Basit küçük manipülasyonlar çiftlerin gündelik hayatlarının bir parçası olsa da, “narsistik sapkınlık” biçimini aldığında önemli bir soruna dönüşür. Narsist partner kendi iktidarını yerleştirmek ve eşini kendi istediği kişiliğe büründürmek için baştan çıkartıcı, kurnazca yollara başvurur. Avının kanını sonuna kadar emerek kendisinde eksik olanı çekip alır ve böylece kendisini tamamlar. Günümüzde gitgide daha sık rastlanan bir ilişki modeli haline gelen narsistik manipülasyon ilişkileri bu kitabın konusunu oluşturuyor.
Narsist sapkın her şeyi birlikte olduğu kişi için yapıyormuş gibi bir hava yaratır, oysa gerçek amacı onu yok etmektir. Küçük oyunlarla partnerini ince ince işlerken, ustalıkla kendisini mağdur gibi gösterir. Partnerini sürekli eleştirerek kişiliğine yön verir, ona kendi isteklerini unutturur, özsaygısını tüketir. Bunun sonucunda depresyon, bağımlılık başlar ve mağdur kaçıp kurtulma yetisini de yitirir. En az fiziksel şiddet kadar yıkıcı olabilen bu psikolojik şiddet, çoğunlukla mağdurun kendi başına fark edemediği bir şeydir. Çünkü eleştiri darbeleriyle suçu kendinden başka yerde göremez hale gelmiştir.
Pascale Chapaux-Morelli ile Pascal Couderc, İkili İlişkilerde Duygusal Manipülasyon’da somut vakalar üzerinden giderek partnerine hayatı zehir eden narsist manipülatörü inceliyorlar ve onun ortaya çıkışında rol oynayan toplumsal ve psişik etkenleri tartışıyorlar. Ardından mağdurlara eğilerek, bu kişilerin kendilerine yeni bir hayat kurabilmeleri için içinde bulundukları bağımlılık durumundan çıkmalarına yardımcı olacak öneriler getiriyorlar.
***
MANİPÜLASYON
BİRİNCİ BÖLÜM
BİR ZAMANLAR EŞLER ARASINDA. . .
Örf ve âdetlerde serbestleşmeye yol açan toplumsal hareketlerin üzerinden otuz yıl geçtikten sonra kadının statüsünün evrimi meyvelerini vermişe benzemektedir. Yasama metinlerinin düzenlenmesi, kurbanlara destek derneklerinin örgütlenmesi ve “ALO… “ hatlarının yerleşmesi, (evlilikteki şiddet gibi) eşler arasındaki muhtemel suçlulukların gerçekten bilincine varılmasını yavaş yavaş sağladı. Bugün artık kurbanlar konuşuyor çünkü seslerinin işitileceğini biliyorlar. Daha birkaç yıl önce bir kadın eşini narsistik sapkınlıkla niteleseydi ve buna bağlı olan manevi ve/veya maddi şiddeti tarif etseydi, zırdeli ya da “isterik” kabul edilirdi.
“Narsistik sapkın” terimi bile işiten birçok kişiyi şaşırtırdı…
Bugün her şey farklıdır. Bu tür vakaların bilinmesiyle işlemeye başlayan toplumsal mekanizma bir kartopu etkisi yaratıyor: Yasalar sözü serbest bırakıyor, söz toplumun dikkatini ve ilgisini çekiyor, toplum da bu kötü muamelelerin cezalandırılmasına adım adım göz kulak oluyor. Bununla birlikte, bu olguların daha iyi kavranması onları yürürlükten kaldırmaz. Dolayısıyla bunlardan söz etmeye devam etmek gerekir, çünkü yalnızca bu problemlere yönelik bir duyarlılık ve dikkatli bir kulak verme bunlardan kaçınmayı sağlayabilir. Tersine, aşırı “reklam” ise özel yaşamın “adlileştirilmesi”ni teşvik etme ya da her köşe başında narsistik sapkın görme riski taşır.
İçinde bulunduğumuz 21. yüzyıl başındaki ekonomik ve toplumsal koşullar rekabeti gündelik yaşamımızda giderek artan oranda her yerde mevcut kılmaktadır; bu durumun aşk ilişkileri üzerinde elbette bir etkisi vardır. Öteki, hakkından gelinmesi gereken bir uzlaşmaz çelişki olarak görülür. Ben, hükümrandır, yüceltilir. Bireycilik doruklara erişir.
Aileler içinde şu zamana dek fark edilmemiş kimi durumlar böylelikle günümüzde kolaylıkla yüzeye çıkmaktadır. Kadınlar kendilerini ifade etmeye cesaret ediyorlar; “görünürlük” arttı.
AİLE NEDİR?
