Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sessiz Tanık
Sessiz Tanık

Sessiz Tanık

Altın Kitaplar

Emily’nin başına gelenler için herkes yaramaz köpeği suçladı. Ama topa basarak merdivenlerden düşen Miss Emily bunun bir kaza olmadığına, akrabalarından birinin kendisini öldürmek istediğine inanıyordu. 17 Nisan’da Hercule Poirot’ya bir mektup yazarak şüphelerini dile getirdi. Her nedense mektup ünlü dedektifin eline 28 Haziran’da geçti… Ama bu arada iş işten geçmiş, Emily ölmüştü…

Emily’nin başına gelenler için herkes yaramaz köpeği suçladı. Ama topa basarak merdivenlerden düşen Miss Emily bunun bir kaza olmadığına, akrabalarından birinin kendisini öldürmek istediğine inanıyordu.
17 Nisan’da Hercule Poirot’ya bir mektup yazarak şüphelerini dile getirdi. Her nedense mektup ünlü dedektifin eline 28 Haziran’da geçti… Ama bu arada iş işten geçmiş, Emily ölmüştü…

***

1. Littlegreen Köşkü’nün Hanımı

Miss Arundell 1 Mayıs’ta öldü. Hastalığı uzun sürmemesine rağmen bu olay on altı yaşından beri hayatını sürdürdüğü küçük taşra kasabası Market Basing’de yaşayanlar için sürpriz olmadı. Miss Arundell yetmişini geçmişti, beş kişilik bir ailenin yaşayan son ferdiydi. Üstelik sağlığının bozuk olduğu da yıllardır biliniyordu. Hatta daha bir buçuk yıl kadar önce ölümüne neden olan krizin bir benzerini yaşamıştı.

Her ne kadar Miss Arundell’in ölümü kimseyi şaşırtmadıysa da vasiyetnamesindeki koşullar çok farklı duygulara, şaşkınlığa, heyecana, derin bir kınamaya, öfkeye, umutsuzluğa, söylentilere ve çeşitli dedikodulara yol açtı. Haftalarca, hatta aylarca Market Basing’de başka bir şey konuşulmadı.

Herkes kendine göre bir şeyler söyleyip duruyordu.

“Kan sudan koyudur, izi kolay kolay silinmez,” diyen kasabanın manavı Bay Jones’tan, “Görün bakın bu ölümün arkasından bir şeyler çıkacak,” diye diye insanları bıktıran postane memuru Bayan Lamphrey’e kadar herkesin bu konuda bir fikri vardı.

Vasiyetnamenin Miss Arundell’in ölümünden hemen önce, 21 Nisan’da düzenlenmiş olması da bu konudaki spekülasyonlara çok farklı, belki de haklı bir çeşni katıyordu. Üstelik bu tarihten hemen önce Emily Arundell’in yakın akrabaları Paskalya tatilini yaşlı kadının köşkünde geçirmişlerdi. Bu bile Market Basing’in tekdüze yaşamına biraz olsun farklı bir tat katabilecek en olmadık, en rezil varsayımların ileri sürülmesi için yeterliydi.

Bu olayla ilgili gerçekleri yakından bilebilecek yalnızca tek bir kişi vardı. Onun açıklamaları da öyle şüphe uyandırabilecek gibi değildi. Zaten pek bir açıklama yapmaya da yanaşmıyordu. Bu kişi Miss Arundell’in yardımcısı Miss Wilhelmina Lawson’du. Kadın bu konuda herkes kadar bilgisi olduğunu, hatta vasiyetname okunduğunda kendisinin de çok şaşırdığını söylüyordu.

Tabii buna kimse inanmıyordu. Aslında Miss Lawson’un vasiyetname konusunda bilgisi olsa da, daha sonra kendisinin de ifade ettiği gibi vasiyetname ile ilgili gerçekleri bilen tek bir kişi olduğu kesindi: Bu da ölü kadının ta kendisiydi. Emily Arundell her zaman olduğu gibi bu konuda da ketum davranmayı yeğlemişti. Hatta avukatına bile bu davranışının nedenleri hakkında en ufak bir açıklama yapmamıştı. Kadın yalnızca isteklerini açıkça ortaya koymakla yetinmişti.

