tam tepesinde bir lamba yanıyor ve yüzünün tüm özelliklerini ortaya çıkarıyordu. Silas Hamer duyduğu şaşkınlıktan bir an nefessiz kaldı. Adamın kafasının hayatında daha önce ender olarak gördüğü garip bir güzelliği vardı.
Her yaşta olabilirdi; kesinlikle bir çocuk değildi, öyleyken en çarpıcı özelliği gençlikti; gençlik ve yoğun bir güç!
Hamer konuşmaya başlamadan önce çok zorlandı.
“Bakın,” diye başladı. “Demin çaldığınız parça neydi?”
Adam gülümsedi…Onun gülümseyişiyle dünya sanki şimşek hızıyla şenlendi…
“Eski bir ezgiydi -çok eski- yıllar, yüzyıllar öncesine ait bir ezgi.”
Adam çok temiz bir şiveyle, çok belirgin bir telaffuzla konuşuyor, her heceye eşit değer veriyordu.
Kesinlikle İngiliz değildi, ama Hamer onun milliyetinin ne olabileceğini kestiremiyordu.
“Siz İngiliz değilsiniz, değil mi? Nereden geldiniz?”
Yine o şen gülümseyiş.
“Denizin ötesinden geldim, efendim. Uzun zaman önce geldim, çok uzun bir zaman önce.”
“Kötü bir kaza geçirmişe benziyorsunuz. Kısa zaman önce mi oldu?”
“Aradan epeyi zaman geçti, efendim.”
“Her iki bacağı da kaybetmek büyük şanssızlık.”
Adam, “İyi oldu,” dedi gayet sakin. Hamer’e çevirdiği yüzünde garip bir ciddiyet okunuyordu. “Fenaydılar.”
Hamer, adamın avucuna bir şiling bıraktı ve uzaklaştı. Şaşırmış, biraz da huzuru kaçmıştı. “Fenaydılar!” Ne kadar şaşırtıcı sözler! Adam herhalde bir hastalık yüzünden bir ameliyat geçirmişti, ama sözleri kulağa ne kadar garip geliyordu.
Hamer evine yürürken düşünceliydi. Olayı kafasından silmeye boşu boşuna uğraşıyordu. Yatakta uyku öncesi uyuşukluk onu yavaş yavaş pençesine alırken yakınlardaki bir saatin biri çaldığını duydu. Saatin çalışının arkasından sessizlik…Sessizliği bozan sadece Hamer’e yabancı gelmeyen hafif bir sesti.
Birden hatırladı. Hamer kalbinin atışlarının hızlandığını hissetti. Pasajdaki o adam uzak olmayan bir yerde çalgısını çalıyordu…
Notalar sevinçle akıyor, o büyüleyici ezgi tekrarlanıyordu. Hamer, “Bu tekin olamaz,” diye mırıldandı. “Gerçekten de olamayacak bir şey. Sanki kanatları var…”
Her nota bir öncekinden daha berrak olarak, daha yükseğe yükseliyor ve onu da beraberinde yukarı sürüklüyordu. Hamer bu kez karşı koymadı, kendini koyverdi…Ses dalgaları onu yukarıya, giderek daha yukarıya taşıyordu…Zafer sevinci içinde ve özgür olarak sürüklendi.
Yukarıya. Giderek daha yukarıya…İnsan sesinin sınırlarını aşmışlardı artık, ama hâlâ devam ediyorlar; yukarıya, giderek daha yukarıya yükseliyorlardı…Sonuncu hedefe: kusursuz yüksekliğe ulaşacaklar mıydı?
Yükseliyorlardı…
Bir şey Hamer’i çekiyor, aşağıya çekiyordu. İri, ağır ve ısrarcı bir şey acımasızca çekiyor, onu sürüklüyordu, aşağıya…giderek daha aşağıya….
Yatakta yatıyor, karşısındaki pencereye bakıyordu. Sonra güçlükle ve ağır ağır nefes alarak bir kolunu yatağın dışına uzattı. Hareket ona garip şekilde hantal geldi. Yatağın yumuşaklığı boğucuydu, ışığı ve havayı engelleyen penceredeki perdeler de öyle. Tavan sanki üzerine çöküp onu eziyordu. Hamer tıkandığını hissetti. Battaniyenin altında biraz kıpırdadı, kendi vücudunun ağırlığı bu arada onu hepsinden daha fazla eziyordu…
2
“Senden bir öğüt istiyorum, Seldon.”