Çiftin tanımı günümüzde “aile” kelimesi kadar fludur. Aile başlangıçta uzun süre “patriarkal” türdeydi, başta baskın bir erkek bulunuyordu ve ona bağlı da birçok odak vardı: Baba ve anne, çocuklar ve eşleri, torunlar. O dönemde çift kavramının sınırlan daha belliydi çünkü bizzat ailenin merkezindeydi. Mahremiyete pek az saygı gösteriliyordu, ortak yaşam büyük bir yakınlık, sıkışıklık yaratıyordu: genellikle grup halinde, büyük aile evlerinde yaşanıyordu. Bu yapının eşler üzerinde doğrudan etkileri vardı: Öncelikle aile yekpare bir gruptan oluştuğundan, çiftin etrafındaki bu ikinci “zarf’, zorlayıcı olduğu kadar koruyucu da olan bir kabuk gibi, bu grubu daha da sağlam kılıyordu (olayların akışı içinde bu grubu bozmaya daha az cüret ediliyordu). Diğer yandan, ailenin saygın reisi, aile grubunun buyruğundaki “yöneticilik” rolüyle birlikte, çiftin dışında bir gücü temsil ediyor, ama yine de çifti etkiliyordu. Kısacası çift bazı uzlaşmalara teslim olmak zorundaydı; üçüncü bir otoriteye, hatta gerçek bir sultaya kısmen tâbiydi. Fakat kararlar ailenin reisi olan baba tarafından alınıyordu. Son olarak, bu yaşamın sıkışıklığı eşler arasındaki diyalogu genellikle engelliyor ya da en azından köstekliyordu.
Patriarkal rejimdeki çift bu yaşam tarzına katı biçimde bağlı bir ritm izliyordu. Her ikisi de emekli olan Georges ile Aline kendi deneyimlerini anlatıyorlar:
“Bir 14 Temmuz balosunda, ikimizin de yaşadığı Cher’deki köy meydanında tanıştık. Ben askerliğimi yeni bitirmiştim ve babamın yanında, onun bağcılık işletmesinde yerimi alabilmek için can atıyordum, “ diye anlatıyor Georges. “Aline çok güzeldi. O gün baloda açık sarı bir giysi giymişti; çok iyi hatırlıyorum!”
“O da çok yakışıklıydı… “ diye devam ediyor Aline. “Üç ayın sonunda evlendik. Birbirimizi öyle seviyorduk ki beklemek istemiyorduk, üstelik ben oraya otuz kilometre mesafede oturduğumdan ve Georges’un çok işi olduğundan, hızla bir aile kurmayı tercih ettik. Ben Mülk’e gidip orada yaşamaya başladım. Mülk deniyordu çünkü Georges’un ailesine ait bağlara hâkim çok büyük bir evdi. Üç çocuğun en küçüğüdür. Ablası evlenmemişti; ağbisi karısıyla birlikte Mülk’te yaşıyordu. Biz çatı katma yerleşmiştik. Bizim için düzenlenerek minik bir apartman dairesi haline getirilmişti. İkinci çocuğumuz doğana dek orada kaldık, sonra köyde bir ev aldık, ama o yıllara dair anılarım çok güzeldir: bütün bu çevrede yaşayanlar insanın kalbini ısıtıyordu. “
1950’li yıllarda bu geniş (ama günümüzde olabileceği gibi “genişletilmiş” değil) ailenin yerini “karı koca” türü aile aldı. Buna “çekirdek”1 aile de denir; yani genel olarak baba, anne ve çocuklardan oluşan aile çekirdeği.
“Çocuklarımız öğrenim gördü, “ diyor Aline, gururla. “Onlar evlendiklerinde şehirde yaşamaya başladılar. Bizimle yaşamayı asla düşünmemişlerdi, normal bu: günümüz gençleri kendilerine karışılmamasını istiyor. Bizim gibi gözetim altına alınmak istemezler. Gelişim bunu gerektiriyor, her şey değişiyor. Elimizden bir şey gelmez. “
Karı kocadan oluşan ailede eşler arasındaki bağ evlilikle sağlanmıştı ve aile reisi statüsüne hâlâ sahip olan erkek çalışırken, kadın evde kalıp çocukları yetiştiriyordu.