Bu suskunluk aslında bir anlamda Emily Arundell’in karakterini de ortaya koyuyordu. O her anlamda dönemini en iyi yansıtan kişilerden biriydi. Kendi kuşağının hem erdemlerini hem de zayıflıklarını kişiliğinde taşıyordu. Her ne kadar sıcakkanlı biri olsa da otoriter, hatta bazen küstah denecek kadar buyurucuydu. Sivri dilliydi ama davranışları nazik ve sevecendi. Dışarıdan bakınca duyarlı görünse de kurnaz, içten pazarlıklıydı. Yanına girip ayrılan çok sayıdaki yardımcısına acımasızca emirler verir, onları ezer ama bir yandan da çok cömert davranırdı. Bu arada aile bağlarına, sorumluluklarına da çok önem verirdi.

Paskalya’dan hemen önceki cuma günü Emily Arundell, Littlegreen Köşkü’nün holünde durmuş Miss Lawson’a talimatlarını iletiyordu.

Emily Arundell’in, gençliğinde güzel bir kız olduğu belliydi. Bu yaşında bile diri vücudu, güçlü yapısıyla, çevik, asla yaşını göstermeyen hoş bir kadındı. Yüzünün hafif sarılığı ise inatla yağlı yemekler yemeyi sürdürmesinin sonuçta cezasız kalmayacağının bir işaretiydi.

“Evet, Minnie,” dedi. “Onları nasıl yerleştirdin?”

“Şey, düşündüm de… umarım doğru yapmışımdır. Doktor ve Bayan Tanios’u meşe kaplı odaya, Theresa’yı mavi odaya ve Bay Charles’ı eski çocuk odasına…”

Miss Arundell kadının sözünü kesti.

“Theresa çocuk odasında kalsın, Charles’ı mavi odaya al.”

“Ah, çok affedersiniz … Çocuk odasında rahat edemeyeceğini düşünmüştüm.”

“Orası Theresa için daha uygun.”

Miss Arundell’in gözünde kadınlar daima ikinci plandaydı. Erkekler ise her zaman birinci planda olurlardı. Miss Lawson hüzünlü bir havada mırıldandı.

“Ne yazık ki o sevimli küçükler gelmiyorlar.”

Küçük çocukları seviyor ama onlarla başa çıkmayı pek başaramıyordu.

Miss Arundell, “Dört konuk yeterli,” dedi. “Üstelik Bella çocuklarını çok şımartıyor, bir türlü sözünü geçiremiyor. Çocuklar sanki onun söylediklerini düşünmeye bile değer bulmuyorlar.”

Minnie Lawson mırıldandı. “Bayan Tanios, çocukları için yaşayan bir anne.”

Miss Arundell de ona hak vererek, “Bella iyi bir kadın,” dedi. Miss Lawson iç çekti. “Bazen çok zorlanıyor olmalı… Pire gibi uzak bir yerde, yurtdışında yaşamak çok güç.”

“Kendi düşen ağlamaz.” Miss Arundell Victoria Dönemi terbiyesi almış birine yakışır şekilde son sözünü söyledikten sonra ekledi. “Birazdan hafta sonu için sipariş vermeye şehre ineceğim.”

“Ah, Miss Arundell, bırakın bunu ben yapayım. Yani şey…”

“Saçmalama! Benim gitmem daha doğru. Roger sertlikten anlıyor. Senin en zayıf yönün ne biliyor musun Minnie? Yeterince ısrarlı olamıyorsun. Bob… Bob! Bu köpek nerede?”

Dik, sert tüylü bir fino koşarak merdivenlerden aşağı indi ve sahibinin dibinde dolanmaya başladı. Bu arada heyecan ve sevinçle kısık kısık havlıyordu.

Evin hanımı ve köpeği bahçe kapısına doğru giden kısa patikada ilerlemeye başladılar. Miss Lawson ise ağzı hafifçe açık, aptalca bir hayranlıkla, kapıda durmuş onlara bakıyordu. O anda arkasından aksi bir ses duyuldu.