Seldon sandalyesini masadan birkaç santim uzaklaştırdı. Bu baş başa yemeğin amacının ne olduğunu zaten merak edip durmuştu. Hamer’i kış aylarından beri pek az görmüştü, şimdi arkadaşında parmak basamadığı bir değişikliğin farkına varıyordu.
Milyoner, “Mesele şu,” diye başladı. “Kendi kendim için kaygılanıyorum.”
Seldon arkadaşına bakarak gülümsedi.
“Görünüşe göre sağlığın dört dörtlük.”
“Sorun o değil.” Hamer kısa bir duraklamadan sonra yavaşça ekledi. “Korkarım ki deliriyorum.”
Sinir hastalıkları uzmanı Hamer’e ani bir ilgiyle baktı. Bardağına ağır hareketlerle şarap doldurdu, sonra arkadaşını dikkatle süzerek yavaşça sordu.
“Böyle düşünmenin nedeni nedir?”
“Başıma bir şey geldi. Açıklaması olmayan, inanılmayacak bir şey. Bu doğru olamaz, onun için de deliriyor olmalıyım.”
Seldon, “Bana acele etmeden her şeyi anlat,” dedi.
Hamer, “Ben doğaüstüne inanmam,” diye başladı. “Hiçbir zaman da inanmadım…Ama bu şey…İyisi mi, hikâyeyi sana en başından anlatayım. Her şey geçen kış seninle yediğim bir yemekten sonra başladı.”
Bundan sonra eve yürüyerek dönüşünü ve sonrasını çabuk çabuk ve öz olarak arkadaşına nakletti.
“Her şeyin başlangıcı bu oldu. O duyguyu sana doğru dürüst anlatamam. Ama harika bir şeydi. Daha önce hissettiğim veya hayal ettiğim her şeyin çok ötesinde. O zamandan beri sürüyor. Her gece değil, arada sırada. Müzik, o yükselme hissi, o uçuş…arkasından da o korkunç sürükleniş, o aşağıya çekiliş, sonunda da acı, uyarışın verdiği çok gerçek ıstırap. Yüksek bir dağdan iniş gibi bir şey bu -insanın kulaklarına gelen o ağrıyı bilirsin. Bu aynı şey, yalnız çok daha yoğun olarak…onunla da birlikte o müthiş ağırlık hissi, sıkıştırılmak, boğulmak…”
Hamer anlatısına kısa bir ara verdikten sonra devam etti:
“Hizmetkârlar daha şimdiden delirdiğimi düşünmeye başladılar. Tavanla duvarlara tahammül edemeyince evin tepesinde kendime bir yer hazırlattım. Göğe açık, içinde möble veya halı gibi boğucu şeyler olmayan bir yer…Ama çevredeki evler bile beni hemen hemen aynı derecede sıkıyor. Açık arazi, insanın soluk alabileceği bir yer istiyorum…” Adamcağız Seldon’a baktı. “Evet, ne diyorsun?
Bütün bunları açıklayabilir misin?”
Seldon, “Hımm, açıklama çok,” dedi. “Örneğin, ipnotize edilmiş ya da sen kendi kendini ipnotize etmiş olabilirsin. Sinirlerin bozulmuş. Ya da hepsi sadece bir düş olabilir.”
Hamer hayır gibilerden başını salladı. “Bence bu açıklamaların hiçbiri tatmin edici değil.”
Seldon, “Başkaları da var,” diye yavaşça devam etti. “Ama genellikle kabul edilmiyorlar.”
“Peki, sen onları kabul edebilir misin?”
“Bir anlamda evet! Anlayamadığımız, normal şekilde açıklanamayacak şeyler var. Daha pek çok şey tarafımızdan öğrenilmeyi bekliyor, bu yüzden ben yeni fikirlere daima açığım.”
Araya giren sessizlikten sonra Hamer, “Peki, ne yapmamı önerirsin?” diye sordu.
Seldon vakit kaybetmeden atıldı. “Birkaç şıktan birini yap derim. Londra’dan uzaklaş, o ‘açık arazi’ni ara. O zaman düşler belki sona ererler.”
Hamer hiç duraksamadan, “Bunu yapamam,” dedi. “O düşlersiz yaşayamayacağım bir evreye geldim. Onlarsız yaşamak istemiyorum.”
“Bunu tahmin etmiştim. Bir başka alternatif de şu: o sakat adamı bul. Ona türlü doğaüstü özellikler yakıştırıyorsun. Onunla konuş. Büyüyü boz.”
Hamer yine başını salladı.