Bu “geleneksel” model günümüzde artık aşılmıştır. Bundan böyle aile, hayal edilebilecek ve olası çok çeşitli biçimlerde görülmektedir: yeniden kurulmuş aile, tek ebeveynli aile vs. Belirgin ve sabit tek bir model yoktur. Sosyolog François de Singly’ye göre günümüzde ailenin tanımı “mahrem kolektif’dir… Ona göre bu evrime damgasını vuran üç büyük değişim olmuştur: Öncelikle, 1970 yılında “aile reisi” kavramının ortadan kaldırılmasıyla birlikte babanın mutlak erkinin sonu – anneler de o dönemde “ebeveyn” olarak kabul edildiğinden babanın otoritesi artık tek ve egemen değildir; ardından, 1999 yılında eşcinsel çiftlerin kabulü ve Pacs’ın [Sivil Dayanışma Paktı] kurulması; son olarak da 2000 yılında çocukların da yetişkinlerle aynı sıfatla “kişi” oldukları ilkesinin ifadesi.2
Gelenek, görenek ve zihniyetlerin evrimiyle birlikte yasalar da değişir (keza yasaların değişimiyle de gelenek, görenek ve zihniyetler değişir).
Marc ve Sophie evlenmemeye ve Pacs’a katılmaya karar verdiler. Sophie bundan heyecanla söz ediyor: “Bize çok katı gelen evlilikten çok daha iyi. Eğer birlikteliğimiz yürümezse bitmek bilmez ve karmaşık yol yordama başvurmadan ayrılabileceğiz; aynı zamanda, her birimizi koruyan somut bir anlaşmayla da birleşmiş ve bağlı buluyoruz. “ “Klasik bir evlilik hiç istememiştim, “ diyor Marc. “Beni çok sıkıyordu! Pacs benim için gerçekten yapabileceğimin azamisi! Ama Sophie’ye katılıyorum, ilişkinin çerçevesini belirleyen bir anlaşma gerek, yoksa çok kolay, herkes her şeyi yapar. “
“Evet, “ diye onaylıyor Sophie. “Her şey yolunda giderse, iki üç yıl içinde çocuk yapmayı düşünüyoruz, ama önce Marc’ın çalıştığı yerde süresiz sözleşmeye geçmesi gerek, “ diye ekliyor gülümseyerek.
EVLİLİK Mİ DEDİNİZ?
Aile evrim geçirdiğinde, ona bağlı her şey de eşzamanlı olarak değişmiş olur, tıpkı evliliğin artık gerçekten “zifaf’ anlamına gelmemesi gibi. Elbette insanlar -o dönemki- hayatlarının eşiyle karşılaşmayı daima hayal ederler. Bu durumu saptamak için buluşma sitelerinde birkaç gün sörf yapmak yeterlidir: Birçok kişi ruh ikizini aramaktadır, fakat oluşturacakları çifte dair anlayışları geçmiştekinin asla aynı değildir. Evlilikler geçmişe kıyasla çok daha az yapılmaktadır. Bununla birlikte, evlilik, gerçek bir irade temelinde, kimi zaman yıllarca birlikte yaşadıktan sonra, daha bilinçli olarak seçilmektedir. Çocuk doğumu da çifti evlenmeye teşvik edebilir, ancak şart değildir: Günümüzde Fransa’da çocukların % 50’si evlilik dışı doğmaktadır.
2 yaşında bir kızları olan 30 yaşındaki Alain ve Marie buna örnektir: “Evlenmek için hiçbir nedenimiz yok, ya da belki birkaç yıl sonra, başka çocuklarımız olduğunda! Küçük kızımız nedime olur!” “Daha önemlisi, “ der Marie, “aramızdaki dengeyi, bizim için çok güç ve bir zorlama olarak yaşayacağımız bağlanmayla riske atmak istemiyoruz. Her türlü yasal kısıtlamadan serbest kaldığımızda, birlikte olma şansımızın daha uzun olacağını düşünüyoruz. Ne olursa olsun, kızımız bizi birleştiriyor. Daha ileride bakarız. Belki yaşlandıkça evlenme arzusu gelir!”
Sonuçta, evlilik rağbette olmasa da, boşanma sayısı son on yıllarda çok arttı. Bağlanma bile artık (Pacs’larla ve birlikte yaşamakla ilgili) basit taahhütlü mektupla geri’ çevrilebiliyor. 1975 yılında yasalaşan karşılıklı anlaşarak boşanma yalnızca mutlak ayrılıkları teşvik etmekle kalmadı, dahası zihniyetler üzerinde de önemli bir etki gösterdi: Bağları “koparma”nın o kadar ciddi olmadığı artık biliniyor. Buradan yola çıkarak, önceden resmiyet kazandırılmamış bağları “koparma”nın çok daha kolay olduğunu düşünmek de mümkündür: Boşanma olgusuna paralel olarak, özgür ilişkilerin artışına da tanık olunuyor. Çift olma fikri artık kurumsal bağlanma fikrine kesin olarak bağlı değil.