“Bana verdiğiniz yastık kılıfları eş değil, bunu biliyorsunuz değil mi?”

“Ne? Ah, çok affedersiniz, aptallık etmişim …”

Minnie Lawson yeniden ev işlerine döndü.

Emily Arundell ise Bob’la birlikte Market Basing’in anacaddesine doğru ilerliyordu. Sanki çarşıya çıkmamıştı da resmi geçit yapıyordu. Hemen önünden geçtiği her dükkânın sahibi onu karşılamak için heyecanla yerinden sıçrıyordu. O Littlegreen Köşkü’nün hanımı Miss Arundell’di. “En eski müşterilerden biri.”

“Eski hanımefendilerin son örneklerinden biri.” Artık onun gibilere pek rastlanmıyordu.

“Günaydın bayan, onur verdiniz. Sizin için ne yapabilirim? Nasıl, yumuşak değil miydi? İnanın sizden bunu duyduğum için çok üzüldüm. Çok iyi bir antrikot olduğunu düşünüyordum… Evet, elbette Miss Arundell. Siz öyle diyorsanız öyledir. Hayır hayır, inanın size kötü bir şey vermeyi düşünemem bile. Evet, etinizle ben şahsen ilgileneceğim Miss Arundell.”

O sırada Bob ile kasabın köpeği Spot yavaş yavaş birbirlerinin etrafında dönmeye başlamışlardı. Ense tüyleri kabarmış, hafifçe homurdanıyorlardı. Spot cins bir köpek değildi. Ama müşterilerin köpekleriyle kavga etmemesi gerektiğini biliyordu. Yine de üstü kapalı bir biçimde de olsa izin verilse onları kıymaya çevirebileceğini bir şekilde hissettiriyordu.

Cesur bir köpek olan Bob da ona aynı şekilde, nazikçe karşılık veriyordu.

Emily Arundell sert bir ses tonuyla, “Bob!” dedi ve yürümeye devam etti.

O sabah manav dükkânı iki saygın hanımefendinin karşılaşmasına sahne oldu. Miss Arundell, görünüşüyle şişman, hantal ama aynen kendisi kadar vakur, seçkin, tanınmış bir hanımefendiyle karşılaştı.

“Günaydın Emily,” diyen Caroline Peabody sordu. “Senin gençlerin gelmesini mi bekliyorsun?”

“Evet, hepsi geliyor. Theresa, Charles ve Bella.”

“Demek Bella eve dönüyor. Kocası da geliyor mu?”

“Evet.”

Bu kısacık bir sözcüktü ama her iki kadın da bu sözcüğün altındaki derin anlamı çok iyi biliyorlardı.

Emily Arundell’in yeğeni Bella Biggs bir Yunan’la evlenmişti. Ve “seçkin, soylu insanlar” olarak tanınan Miss Arundell’in ailesinden birinin bir Yunan’la evlenmiş olması aslında kabul edilebilir bir durum değildi.

Miss Peabody dostunu rahatlatmak amacıyla (tabii ki bu gerçek açıkça dile getirilemezdi).

“Bella’nın kocası zeki biri,” dedi. “Üstelik nazik ve terbiyeli de.” Miss Arundell, “Doğru, nazik,” diye onayladı.

İki kadın yolda birlikte yürürlerken konuşmaya devam ettiler. “Theresa’nın genç Donaldson’la nişanlanma konusu ne oldu?”

Miss Arundell omuz silkti.

“Bugünün gençleri çok kararsızlar. Korkarım bu çok uzun bir nişanlılık olacak, tabii ayrılmazlarsa. Çocuğun parası yok.”

Miss Peabody, “İyi de Theresa’nın kendi parası var,” dedi.

Miss Arundell birden sertleşti.

“Hiçbir erkek yalnızca karısının parasıyla yaşamayı kabul etmez.”

Miss Peabody hafifçe öksürerek kıkırdadı.

“Bence bugünlerde kimse buna aldırmıyor. Emily, sen ve ben artık çok gerilerde kaldık. Aslına bakarsan ben Theresa’nın onda ne bulduğunu hiç anlayamıyorum, bu yapmacık tavırlı, içedönük genç adamda.”