“Niçin olmasın?”
Hamer açık açık,”Korkuyorum da ondan,” dedi.
Seldon sabrının zorlandığını anlatan bir hareket yaptı. “Bu işlere öyle körü körüne inanma! Şu melodi, her şeyi başlatan araç neye benziyor?”
Hamer ezgiyi mırıldandı. Seldon şaşkınlıkla kaşlarını çatarak dinledi.
“Rienzi’nin uvertüründen alınmışa benziyor. O melodide insanı sanki yerden alıp yükselten bir özellik vardır; sanki kanatları var diyebilirsin. Ama ben dünyamızdan çıkıp bir yerlere yükselmiyorum! Gelelim şimdi senin şu uçuşlarına, hepsi birbirinin aynı mı?”
“Hayır, hayır.” Hamer heyecanla öne eğildi. “Gelişiyorlar. Her seferinde biraz daha fazlasını görüyorum. Tarif etmesi zor. Her seferinde belli bir noktaya ulaştığımın bilincindeyim -beni müzik oraya taşıyor- doğrudan doğruya değil, her biri öncekinden daha yükseğe çıkan ve daha ilerisi olmayan en yüksek noktaya erişen bir dizi dalgayla. Geriye çekilene kadar orada kalıyorum. Ama orası bir yer değil, daha çok bir durum. Belki hemen değil, ama kısa bir süre sonra etrafımda onları algılamayı başarmamı bekleyen başka şeyler olduğunu anlamaya başlıyorum. Bir yavru kediyi düşün. Gözleri vardır, ama önceleri onlarla göremez. Kördür ve görmeyi öğrenmesi gerekmektedir. Aynı şey benim için de geçerliydi. Ölümlü gözlerle kulaklar işime yaramazdı, ama onların karşılığı olan, ancak henüz gelişmemiş olan -bedensel olmayan- bir şey vardı. Bu da ağır ağır gelişti; önce ışık duyumları…arkadan ses…daha sonra da renk duyumları oldu. Hepsi gayet belirsizdi ve ifade edilmemişti. Şeylerin görülmesinden veya duyulmasından çok, onların bilinmesiydi bu. Önce bir ışık, giderek güçlenen ve berraklaşan bir ışık…arkadan kum, kızıl renkli bir kumla dolu uçsuz bucaksız alanlar…orada burada ise kanala benzer uzun ve dümdüz su yolları vardı…”
Seldon soluğunu tuttu. “Kanallar! İşte bu ilginç. Devam et.”
“Ama bu şeylerin önemi yoktu -önemleri kalmamıştı. Gerçek olan şeyler henüz göremediklerimdi- ama onları duyabiliyordum…Kanatların çırpılısı gibi bir sesti…Nedenini bilemiyorum, ama harika bir şeydi bu. Buralarda ona benzer bir şey yok. Arkasından başka bir güzellik başgösterdi; onları gördüm ben Kanatlar!
Ah Seldon, Kanatlar!”
“İyi de neydi onlar? İnsan mı, melek mi, kuş mu?”
“Bilmiyorum. Göremiyordum, yani henüz. Fakat ya renkleri! Kanat rengi -burada öyle bir şey yok- olağanüstü bir renk.”
Seldon, “Kanat rengi mi?” diye yineledi. “Neye benziyor?”
Hamer sinirli bir el hareketi yaptı. “Sana nasıl tarif edebilirim ki…Gel de mavi rengi bir köre anlat! Hiç görmediğin bir renkti. Kanat rengi!”
“Ee, sonra?”
“Sonrası yok. Hepsi bu. Ancak bu evreye kadar gelebildim. Ama dönüş her defasında beter oldu, daha ıstıraplı oldu. Bunu anlayamıyorum işte. Bedenimin yatağımdan hiç ayrılmadığına eminim. Gittiğim o yerde ise bedensel bir varlığım olmadığına eminim. Öyleyse niçin o denli canım yansın?”
Seldon verecek bir yanıt bulamadı.
“O geri dönüş yok mu…feci bir şey. O çekiliş, sonra sancı, tüm uzuvlarım, tüm sinirlerim sancıyor, kulaklarım da sanki patlayacakmış gibi oluyor. Sonra her şey bastırıyor, o ağırlık, o hapsolmuşluk hissi. Ben ışık, hava, etrafımda açıklık…en çok da etrafımda açıklık istiyorum ki soluk alabileyim! Ve özgürlük istiyorum.”
Seldon, “Ya senin için önemi olan öteki şeylerden ne haber?” diye sordu.
“En kötüsü de bu ya. Onlardan eskisi kadar, hatta daha bile fazla hoşlanıyorum. Oysa o şeyler, konfor, lüks, zevkler insanı Kanatlar’ın aksi yönüne çekiyorlar. Aralarında hiç bitmeyen bir çekişme var; bu işin nasıl sona ereceğine ise hiç aklım ermiyor.”
Seldon susuyordu. Duyduğu garip öykü inanılmayacak kadar gerçeklere ters düşüyordu. Bu, hayal gücünün bir ürünü, çılgın bir sanrı mıydı ya da gerçek olması mümkün müydü? Eğer öyleyse, niçin onca insanın arasından Hamer’in başına gelmişti? Bedensel isteklerin adamı olan, ruhu inkâr eden maddiyatçının, başka bir dünyayı görebileceklerin sonuncu olması gerekirdi.
Hamer masanın öbür yanından onu endişeyle gözlüyordu.
Seldon, “Bence ancak bekleyebilirsin,” dedi sonunda. “Bekle ve olacakları gör.”
“Yapamam! Yapamam diyorum sana! Böyle konuşman anlamadığını gösterir. Bu dert, şey’in, bu şeyler’in arasındaki bu uzun vadeli, öldürücü mücadele beni mahvediyor.” Adamcağız durakladı.
Seldon, “Şey’ler dediğin bedensel zevklerle ruh mu?” diye yardım etmeye çalıştı.
Hamer önüne bakıyordu. “Öyle diyebilirsin. Şurası muhakkak ki tahammülsüz bu…Kendimi kurtaramıyorum…”
Bernard Seldon yine başını salladı. Anlaşılmazın avucuna düşmüştü. Bir öneride daha bulundu.
“Senin yerinde olsam o sakatı yakalardım.”
Ama evine dönerken kendi kendine şöyle mırıldanıyordu: “Kanallar…merak ediyorum…acaba?”
3
Silas Hamer ertesi sabah yepyeni bir kararlılıkla evinden çıktı. Seldon’un öğüdünü dinleyip bacaksız adamı bulmaya karar vermişti. Buna rağmen aramalarının sonuçsuz kalacağına, adamın yer yarılmışçasına ortadan yok olmuş olacağına emindi.
Pasajın iki yanındaki karanlık binalar güneşin yolunu kesiyor, karanlık ve gizemli kalmasına neden oluyordu. Yalnız bir yerde, duvarın yarı yerinde bir delik vardı, buradan akan altın renkli ışık huzmesi ise yerde oturan bir silueti aydınlığa boğuyordu. Orada oturan o adamdı!
Nefesli çalgı koltuk değneklerinin yanında duvara dayanmıştı. Adam ise kaldırım taşlarının üstüne renkli tebeşirlerle resim yapıyordu. Resimlerin ikisi tamamlanmıştı: olağanüstü güzellikte ve zarafette doğa manzaralarıydı, rüzgârda sallanan ağaçlar ve hareket halinde gibi gözüken bir dere.
Hamer yine şüpheye düştü. Adam sadece bir sokak çalgıcısı, bir kaldırım ressamı mıydı? Ya da daha fazla bir şey mi?
Kendine duyduğu kontrolün bir anda yok olması üzerine işadamı, “Sen kimsin?
Tanrı aşkına söyle, kimsin sen?” diye öfkeyle bağırdı.
Adamın bakışı onunkiyle karşılaştı. Gülümsüyordu.
“Niçin yanıt vermiyorsun? Konuşsana be adam!”
Tam o sırada adamın düz taşın üstüne inanılmaz bir hızla resim yapmakta olduğunu fark etti. Hamer, adamın elinin hareketini gözleriyle izledi…Birkaç hızlı darbe sonucunda dev ağaçlar biçimlenmeye başladılar. Derken, bir kayanın üstünde oturan bir adam ortaya çıktı…nefesli bir çalgı çalan bir adamdı.
İnanılmayacak güzellikte bir yüzü ve keçi bacakları vardı…
Sakat adam eliyle seri bir hareket yaptı. Resimdeki adam hâlâ kayanın üstünde oturuyordu, ama keçi bacakları gitmişti. Yine Hamer’le göz göze geldi.
“Fenaydılar,” dedi.
Hamer büyülenmiş gibi bakakalmıştı. Çünkü karşısındaki yüz resimdeki yüzün aynıydı, ama çok daha güzelleşmiş olarak…Yoğun bir yaşama zevki dışındaki her şeyden arınmış olarak. Ama o yüz gözlerinin önünden gitmiyordu – Pan’ın yüzü…”
Hamer hızla döndü ve pasajdan gün ışığına doğru kaçarcasına koştu. Bir yandan da kendi kendine durmadan, “Bu olamaz…Olması olanaksız…Ben delirdim…Düş görüyorum!” diye tekrarlıyordu.
Parka gidip bir sıranın üstüne oturdu. Tenha bir saatti. Birkaç dadı kendilerine emanet edilen bebeklerle ağaçların gölgesinde oturuyordu. Yere uzanmış birkaç erkek ise yeşil çimenlik alanların orasına burasına bir denizin ortasındaki adalar gibi serpilmişlerdi.
“Sefil berduş” kelimeleri Hamer’e acıyla ıstırabın simgesi gibi gelirdi. Ama bugün o adamlara birdenbire imrendiğinin farkına varıyordu.
Tanrı’nın bütün yaratıkları içinde yalnız onların özgür olduğunu hissediyordu şimdi. Altlarındaki toprak, tepelerindeki gök, serbestçe gezip dolaşmaları için bütün dünya…onlar hapsedilmemişlerdi, zincirlenmemişlerdi.
Onu engelleyen, köle eden şeyin eskiden taptığı ve hayatta her şeyden fazla önem verdiği zenginlik olduğunun bilinci birden zihninde şimşek gibi çaktı. Bir zamanlar zenginliğin dünyadaki en güçlü şey olduğunu sanıyordu, şimdi ise altın renkli güç tarafından sarıldığı şu sırada sözlerinin doğruluğunu bizzat görüyordu. Onu köle eden parasıydı…
Ama acaba öyle miydi? Göremediği daha derin, daha anlamlı bir gerçek var mıydı? Suçlu olan para mıydı yoksa kendi para aşkı mı? Kendi yarattığı zincirlere mi bağlıydı; zincir zenginliğin kendi değil de kendi zenginlik aşkı mıydı acaba?
Şimdi onu paralayan iki gücün neler olduğunu açık seçik biliyordu: onu saran ve kuşatan maddiyatçılıkla buna karşı çıkan amirane çağrı; buna kendisi Kanatların Çağrısı adını takmıştı.
Ve biri savaşıp yapışırken öteki savaşı hor görüyor ve savaşmaya tenezzül etmiyordu. Sadece sesleniyordu…aralıksız sesleniyordu…Hamer bu çağrıyı o kadar net duyuyordu ki adeta kelimeler duyar gibiydi.
“Benimle uzlaşamazsınız, ben bu gibi şeylerin çok ötesindeyim,” der gibiydi.
Çağrıma uyarsan, başka her şeyden vazgeçmen ve seni zapteden bütün güçlerden kopman gerekir. Çünkü yalnız özgür olanlar beni gideceğim yere dek izleyebilirler…”
Hamer, “Yapamam,” diye bağırdı. “Yapamam…”
Birkaç kişi dönüp kendi kendine konuşan adama baktılar.
Demek ki ondan özveri isteniyordu, onun için en değerli olan, onun bir parçası olan şeyden vazgeçmesi isteniyordu.
Onun bir parçası olan…Hamer bacakları olmayan adamı anımsadı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKanatların Çağrısı
- Sayfa Sayısı208
- YazarAgatha Christie
- ISBN9789752103825
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviAltın Kitaplar / 2003
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kış Denizi ~ Susanna Kearsley
Kış Denizi
Susanna Kearsley
Tarih bir yazarın sayfalarında tekrar canlanıyor… 1708 baharında, I. James yanlısı Fransız ve İskoçlardan oluşan bir işgalci ordusu, sürgün edilmiş James Stewart’ı tahtı geri...
- Ben, Mona Lisa ~ Jeanne Kalogridis
Ben, Mona Lisa
Jeanne Kalogridis
Tehlikeli derecede baştan çıkartıcı tutkulu bir kadın. Aşk, İhtiras,İhanet Kalogridis, okurlara ortaçağın karanlık entrikaları içinde kaybolacağı nefis bir tarihi roman ziyafeti sunuyor. Ortaçağın en...
- Son Hasat ~ Kim Liggett
Son Hasat
Kim Liggett
Babasını, göğsüne sımsıkı bastırdığı bir haçla kanlar içinde ve etrafı hayvan cesetleriyle çevrili hâlde komşu sığır çiftliğinin ahırında bulan on yedi yaşındaki yıldız oyun...