“Bana madam mı matmazel mi demeleri gerektiğini sorduklarında, “ diye şakalaşıyor Marie, “hep aynı cevabı veriyorum: Matmazel; tıpkı kimlik kartımdaki gibi! Bu benim için çok önemli. Madam, benzemeyi hiç arzulamadığım bütün o kadınları, sabit bir yaşamın içine fazlasıyla yerleşmiş olanları hatırlatıyor bana. Bu bana hareketsiz bir şey gibi geliyor; iç sıkıcı… Ben her gün bir tercih yapıyorum: yaşamımı Alain’le paylaşma tercihi. “
Günümüzde bekârlar çok sayıdadır (Fransa’da 10 milyondan fazla). Dahası, evli olsunlar ya da olmasınlar, çiftlerin % 16’sı aynı konutu paylaşmıyor (kaynak Ined). Onlara “birlikte yaşamayanlar”, Lat (İngilizcedeki Living Apart together’dan) ya da “kesintili çift”3 deniyor! Bu “mutant soyu” genellikle mesleki buyruklar ya da tercih nedeniyle ortak yaşamdan vazgeçmek zorunda: İşte, postmodern çift uç vermekle!
Victor ile Francesca’nın durumu bu. Her ikisi de basın ataşesi: “Karşılaştığımızda her birimizin bir evi vardı zaten, “ diye belirtiyor Victor. “Ben, Paris’te yedinci bölgede yaşıyordum, Francesca ise beşincide. Kendi yaşam alanlarımızı terk etmeyi hiç islemedik, ne o ne ben. Francesca’nın çatı altına tünemiş küçücük iki odası vardı, çok işlek bir sokakta, balkonunda bitki yetiştiriyordu. Bense çok modern bir tür loft’ta yaşıyorum, çok geniş bir ana mekân var, Zen bir ambiyans, sakin, sessiz: hiç aynı tarzda değil!” “Gündelik yaşamı paylaşmamak bizi hiç uzaklaştırmıyor, “ diyor Francesca. “Tersine, dışarı çıkmak için, arkadaşlarla yemek yemek ya da yalnızca akşamı ve geceyi birlikte geçirmek için -genellikle Victor’un evinde- haftada iki üç kez buluşmaktan hep mutluyuz, heyecan duyuyoruz. “
“Bu bizim gerçek bir çift olmamızı neden engellesin anlamıyorum. Bütün arkadaşlarımız bizi böyle kabul ediyor. Geçicilik duygumuz yok. Buna karşılık, bağımsızlığın bize sağladığı bu özgürlük duygusunun tadını fazlasıyla çıkartıyoruz, açıkçası ev hanımı rolü oynamak, erkeğimin çamaşırlarını yıkamak arzum pek yok… Özerk bir eş olmak çok daha ödüllendirici, benim içinse çok hoş!”
“Günümüzde çift olmak ille de gündelik yaşamı paylaşmak değildir. Biz çiftiz, demektir. “4 Kendini çift ilan etmek, evet, ama eğer evlenilmezse nasıl olacak? Paradoksal bir şekilde, bu tür çift duygusal bağa vurgu yapar. François de Singly’nin vurguladığı gibi, günümüz ailesi “ilişkisel”5 ailedir: Çağdaş ailelerde, “duygusal bağlar zorunluluklara baskındır. “ Görücü usulü evliliklerin ya da anne babanın karar verdiği çıkar birlikteliklerinin zamanı geçti! “Modem” çiftte, 1970’li yılların çiftinde bile herkes kendi yaşamını koruyordu; aşk olsun, çift olsun daha az kaynaşmalıydı.
Günümüzde kopuş daha ilişkinin başından itibaren mümkün kabul edilir. Buna “saf ilişki”6 denir: Herkesin özerkliğine saygı gösterilen eşitlikçi bir ilişki. Bu çiftin varlığının tek garantisi duygusal bağdır; eşlerin bu ilişkiden aldıkları tatmin dışında hiçbir yüksek yasa, hiçbir prensip çiftin sürmesini dayatmaz. Dolayısıyla MsaP’ olarak nitelenir, çünkü başka hiçbir ölçüt işe karışmaz.
Bu tür çiftte cinsellik “esnek”tir, üremeden, hatta kimi zaman sadakatten ayrıdır.