“Sanırım o zeki, akıllı bir doktor.”

“O tel gözlükler… sonra o soğuk konuşma şekli. Gençliğimde onun gibilere züppe derdik.”

Miss Peabody anılarına, gençliğinin atılgan, gösterişli günlerine daldığı için kısa bir sessizlik oldu…

Neden sonra derin bir iç çekerek ekledi. “Charles’ı bana göndersene Emily… tabii gelmek isterse.”

“Tabii, olur. Söylerim.”

İki kadın bu sözlerin ardından ayrıldılar.

Birbirlerini neredeyse elli yıldır tanıyorlardı. Miss Peabody, Emily’nin babası General Arundell’in yaşamındaki önemli bazı üzücü hataları biliyordu. Thomas Arundell’in evliliğinin kız kardeşleri için ne büyük bir şok olduğunu da. Genç kuşağın da bu nedenle bazı sorunlar yaşadığını hissediyordu. Ama bu iki kadının arasında, bu konular hiç konuşulmamıştı. Her ikisi de aile sırlarının, aile onurunun, aile saygınlığının korunması gerekliliğine ve bu konularda ketum olmanın önemine inanıyorlardı.

Miss Arundell evine doğru ilerledi, Bob da sakin sakin hemen ayaklarının dibinde geliyordu. Emily Arundell ailenin genç kuşağından duyduğu hoşnutsuzluğu düşünüyor, bunları hiç kimseye asla açıklayamayacağını şimdiden kabul ediyordu.

Örneğin Theresa. Genç kız yirmi bir yaşında kendi servetine sahip olduğundan beri Miss Arundell onun üzerindeki tüm kontrolünü kaybetmişti. O günden sonra Theresa sosyetede tanınan bir tip olup çıkmıştı. Fotoğrafı sık sık magazin gazetelerinde çıkıyordu. Londra’da genç, neşeli, pervasız bir arkadaş grubu vardı, sonu karakolda biten tuhaf partiler düzenleyen bir grup. Bu Emily Arundell’in bir Arundell için asla kabul edemeyeceği bir durumdu. Aslında Theresa’nın yaşayış biçimini de hiç onaylamıyordu. Genç kızın nişanına gelince, Emily Arundell’in bu konudaki görüşleri biraz çelişkiliydi. Hem Doktor Donaldson gibi birini Arundell’lere yakıştıramıyordu hem de Theresa’nın basit bir kasaba doktoruna uygun bir eş olamayacağını düşünüyordu.

İç çekerek Bella’yı düşündü. Aslında Bella’nın bir yanlışı yoktu. İyi bir kadın, sadık bir eş, vefalı bir anneydi. Davranışları başkalarına örnek olabilecek kadar kusursuzdu. Yine de Bella’yı da tam anlamıyla onaylayamıyordu. Bir yabancıyla evlenmişti -üstelik yalnızca bir yabancıyla da değil- bir Yunan’la. Miss Arundell’in önyargılı düşüncelerinde Yunan olmak en az bir Arjantinli Türk olmak kadar kötüydü. Doktor Thomas’ın nazik davranışları, mesleğindeki başarısı da yaşlı kadının ona karşı önyargılarında bir değişiklik yaratmamıştır. Onun nezaketinden, iltifatlarından şüpheleniyordu. Bu nedenle de çiftin babalarına çok benzeyen iki çocuğunu sevmekte zorlanıyordu – üstelik çocuklar görünüşleriyle bile İngiliz’e benzemiyorlardı.

Ve sonra Charles…

Evet, Charles…

Gerçekleri görmezden gelmenin anlamı yoktu. Charles sevimli, cana yakın, hoş bir tip olmasına rağmen, onun da asla güvenilecek biri olmadığının farkındaydı…

Emily Arundell iç çekti. Birden kendini yorgun, yaşlı ve bezgin hissetti…

Önünde yaşayacak pek fazla zamanı olmadığını düşündü ve ister istemez aklına birkaç yıl önce hazırladığı vasiyetname geldi.