“Sonsuz sadakat yemini etmemize gerek yok, “ diyor hem Cecile hem de Franck, yine de birlikte yaşamaktalar. “Yemin hiçbir işe yaramaz. Gerçekten bir şey yapmak istendiğinde bu yapılır, saklamak gerekse bile. Biz birbirimize her şeyi söyleriz… ya da hemen hemen her şeyi. “
“Franck dışarı çıktığında ona arkadaşlarını mı görmeye gidiyorsun ya da hangi restoranda yemek yiyeceksin diye sormam. Yalnızca tek bir anlaşmamız var: dışarıda geceyi geçirmemek… Zaten maceraları olduğunu düşünmüyorum; çok iyi anlaşıyoruz, “ diyor Cecile, sonra da ekliyor: “Ne olursa olsun, bu, birbirimize yalan söylemekten, yanıltmaktan, birkaç yıl sonra da ayrılmaktan daha iyi. “
Her çift bu aşın hoşgörüyü kabul etmez. Çoğu “sınırlı” bir özerklikten yanadır, onlara daha istikrarlı ve daha emin gelen bir uyum. Bu şemanın olumlu yanı, ilişkiyi sürdürmek için, partnerlerin karşılıklı saygıya baştan razı olmalarıdır. Ötekine saygının bu şekilde öğrenilmesi elbette yararlıdır. Sosyolog Serge Chaumier’nin “çekirdek bölünmek aşk”7 dediği şey budur: Birlikte olmak her şeyi paylaşmak anlamına artık gelmemektedir.
Bununla birlikte, geleneklerin ve yaşam tarzlarının bu evrimi başkalığın adım adım yok olmasına da işarettir. Öteki, uzakta tutuldukça, var olmaktan çıkar. Kişi kendini düşünerek, kendi için ve kendiyle birlikte, kendi mesleki amaçlarıyla, kendi keyfine ve arzusuna göre yaşar. Geçmişte, çiftin özgüllüğü özellikle farklılıkları aşma yeteneğinde yatıyordu. “Uzlaşma”nın yolu biliniyordu. Bugün bu hipotez neredeyse tamamen gülünç gelmektedir. Dayanışma, yalnızca eşler açısından değil, genel anlamda da geçmiştekinden çok daha az yaygındır. Bağlanma asgari düzeydedir. Her koyun kendi bacağından asılır felsefesi hüküm sürmektedir ve kişinin karşısındakini bu ihmali her türlü manipülasyona kapıyı açmaktadır, çünkü saygı kaybolmuştur.
AŞK VE BAĞIMSIZLIK
İçinde bulunduğumuz çağ dönümünde birçok partnerin arzusu olan aşk ile özerkliği nasıl bağdaştırabiliriz?
Özetlersek, “saf’ ilişki, daha önce tarif ettiğimiz gibi, yasal bağlar olmadan yalnızca duygusal bağın hâkimiyeti altında gelişir. Burada, ortak bir anlaşmayla yapılmış bir tercihe göre, büyük bir özgürlük hüküm sürer. Bu da çiftlere göre değişir; örneğin Victor ile Francesca aynı çatıyı paylaşmazken, Cecile ile Frank birlikte yaşamalarına rağmen çok “özgür”dürler.
“Evlilikle kurulan” aile, çifti, herkesin “bağımsızlığına” belli ölçülerde saygılı olsa da nispeten geleneksel bir model üzerinde 1970’lerden itibaren aile ocağı içinde birleştirmektedir; bu bağımsızlık dışsal ya da ayrıntıya dayalı birkaç faaliyetle sınırlıdır.
Dengeli ilişkide ise bağ ve özgürlük kavramları iç içe geçer, “ben” ile “biz” arasında incelikli bir dozaj vardır: herkes yeterli bir özerklikten yararlanır, fakat hâlâ çok şey paylaşılır.
Bütün bu çiftler yine de ideal denge eşiğine gelip çarparlar. Model özerkliğe saygıya ne kadar yönelirse, çelişik ihtiyaçlara vesile olacağı da o ölçüde aşikârdır: Bireyleşme süreci (bireyin değer kazanması anlamında), bir çift içinde “işleme” durumunda olduğu andan itibaren ister istemez paradoks taşıyıcıdır: Hem bağımsız ve özerk olmak, kişisel kabul görmek istenir, hem de güvenlik, iyice yerleşme, yalın anlamda aşk ihtiyacı duyulur. Herkes karşısındakinin eksilmez bağlılığını hissetmeyi isterken, onu, özerkliği garanti ettiği varsayılan özel bir bahçenin saygın mesafesinde tutmaya çalışır. Ve bu çelişki, cinsiyetler arası eşitlik daima doğrulanamadığından, iyice nazik bir hal alır; zaten bu nedenle “saf’ ilişki güçlükle yerleşir.