Sadık hizmetçilerine ve elbette yardım kuruluşlarına bir miktar para verildikten sonra, servetinin asıl büyük kısmı halen yaşayan bu üç akrabası arasında eşit olarak paylaştırılacaktı…

Miss Arundell doğru ve adil bir paylaşım yaptığından emindi. Ancak yine de kendi kendine, acaba Bella’ya düşen kısmı kocasının sahip çıkamayacağı şekilde bazı koşullara bağlamam daha doğru olur mu, diye soruyordu … Bunu Bay Purvis’e danışmalıydı.

Littlegreen Köşkü’nün bahçe kapısını açarak içeri girdi.

Charles ve Theresa Arundell araba ile geldiler. Tanios’lar ise trenle.

Köşke ilk varan iki kardeş oldu. Uzun boylu, yakışıklı bir genç olan Charles, kendisine özgü o alaycı tavrıyla, “Merhaba Emily hala, nasılsın?” dedi. “Çok iyi görünüyorsun, genç bir kız gibisin.”

Ve halasına sarılıp öptü.

Ardından Theresa.

“Nasılsın Emily hala?”

Halası Theresa’nın hiç de iyi görünmediği kanısındaydı. Yoğun makyajına rağmen yüzü solgun, hatta bitkindi ve gözlerinin altlarında mor halkalar belirmişti.

Çaylarını salonda içtiler. Bella Tanios ters tarafa eğdiği son moda şapkasının kenarlarından dökülen buklelerinin arasından, kuzeni Theresa’yı merakla, ısrarlı bakışlarla süzüyordu. Aslında Theresa’nın giysilerini özümsemeye ve belleğine yerleştirmeye çalışıy rrdu. Zavallı Bella giyime düşkün olmasına rağmen bu konudaki zevksizliği inanılmazdı. Theresa ise pahalı ve özgün giysileri seçmeye çalışmasının yanında bir de çok güzel bir vücuda sahipti ve her giydiğini yakıştırıyordu.

Bella, Pire’den İngiltere’ye döner dönmez heyecanla ucuz giysilerle ve basit kesimlerle Theresa’nın zarif giyimine öykünmeye çalışmıştı.

İriyarı, sakallı, neşeli ve hoşsohbet bir insan olan Doktor Tanios, Miss Arundell ile konuşuyordu. Ses tonu sıcak, tok ve dinleyen açısından istese de istemese de etkileyiciydi. Dolayısıyla Miss Arundell de istemeyerek de olsa etkilenmişti.

Miss Lawson kıpır kıpırdı. Oturuyor kalkıyor, servis yapıyor, çay masasının etrafında dönüp duruyordu. Son derece nazik bir genç olan Charles ona yardımcı olmaya çalıştı ama Miss Lawson her nedense bundan pek hoşlanmadığı gibi teşekkür bile etmeye yeltenmedi.

Çaydan sonra grup bahçede dolaşmaya çıkarken Charles, kız kardeşine, “Sanırım Miss Lawson benden pek hoşlanmıyor,” dedi. “Tuhaf değil mi?”

Theresa’nın yanıtı alaycıydı.

“Ne tuhaf, demek senin dayanılmaz çekiciliğine karşı duran biri de olabiliyormuş?”

Bahçede Miss Lawson’la Bayan Tanios yan yana yürüyor, Miss Lawson, ona çocukları soruyordu. Bella Tanios’un solgun yüzü canlanmış, Theresa’yı süzmeyi bırakmıştı. Konu çocukları olunca heyecan ve coşkuyla anlatıyordu. Mary teknede öyle ilginç bir şey söylemişti ki…

Minnie Lawson’un iyi bir dinleyici olduğunu düşünüyordu.

O sırada bahçeye ciddi ifadeli, sarı saçlı, tel gözlüklü bir genç adam daha geldi. Tedirgin görünüyordu. Miss Arundell onu nazikçe karşıladı.

Theresa hemen, “Merhaba Rex,” diyerek genç adamın koluna girdi ve birlikte uzaklaştılar.

Charles yüzünü buruşturdu. Ardından da eskiden beri iyi anlaştığı bahçıvanla sohbete gitti.

Miss Arundell eve döndüğünde Charles, Bob’la oynuyordu. Köpek, ağzında topuyla merdiven sahanlığında durmuş, hafif hafif kuyruğunu sallıyordu.