“Bağımsızlık arzusuna rağmen kimi zaman tereddüt ediyoruz; özellikle de ben, “ diyor Cecile. “Her birimizin diğeri karşısında bir özgürlük payını koruması konusundaki tercihimizden sanırım Frank daha iyi ve daha fazla yararlanıyor. Biz diye bir şey var elbette; karşılıklı ilişkilerimizle, birlikte yaşadıklarımız, tatiller, sinema, matrak geçmeyle var, sonra da yalnızca ona ya da bana ait olan var. Örneğin beş yıldır birlikte olmamıza rağmen o benim bütün dostlarımı tanımaz. Benim kişisel özgürlük alanım özellikle bu dostluklarla sınırlı, oysa ki o bensiz daha fazla şey yapıyor. Hafta içinde gece çıkmaya karar verdiğimizde genellikle meşgul olan o oluyor, şunu ya da bunu yapmayı öngörmüş oluyor. Kısacası, bu özerkliği korumakla iyi yaptığımızı düşünüyorum, çünkü bize yararlı olduğu kanısındayım, ama aynı zamanda ilişkimize zarar vermesinden de çekiniyorum. Geçici bir çift oluşturmaya hiç niyetim yok. Belirlenmesi güç olan şey, aşılmayacak sınır… Durum böyle olunca, Franck kendi çıktığı akşamlar bana evde kalmamı dayatmıyor; ben evde kaldığımda, kalmaya karar verdiğim için kalıyorum. Neyse ki büyük annelerimizin, hatta annelerimizin zamanında yaşamıyoruz! Annem babama tamamen bağımlıydı: bana tam bağımsızlık arzusu veren de kuşkusuz bu oldu!”
Evli bir kadının, kocasının izni olmadan ancak 1966’dan bu yana dışarıda çalışabildiğini hatırlatmak yerinde olur! 1975 yılında yasa aile evinin ortak bir anlaşmayla seçilmesi gerektiğini belirtir; kocanın eşinin yazışmalarını, pasaport alimim, vb. kontrol “hakkı” artık yoktur. 1 Ocak 2005’ten itibaren de çocuk hem annesinin hem babasının soyadını taşıyabilir. Yakın tarihli bu kararlar, kadının yazgısının yasal açıdan eşler arasında çok yakın bir geçmişe kadar ne kadar az dikkate alındığına kanıttır. Sosyologların sözünü ettiği ve çiftin dengesini yöneten gerilimler, çelişkiler geride kalmamıştır:
“kurumsal evlilik ile aşk arasında; kişisel bağımsızlık ile aşk bağlılığı arasında; kendini yaratma ile ailenin kökleşmesi arasında; miras alınan kimliklerden özgürleşme ile cinsiyetler arası işbölümünün sürdürülmesi arasında; kendi başına yaşam ile ortak yaşam arasında; kendine sadakat ile eşe sadakat arasında… “8
Çiftin yerleştirmeye çalıştığı dengenin sınırları değişik yönlere çekiştiren bu durumlardan doğar. Kimi zaman özerklik, bireye değer verilmesi ve aşk duygusunun varsaydığı bağımlılık arasında neredeyse bir uyuşmazlık vardır. Seviliyor olmak, aynı zamanda ötekinin “değer vermesi”, ondan onay ve kabul görmektir; fakat aşk gelişebilmek için bu kabulün eksiksiz olmasına mı ihtiyaç duyar? Durum bu olduğunda, bu yeniden bir bağımlılık biçimi almaz mı (“ben” “sen”in bakışma bağımlıdır)? Tersine, eğer ötekinin bakışı fazla “gevşek”se, yeterince sıkı, onaylayıcı, çok yakınımızda değilse, aşk eksikliği çekmez miyiz, kendimizi neredeyse inkâr edilmiş saymaz mıyız? Memnuniyet ile ketlenme arasındaki, özgürlük ile ötekini arzulama arasındaki gerilimlerin kaynağının aşkın kendisi olduğunu saptamaya bizi yönelten de budur.
Bu durumda, bu paradokslar kargaşası içinde, her çiftin işleyişini yönetecek olan şey genellikle görev ve yetkinin, iktidarların dağılımıdır.
YETKİ(LER) / İKTİDAR(LAR)
Akla gelen ilk iktidar Doğa’nın bahşettiği anneliktir. Erkekler ile kadınlar arasındaki görev dağılımının ve dolayısıyla yetki atfının dallanıp budaklanması hep fiziksel güçten ve doğurganlıktan kaynaklanır. Françoise Herilier’nin defalarca vurguladığı gibi, erkek ile dişi arasındaki farklılık (cinsiyette değil) doğurganlıkta yatar; erkekler kadınlar üzerindeki tahakkümlerini doğurganlığı ve üremeyi denetleyerek tesis edebilmişlerdir.
Kadının statüsü ile doğurganlık arasındaki bağlantı, her iki yönde de birinin diğerini nasıl etkilediği, özellikle 1988 yılındaki “Gelişme Çerçevesinde Kadının Statüsü ve Demografik Evrim” üzerine ünlü Oslo konferansı sırasında sunulmuş çok sayıda araştırmanın konusu olmuştur.
Fakat annelik gerçek bir iktidarı temsil eder mi, gerçekten fizyolojik bir yeti midir?
Küçük Karine’in annesi ve Alain’in eşi Marie açıklıyor: “Karine arzulanmış, istenmiş bir çocuktur. Tesadüfen doğmadı. Dolayısıyla hamile kaldığıma çok memnundum. Hamileliğim iyi geçti, fakat beşinci aydan itibaren yarım gün çalışmaya karar vermek zorunda kaldım, çünkü çok sık kasılma geliyordu ve doktor önlem almayı tercih etti. Bürodaki iş arkadaşlarım bana yan yan bakıyordu -beni anlayabilecek kadınlar bile- çünkü benim yüzümden onların işi artmıştı! Sonra Karine doğdu; Alain doğumda hazır bulundu. Hamilelik sırasında olduğu gibi bana çok destek oldu, ama yine de bütün yük benim üzerimdeydi! Doğumdan sonra kendimi toplamakta biraz güçlük çektim; çok yorgundum. Güç bir dönem geçirdim; Alain elinden geldiğince bana yardım ediyordu. Bebeği biberonla beslemeye başladığımızda kimi geceler benim yerime o kalkıyordu. Şimdi her şey yolunda, yeniden yapmak gerekse yine yaparım, ama yine de itiraf etmem gerekir ki çocuk doğurmanın büyük yükü, doğum öncesinde, doğumda ve sonrasında kadının üzerinde. Ve bu da ister istemez gündelik yaşamı değiştiriyor. “
Annelik bir “iktidar” olarak değil bir bağış olarak düşünülmeli, hem zevkli hem rahatsız edici: Eğer kadın kendini tamamen görevine verirse, bu rolün biricik olma riski var. Elbette anne yaşamın gizemini kendi içinde bilir ve emzirerek, beslemenin, kendi bedeninin tek kaynağından “doldurma”nın zevkini çıkarır. Hamilelik sırasında, ardından doğum sonrası dönemde bu zevk ideal bir şekilde sürer, ama bu durum kadına, “Ben, ne hissedilir biliyorum, çocuğumla ayrıcalıklı bir ilişkim var, “ demek dışında gerçek bir iktidar vermez. Erkek bu avantajı fark ederek, belki de kıskançlık duyup hızla yeniden dengeler, hatta kimi zaman karşı koyar: Çocuğun’, kimi zaman az çok dinî gerekçelerle kimi zaman yalnızca alışkanlıkla ve genellikle çok küçük yaşta annenin bakımından alındığı sayısız örnek verilebilir. Birçok toplumda eğitim erkeklerin işidir; özellikle erkek çocuklarınla. Sütanneleri, yaşlı dadılar, özel öğretmenler ve başkaları annenin yerine geçer. Günümüzde bu gelenekler zaman aşımına uğramış olsa da ve çiftler hem çocuğa hem de gereken özene “eşit ölçüde” dikkat gösterse de, kadınların aktif yaşamı, bedeli ağır olmuş bu özgürlük, annenin başat rolünü azaltır. Bu sonuncu eşitsizliği önlemek için, yakın dönemde babalık izinleri de uygulanmaya başlanmıştır; bu tür çözümler azınlıkta kalsa da, evde oturan baba sayısında giderek bir artış gözlenmektedir.
Bununla birlikte, kadın erkeğin çocuğunu taşımaktadır; tersi değil. Kimi toplumlar anneliğin önemini abartırlar: Önemli olan, erkek ile kadın arasında “fark yaratan” cinsiyet değil, çocuk doğurma yeteneğidir, doğurganlıktır ve bu durumda kısır kadının ayrı bir statüsü vardır; ona çocuk gözüyle bakılır (bazı Afrika halklarında böyledir). Başka toplumlarda ya da başka dönemlerde kadınlık korkutur, belli belirsiz tehditkâr bir gizemle çevrilidir: Vajina her şeyin meydana geldiği, az bilinen (çünkü “gizli”dir) bir yerdir.9
Annelikten tamamlayıcılığa
Erkek ve kadın apriori “zorunlu” bir ekip oluşturur: Bu ekip olmadan türün sürekliliği olamaz. Bu anatomik tamamlayıcılık çok eski zamanlardan beri görev bölümüyle birlikte görülür. Tamamlayıcılığın olumlu yanı, “bağ” kurmasıdır: “Sen şunu yaparsın, ben bunu. “ Her birimiz, karşılıklı olarak, ötekinin yeteneğine bağlıyızdır. İşbirliği, etkinlikle eşanlamlıdır.
“Babalık rolü dışında da Alain çok aktiftir, “ diyor Marie. “Birbirimizi tamamlıyor muyuz? Elbette! Benim yapamayacağım sürüyle şeyi yapabiliyor! Dolabın arkasını temizlemek istediğimizde o çekiyor… Şaka yapıyorum, ama kendimizi kandırmamalıyız: Fiziksel güce kesin olarak bağlı olan her şey ister istemez ona düşüyor, çünkü ben üstümdeki bütün giysilerimle elli kiloyum… Ama yalnızca bu değil. Örneğin mutfak onun alanı. Aşkla yemek yapmayı seviyor ve kesinlikle benden daha iyi yapıyor, tatlılar hariç. Ben tatlı uzmanıyım. Birlikte, evet, çok tamamlayıcıyız. Sanıyorum bizim gücümüz bu: benim ona ihtiyacım var, onun da bana. “
Tamamlayıcılıktan eşitsizliğe
Bütün toplumlarda ve bütün zamanlarda rollerin, görevlerin cinsiyete göre paylaşılmasıyla hep karşılaşılır. Bunlar öncelikle beden gücü ve annelik gibi ikili ölçüte göre seçilir. Bu nedenle, erkek-kadın tamamlayıcılığı bir hiyerarşi öne sürüyor gibidir: Yetenekler arasında bir değer sıralaması vardır. Gerçekten de, tamamlayıcılık belli bir denge taşıyor olsa da, erkeğin rolü çoğu zaman güzeldir; yani “soylu” görevler ona verilir ya da onun için doğal olduğu varsayılan teknik yeteneklerle “donanmıştır”, örneğin matkap ya da tornavida kullanmak gibi. Oysa ki bu işler bir Herkül gücü ya da üst düzey sportif antreman gerektirmez. Her kadın günün birinde kendisine “bırak ben yapayım, sen hiç anlamıyorsun, “ ya da “her şeyi kıracaksın, “ dendiğini işitmiştir. Görev ve yetenekleri üstlenme ölçütü her zaman Doğanın bize verdiklerine bağlı değildir… •
Dahası, erkek/kadın rollerindeki farklılığın hedefinin ailenin bağdaşıklığını ve aile sisteminin düzgün işleyişini sürdürmek olduğu konusunda sosyologlar hemfikirdir. Fakat her farklılaştırma süreci eşitsizliklere yol açar…
Eşitsizlikten tahakküme
Eşitsizliğin toprağında tahakküm kolayca yeşerir. Önceki kuşaklar bu ilişki tarzıyla birlikte yaşadılar. Kadınların oy kullanma “hakkı” şunun şurasında birkaç on yıldır var!10 Birçok ülkede, kültürde erkek hâlâ geniş ölçüde tahakküm kurmaktadır. Sonuçta, “zayıf cins” ve “güçlü cins” gibi yaygın kullanılan deyimlerin kusursuzca açıkladığı gibi bu en güçlünün yasasıdır…
Bununla birlikte, günümüzde erkeklerle kadınlar arasındaki her şey yeniden sorgulanmaktadır. Doğum kontrol yöntemleri ve tıptaki ilerlemelerle birlikte kadın artık bedenin kölesi olmaktan çıkmıştır. Feminist hareket zaten bilimsel evrime paralel doğmuştur. Erkekler ise atalarının nefret ettiği görevleri ve rolleri artık kusursuzca üstlenmektedir. Her gün televizyonda makineden çamaşırı erkeğin çıkardığı, üstelik “teknik” bir beyazlık elde etmekten çok memnun olduğu reklamlar görmüyor muyuz? Vaktiyle erkeklerin tekelinde olan meslekler şimdi daha çok kadınların meslekleri değil mi? Ölçütler yer değiştiriyor, hudutlar siliniyor. Bu tür “toplumsal Far West”te, erkek ve kadın türleri arasındaki müstakbel ilişkiler nasıl örgütlenecek? Önceden saptanmış kısıtlamaların yokluğu gündelik manipülasyonun daha fazla uygulanmasına yol açmaz mı? Vaktiyle erkeğin kadın üzerinde baskıcı bir iktidar uygulamasını sağlayan toplumsal “aygıtlar” vardı. Günümüzde bunlar çok daha azdır… Kadın daha bağımsızdır; en azından çalıştığı için. Diğer yandan kadın da, ev içinde, özellikle erkeğin iktidarına karşı koyucu manipülasyonlar uygulamaya geçmişten alışkındır. Dolayısıyla, çiftin geleceği sorusunu sormak ve manipülasyon mekanizması ile çağımızın önemli toplumsal değişimleri arasındaki bağı sorgulamak yerinde bir çaba olur…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Psikoloji
- Kitap Adıİkili İlişkilerde Duygusal Manipülasyon
- Sayfa Sayısı182
- YazarPascale Chapaux-Morelli, Pascal Couderc
- ÇevirmenIşık Ergüden
- ISBN9789750508882
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2011