Charles, “Haydi oğlum,” dedi.

Bob kalçasının üstüne oturdu, topu burnuyla ağır ağır üst basamağın kenarına itti. Topun aşağı doğru kaymasıyla birlikte heyecanla doğruldu. Top basamaklara vura vura aşağı yuvarlandı. Charles topu yakalayıp köpeğe doğru fırlattı. Bob topu hemen ağzıyla yakaladı. Ve bu gösteri birkaç kez yinelendi.

Charles, “Bob bu oyundan pek hoşlanıyor,” diye mırıldandı.

Miss Arundell gülümsedi.

“Bu oyunu böyle saatlerce sürdürebilir.”

Sonra salona doğru ilerledi. Charles da onu izledi. Bob ise düş kırıklığı içinde havladı.

Pencereden dışarıya kısaca göz atan Charles, “Theresa’yla sevgilisine baksana,” dedi. “Çok tuhaf bir çift.”

“Ne dersin, sence Theresa bu konuda ciddi mi?”

Charles bu soruyu kendinden emin bir tavırla, “Theresa, Rex için çıldırıyor,” diye yanıtladı. “Tuhaf bir seçim, ama gerçek bu işte! Zevkler tartışılmaz. Bence bunun nedeni adamın Theresa’ya bakış şekli. Ona yaşayan, kanlı canlı bir kadın değil de bir denekmiş gibi özenle yaklaşıyor. Bu Theresa için değişik bir şey. Ne yazık ki, adam parasız. Theresa’nın ise pahalı zevkleri var.”

Miss Arundell kısaca, “Sanırım Theresa yaşama şeklini değiştirebilir,” dedi. “Tabii isterse. Ayrıca onun kendi geliri de var.”

“Şey! Ah, evet evet, tabii.” Charles, halasına suçluluk duygusuyla baktı.

O akşam herkes yemek için salonda toplandıkları sırada merdivenlerde büyük bir patırtı oldu. Bunu küfürler izledi. Ardından Charles içeri girdi. Yüzü kıpkırmızıydı.

“Çok affedersin Emily hala, geciktim. Senin köpek az daha beni merdivenlerden aşağı yuvarlıyordu, topu merdivenin başında bırakmış.”

Miss Lawson, telaşla köpeğe doğru eğilerek, “Ah, seni dikkatsiz Bobi,” dedi.

Bob, onu umursamaz bakışlarla süzdükten sonra başını yana çevirdi.

Miss Arundell, “Biliyorum,” dedi. “Bu çok tehlikeli. Minnie, sen o topu al ve bir yere sakla.” Miss Lawson dışarı koştu.

Yemek masasında en fazla Doktor Tanios konuştu. Pire’deki yaşamlarına ilişkin öyküler anlattı.

Yatmak için erkenden dağıldılar. Miss Lawson elinde kadife bir çanta, bir kitap ve örgüyle hanımına yatak odasına kadar eşlik ederken neşeyle sohbet ediyorlardı.

“Gerçekten de Doktor Tanios çok neşeli bir adam. Çok iyi bir eş. Ama yine de ben öyle bir yaşama dayanamazdım… Suyu ısıtan birileri olmalı… Sonra, keçi sütü… içmek aklımın ucundan bile geçmez, berbat bir tadı var.”

Miss Arundell lafı onun ağzına tıkadı. “Minnie saçmalamayı bırak. Ellen’e beni saat altı buçukta kaldırmasını söyledin mi?”

“Ah, evet Miss Arundell. Çay getirmemesini de söyledim ama bence bunu yapmamanız daha doğru olur. Southbridge’teki rahibi bilirsiniz, dinen bilge bir kişidir, bana açıkça oruç zorunluluğu olmadığını söyledi.”

Miss Arundell yeniden lafını kesti.

“Ben şimdiye dek hiç sabah ayininden önce bir şey yemedim ve bundan sonra da yemek gibi bir niyetim yok. Sen istediğini yapabilirsin.”

“Ah, hayır… ben öyle demek istemedim… şey yani… emin olun…” Miss Lawson şaşırmış ve telaşlanmıştı.

Miss Arundell, “Bob’un tasmasını çıkar,” diye emretti.

Köle bu emri hemen yerine getirdi.

Hanımının gözüne girme çabasını sürdürüyordu.

“Güzel bir akşam bu. Hepsi burada oldukları için çok mutlu gö- rünüy rrlar.”

Miss Arundell, “Hıh,” diye homurdandı. “Hepsi bir şeyler koparmanın peşinde.”

“Ah, sevgili Miss Arundell.”

“Başka çok şey olabilirim ama asla aptal değilim, sevgili sadık Minnie. Şu anda tek merak ettiğim içlerinden hangisinin bu konuyu hepsinden önce açacağı.”

Miss Arundell’in bunu öğrenmek için pek fazla beklemesi gerekmedi. Ertesi sabah Miss Lawson’la birlikte kilisedeki ayinden sonra, saat dokuzu biraz geçe köşke döndüler. O sırada doktor ve Bayan Tanios yemek salonundaydı. Arundell’ler ise ortalarda görünmüyorlardı. Kahvaltıdan sonra Tanios’lar dışarı çıktı, Miss Arundell ise sofrada oturmaya devam ederek önündeki küçük defterdeki hesapları kontrol etti.

Charles içeri girdiğinde saatler onu gösteriyordu.

“Geç kaldığım için bağışla Emily hala. Ama Theresa’nın durumu benden de kötü. Daha uyanamadı bile.”

Miss Arundell, “On buçukta kahvaltı sofrası toplanacak,” dedi. “Son zamanlarda hizmetlileri adam yerine koymamanın moda olduğunu biliyorum ama benim evimde durum farklı.”

“Güzel. Zaten doğrusu da bu.”

Charles tabağına biraz pate aldıktan sonra yaşlı kadının yanına oturdu.

Gülümsemesi her zaman olduğu gibi çok çarpıcıydı. Öyle ki Emily Arundell de çok geçmeden yeğenine hoşgörüyle gülümsemeye başladı. Bundan cesaret alan Charles hemen konuya girdi.

“Bak Emily hala. Seni rahatsız ettiğim için üzgünüm ama başım fena halde belada. Acaba bana yardım edebilir misin? Yüz sterlin sorunumu çözebilir.”

Miss Arundell’in yüz ifadesi hiç de cesaret verici değildi. Acımasızlığı yüz ifadesinden anlaşılıyordu.

Düşündüklerini açıkça söylemekten asla kaçınmazdı. Bu kez de öyle yaptı.

O sırada holden hızla geçmekte olan Miss Lawson az kalsın yemek odasından çıkan Charles’la çarpışıyordu. Merakla genç adama baktı. Yemek odasına girdiği zaman Emily Arundell’i masanın başında kıpkırmızı bir yüzle dimdik oturur halde buldu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıSessiz Tanık
  • Sayfa Sayısı336
  • YazarAltın Kitaplar
  • ÇevirmenÇiğdem Öztekin
  • ISBN9789752112445
  • Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
  • YayıneviAltın Kitaplar / 2010

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kahkaha Sarayı ~ Jon BerkeleyKahkaha Sarayı

    Kahkaha Sarayı

    Jon Berkeley

    Miles Wednesday, yetim olarak büyüdü; pis bir fıçıda yaşıyor. Daha önce sirke hiç gitmedi. Zaten Oscuro Sirki de diğer sirklere benzemiyor. Hayvanların arasında Hiç...

  2. Uyandığında ~ Hillary JordanUyandığında

    Uyandığında

    Hillary Jordan

    Uyandığında, yakın bir gelecekte, din devleti haline gelmiş bir ABD’de geçiyor. Suç işleyenlerin ten renklerinin, vücutlarına verilen bir virüsle değişime uğratıldığı ve bu kişilerin...

  3. Kronos ~ Witold GombrowiczKronos

    Kronos

    Witold Gombrowicz

    Özgün yazınsal ve entelektüel kimliğiyle Polonya’nın en yıkıcı ve aykırı yazarı Gombrowicz’in (1904-1969), pek çok eleştirmene göre başyapıtı kabul edilen ve devasa bir parşömene...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur