“Meleğin Çürüyüşü” ile birlikte “Yukio Mişima”nın dünyaca ünlü “Bereket Denizi” dörtlemesi tamamlanıyor. Japonya’nın yirminci yüzyıl deneyiminin bir özeti olarak nitelenen dörtlemenin, eleştirmenler, bir epik, toplumsal bir belge, bir sızlanma, bir ağıt olduğu kanısındalar. “Bahar Karları”ndaki genç öğrenci, “Kaçak Atlar”ın saygın hakimi, “Şafak Tapınağı”ndaki filozof Honda, son roman olan “Meleğin Çürüyüşü”nde 1960’lı yıllarda yaşamının sonuna yaklaşmış yaşlı ve zengin bir adamdır. Dörtlemeyi noktalayan son sahnede Honda, Geşu Tapınağına tırmanırken “Bereket Denizi” dörtlemesi de son eğretilemesel anlatımını bulur: Yalnızca Honda’nın ölümünü değil Mişima’nın kendisinin intiharını haber veren çırılçıplak güneş ışığı seli bir boşluğu aydınlatmaktadır. Bütün düşüncelerini, duygularını bu dörtlemeye aktardıktan sonra kendini bomboş hissettiğini dostlarına söyleyen Mişima, dörtlünün son sözcüğünü yazdığı 25 Kasım 1970 sabahı intihar etmişti.
***
Açık denizdeki pus yüzünden uzaktaki gemiler kapkara görünüyordu. Yine de hava düne oranla daha duruydu. İzu Yarımadası’nın dağ sırtları seçilebiliyordu. Deniz bu mayıs ayında durgundu. Güneş ışığı güçlüydü, yalnızca küçük bulut kümeleri vardı; deniz masmaviydi.
Minicik dalgalar kıyıya vuruyordu. Dalgacıkların karnı, dalga kırılmadan hemen önce tatsız bir bülbül rengine dönmüyordu; sanki içlerine her türlü pis yosun bir dikmişti.
Denizin günbegün yinelenen çalkantısı, Hint destanında anlatılan süt denizinin her gün durmaksızın çalkalanmasına benziyordu. Belki de dünya bu çalkantının kesilmesine izin vermezdi. Bu çalkantıda, doğadaki bütün kötülükleri çağrıştıran bir şey vardı.
Mayıs denizinin kabarışı, ışıklı noktalarının durmaksızın, sonu gelmez bir biçimde kıpırdayışı; sayısız, minicik iğne.
Gökyüzünde uçan üç kuş bir an için tek bir kuşa dönüşmüş gibi göründü. Sonra dağılıverdiler. Birleşip ayrılmalarında doğaüstü bir yan vardı. Birbirlerinin kanatlarından çıkan yeli hissedecek kadar yakınlaşmalarının, sonra da aralarına bir kez daha o mavi boşluğu sokmalarının bir anlamı olmalıydı. Bazen yüreğimizde üç ülkü birleşir.
Bacasında, üç yatay çizginin üzerinde yükselen bir dağ resmi bulunan küçük yük gemisinin siyah gövdesi, taşıdığı ağır yükün etkisiyle beklenmedik bir azamet, bir görkemlilik duygusu uyandırıyordu.
Öğleden sonra ikide güneş bulutlardan örülmüş, incecik bir kozanın içine çekildi; bembeyaz parlayan bir kurtçuk gibi.
Ufuk, denize kusursuzcasına uyan, mavi siyah, çelik bir çemberdi.
Açık denizin bir yerinde beyaz bir dalga, apak bir kanat gibi bir an havalandı, sonra yeniden düştü. Peki ama anlamı neydi bunun? Olağanüstü bir belirti; belki de yüce bir kararsızlık?
Gelgit usul usul başladı; dalgalar kabarıyor, toprak bu en güçlü saldırının karşısında öylece bekliyordu. Güneş bulutların ardındaydı; denizin yeşili nedense öfke dolu bir karanlığa dönüştü. Uzun, beyaz bir çizgi, tersyüz olmuş dev bir üçgenin içinde denizi doğudan batıya kesiyordu. Sanki eğilmiş, bükülmüş ve kendini düz yüzeyden kurtarmıştı; elle tutulacak kadar yakındı; yelpaze gibi açılan çizgiler doruğa yaklaştıkça siyahımsı yeşil bir denizin içinde yitip gittiler.
Güneş yeniden göründü. Deniz beyaz ışığa bir kez daha usulca kucak açtı; güneybatıdan esen yelin verdiği bir komutla, deniz aslanlarının sırtlarını andıran sayısız gölge, kuzeydoğu ve kuzeybatıya doğru harekete geçti: Kıyıdan uzakta devinen, sayılamayacak kadar çok dalgadan oluşan bir sürüydü bu. Gökteki ay akıntıyı sıkı sıkıya denetliyordu.
Atılmış pamuğa benzeyen bulutlar gökyüzünü yarı yarıya kapatmıştı; bulutların üst çizgisi güneşi tatlılıkla bölüyordu.
İki balıkçı gemisi denize açılmaktaydı. İyice açıklarda bir yük gemisi vardı. Rüzgâr şiddetlenmişti. Bir balıkçı gemisi, bir törenin başlama işaretini verir gibi batıda göründü. Gösterişsiz, küçük bir gemiydi ama tekerleri de, bacakları da olmamasına karşın, uzun eteklerini sürüye sürüye, gururlu bir ağırbaşlılıkla ilerliyordu.
Saat üçte pamuksu bulutlar inceldiler. Gökyüzünün güneyinde beyaz bir kumrunun kuyruğu gibi açılarak denize derin bir gölge düşürdüler.
Deniz: Adı olmayan bir deniz, Akdeniz, Japon Denizi; Suruga Koyu tam karşısında uzanıyordu; yoğun, adsız, mutlak bir karmaşa “deniz” denilen şeyle yaptığı büyük savaşımdan sonra yakalanmıştı ve kendisine bir ad konulmasını kabul etmiyordu.
Gökyüzü bulutlandıkça deniz surat asıp derin düşüncelere dalıyor, bülbül renkli incecik iğnelerle süsleniyordu. Dalga, bir gül dalıymışçasına dikenlerle kaplıydı. Usulcacık bir oluşumun gerçekleştiği, dikenlerde bile belirgindi. Denizin dikenleri yumuşaktı.
Üç on.
Görünürde hiç gemi yok.
Çok tuhaf Engin evren tam anlamıyla ıssız.
Bir tek martı kanadı bile görünmüyor.
Sonra, batıda bir geminin hayaleti belirdi ve kayboldu.
İzu Yarımadası’nı sis basmıştı. Yarımada bir süre için görünmez oldu. Yalnızca yitik bir yarımadanın hayaletiydi. Sonra büsbütün gözden yitti. Haritadaki düşsel bir yer olup çıktı. Gemilerle yarımada “varoluşun saçmalığına” ait şeylerdi artık.
Bir görünüp bir yitiyorlardı. Aralarındaki ayrım neydi?
Görünen şeyler var olan şeylerin toplamıysa, o zaman deniz salt sise gömülmediği sürece var demekti. Her an var olmaya can atıyordu.
Bir tek gemi her şeyi değiştiriverdi.
Bütün görüntü değişmişti. Bir gemi varoluşun olanca düzenini paramparça ederek ufukta belirdi. Bir feragat antlaşması imzalanmış, tahttan ve taçtan vazgeçilmişti. Koskoca bir evren fırlatılıp atılmıştı. Bir gemi, yokluğunu koruyan evreni fırlatıp atmak için ufukta görünmüştü.
Denizin rengi bir andan ötekine farklılaşıyordu. Bulutlar değişiyordu. Bir gemi ortaya çıkmıştı. Neler oluyordu? Neydi bu olup bitenler?
Her geçen dakika yeni bir değişimi getiriyordu. Üstelik, Krakatoa’daki patlamadan bile çok daha ciddi bir biçimde. Oysa kimse ayrımında değildi bunun. Varoluşun saçmalığına öyle alışmıştık ki. Bir evrenin yok oluşu, fazla önemsenecek bir şey değildi.
Olup bitenler, sonu gelmeyen yeniden yapılanmanın, düzenlenmenin işaretleriydi. Uzaklarda çalınan bir çandan yayılan tınılar. Bir gemi ortaya çıkıyor ve çanı harekete geçiriyordu. Ses bir anda her şeye baskın çıkıyordu. Sesler denizde ardı kesilmeksizin sürüyor, çan durmaksızın çalıyordu.
Bir varlık.
Bunun bir gemi olması şart değildi. Kim bilir ne zaman görünecek olan bir tek ekşi portakal, çanı çalmaya yeterdi.
Üç otuz. Suruga Koyu’ndaki o tek, ekşi portakal varoluşu simgeliyordu.
Portakalın parlak, pütürlü kabuğu bir dalga tarafından yutuluyor, sonra yeniden görünüyor, durmaksızın kırpıştırılan bir göz gibi batıp çıkarak, kıyıya yakın dalgacıkları yararak yavaş yavaş doğuya doğru ilerliyor.
Üç otuz beş. Batıda, Nagoya yönünde kocaman, siyah bir geminin iç karartıcı gövdesi belirdi.
Tütsülenmiş somon balığına benzeyen güneş bulutların ardına çekilmişti.
Toru Yasunaga otuzluk dürbünden uzaklaştı.
Saat dörtte limana girmesi beklenen yük gemisi Tenro-marudan henüz hiçbir iz yoktu.
Toru masasının başına döndü, masasının üzerindeki, Şimizu Taşımacılık’a ait notları dalgın dalgın karıştırdı.
2 Mayıs 1970, tarifesiz gemilerin yaklaşık varış saatleri.
Tenro-maru, Japon bandıralı, saat on altıda.
Taişo Gemicilik Şirketi. Acenta: Suzuiçi. Kalkış yeri:
Yokohama. Palamar yeri: 4-5, Hinode Rıhtımı
2
Şigekuni Honda yetmiş altı yaşındaydı. Kansı Rié öldüğü için sık sık tek başına yolculuğa çıkıyordu. Onu fazla yormayacak, kolayca ulaşabileceği yerleri seçiyordu.
Fuji’nin eteklerinde kalan Nihondaira Tepeleri’ne gitmiş, dönüşte Mio Korusu’na uğrayarak, büyük olasılıkla Orta Asya’dan getirilmiş, bir meleğin giysisine ait olduğu öne sürülen kumaş parçası türünden bazı değerli eşyalar görmüştü; daha sonra Sizuoka’ya doğru yola çıkınca, canı bir süre kumsalda yalnız kalmak istedi. Kodama Ekspresi buradan saatte üç kez geçiyordu. Honda’nın treni kaçırması sorun yaratmayacaktı. Tokyo’ya dönüş trenle bir saat kadar sürüyordu.
Taksiyi durdurdu; bastonuna dayanarak Komagoe kumsalına doğru kırk metre kadar yürüdü. Denize bakarken kendi kendine bunun, on dördüncü yüzyılda İçijo Kanera tarafından meleklerin indiği nokta olarak tanımlanan Udo kumsalı olup olmadığını sordu. Aynı zamanda gençliğindeki Kamakura sahilini de düşünüyordu. Geri döndü. Kumsal sessizdi. Birkaç çocuk oyun oynuyor, birkaç balıkçı da oltayla avlanıyordu.
Dikkatini denize verdiği için daha önce fark etmemişti; dalgakıranın hemen altına yapışmış olan pembe sarmaşığı ilk kez görüyordu. Dalgakıran boyunca uzanan kumda denizden esen yellerin devirdiği kocaman bir çöp kutusu vardı. Boş Coca-Cola şişeleri, konserve kutuları, boya tenekeleri, asla yok olmayan naylon torbalar, deterjan kutuları, tuğlalar, kemikler.
Yaşamdan arta kalan süprüntüler bir çağlayan gibi kumsala dökülmüştü; sonsuzluğa direniyorlardı. Sonsuzluk ilk kez denizle karşılaşıyordu. Süprüntüler de tıpkı insanlar gibi sonlarıyla yüz yüze gelemiyorlardı, bunu en çirkin ve en iğrenç biçimde yapmak dışında.
Toprak seti izleyen dağınık çamlardan, kırmızı deniz yıldızlarına benzeyen tomurcuklar fışkırmıştı. Çamların solunda küçük, dört taçyapraklı, beyaz çiçeklerle kaplı bir turp tarlası vardı. Bodur çamlar yolun kıyısını izliyordu. Bunun dışında görünen tek şey, göz alabildiğine uzanan çilek seralarıydı. Plastik sera örtülerinin altındaki dizi dizi çilekler, gür yaprakların arasından sürüngenler gibi taş teraslara uzanıyordu. Yaprakların testere ağzına benzeyen kıyılarına böcekler konmuştu. Sevimsiz, beyaz renkli sera örtüleri birbirlerinin üzerine yığılmışçasına uzanıyordu. Honda’nın gözüne -daha önce ayrımsamamıştı- seraların arasındaki küçük, kuleye benzeyen yapı ilişti.
Taksinin beklediği otoyolun tam giriş noktasında, orantısız derecede yüksek, beton bir sahanlığın üzerinde iki katlı bir yapı yükseliyordu. Bir gözcü kulesine göre fazla uzun, bir işyerine göreyse fazla derme çatmaydı. Üç yanı neredeyse baştan başa camla kaplıydı.
Honda meraklanmıştı; avluya benzeyen yere girdi. Kumun üzerine beyaz pencere çerçeveleri tam bir düzensizlikle yığılmıştı. Cam parçaları bulutları olduğu gibi yansıtıyordu. Honda yukarıya bakınca, ikinci kattaki camlardan birinde teleskop merceklerini andıran gölgeler gördü. Beton zeminden dışarıya iki tane kocaman, pas kırmızısı, demir boru uzanıyor ve toprağın altına girip gözden kayboluyordu. Honda bastığı yere dikkat ederek boruların arasından geçti, aşınmış taş basamakları tırmandı.
Sığınağa çıkan demir merdivenin başına bir levha çakılmıştı. İngilizce TEİKOKU SİNYAL İSTASYONU yazısının altına Japoncası yazılmıştı:
TEİKOKU SİNYAL VE HABERLEŞME ŞİRKETİ
ŞİMİZU BÜROSU
Varış, kalkış ve demirleme saatlerine ilişkin bilgiler
Deniz kazalarını saptama ve önleme hizmetleri
Karadan denize haber iletme
Denizdeki hava durumuna ait bilgi
Gemileri karşılama ve uğurlama
Gemiciliğe ilişkin her türlü hizmet
Harflerin soyulmuş beyaz boyası, şurasının burasının silinmiş olması, şirketin adının eski tip harflerle yazılmış olması Honda’nın hoşuna gitmişti. Denizin kokusu, alt alta sıralanmış işlevlerin, hizmetlerin arasından rahatça, hiç engellenmeksizin geçip içeri doluyordu.
Honda başını kaldırıp merdivene baktı. Etraf sessizdi.
Aşağıda, arkada kalan, kuzeybatıya doğru uzanan otoyolun ve yeni, mavi kiremitli çatıların üzerindeki ışıltılı flamaların ve fırıldakların göründüğü kasabanın ötesinde Şimizu Limanı’na ait binalar vardı; karada birbirini kesen, çapraz vinçler, gemilerdeyse maçunalar; beyaz depolar, kara barakalar, denizden esen yellerin cilaladığı, kat kat boyanmış bacalar, kıyıya bağlanmış kocaman bir kütle; bir başka kocaman kütleyse pek çok denize yaptığı yolculuktan yeni dönüyor. Limanın düzeneği bütün çıplaklığıyla ortadaydı; önceden saptanmış bir noktada toplanmış olan bu düzenek insanın gözlerini kamaştırıyordu. Bu parıltıysa denizin derisini paramparça ediyordu.
Fuji, eteklerindeki tepelerden oldukça yüksekti. Görünen tek yeri zirvesiydi; büyük, keskin çizgileri belirgin, beyaz bir kaya parçası bulutların belirsizliğinin arasından gökyüzüne fırlamıştı sanki.
Honda bakmak için durdu.
3
Beton sahanlık bir su deposuydu.
Bir kuyudan pompalanan su bu deponun içine doluyor ve çilekleri sulamak için burada biriktiriliyordu. Teikoku Sinyal Şirketi bu sahanlıktan yararlanılabileceğini kestirmiş, üzerine tahta bir korunak yaptırmıştı. Batıdaki Nagoya’dan, doğudaki Yokohama’dan gelen gemileri gözlemek için son derece elverişli bir noktaydı.
Burada, sekiz saatlik sürelerle dört sinyalci çalışırdı. Ancak biri epeydir hastaydı, öteki üçü yirmi dört saatlik görevi sırayla bölüşüyordu. İlk kat, kentteki merkezden arada bir buraya gelen şefin çalışma odasıydı. Üç sinyalci ise ikinci kattaki çıplak zeminli, on iki metrekarelik, üç yanı camla çevrili odayı paylaşıyorlardı.
Pencerelerden birinin önüne yerleştirilmiş olan masa her üç yanı da görüyordu. Güneydeki pencerenin önünde, limanın doğusunu gören on beşlik bir dürbün vardı; güneydoğuya bakan köşedeyse gece haberleşmelerinde kullanılan, bir kilovat gücünde bir projektör. Odanın güneybatı köşesinde, üzerinde iki telefonun durduğu bir masa, bir kitap rafı, haritaların, işaret bayraklarının dizildiği yüksek raflar, kuzeybatıda ise içinde bir dolap bulunan bir mutfakla açılır kapanır bir yatak vardı; odadaki bütün eşya buydu. Doğudaki pencerenin tam önünde çelik bir telgraf direği yükseliyor, porselen fıncanları bulutların rengini yineliyordu. Kumsala doğru uzanan telgraf teli orada ikinci bir direkle birleşiyordu. Sonra kuzeydoğuya dönerek yoluna devam ediyor, sahili izleyen gümüş direkler gittikçe küçülerek Şimizu Limanı’na ulaşıyordu. Buradan bakıldığında, üçüncü telgraf direğinin önemli bir işlevi vardı. Limana giren bir geminin üçüncü direği geçtiğini gören biri, geminin rıhtımların bulunduğu 3-G havuzuna yaklaştığını anlıyordu.
Gemileri hâlâ çıplak gözle bakarak tanıyorlardı. Gemilerin hızını taşıdıkları yükle akıntılar belirlediği sürece, gemiler zamanından önce ya da geç gelmeyi sürdürecekler; karşılama törenlerindense on dokuzuncu yüzyıla özgü belli bir romantizm eksik olmayacak. Gümrük ve karantina görevlilerini, yükleme ve boşaltma işçilerini, kılavuzu, çamaşırhanede çalışanları, erzak sorumlularını uyarmak, hoş geldin bayraklarını ne zaman kaldıracaklarını bildirmek için çok daha keskin gözlemlere gerek vardı. Bundan da gerekli olan bir başka şeyse, aynı anda limana giren ve sonuncu palamar yeri için kapışan iki gemiden hangisine öncelik tanıyacağı konusunda liman hakemine yardımcı olmaktı.
İşte Toru’nun görevi buydu.
Epeyce iri bir gemi göründü. Ufuk çoktan kararmıştı; geminin çıkış yerini saptamak için hızlı, iyi eğitilmiş bir göz gerekiyordu. Toru teleskobun başına geçti.
Yaz ya da kış ortasında bulutsuz bir günde, bir geminin ufkun yüksek eşiğini ansızın geçtiği bir an vardır; oysa yaz başlarındaki puslu havalarda bir geminin ortaya çıkışı parça parça gerçekleşir. Ufuk uzun, beyaz, sırılsıklam bir yastığa benzer.
Siyah yük gemisi, 4.780 tonluk Tenro-maru kadar büyüktü, kaptan köprüsü de Toru’nun elindeki kayıtlara uyuyordu. Dümen suyu da tıpkı köprüsü kadar beyaz ve temizdi. Üç tane sarı maçunası vardı. Siyah bacaların üzerindeki o yuvarlak, kırmızı işaret de neyin nesiydi? Toru gözlerini kıstı: “Geniş” anlamına gelen, kırmızı bir daireyle çevrilmiş tai harfini güçbela seçti. Geminin Taişo Gemicilik’e ait olduğuna hiç kuşku yoktu. Bu arada gemi, on iki millik hızını kesmeksizin ilerliyordu, teleskobun görüş alanından her an çıkabilirdi. Yuvarlak bir pencerenin önünden uçarak geçen bir sineğe benziyordu.
Toru geminin adını hâlâ seçememişti. Üç harfli olduğundan emindi ama; içgüdüleri ona ilk harfin “cennet” anlamına gelen ten olduğunu söylüyordu.
Masasına dönüp acenteye telefon etti.
“Merhaba. Burası Teikoku Sinyal. Tenro-maru’yu karşılamaya hazırlanın. Telgraf direğini az önce geçti. Yükümü?” Gemiyi kırmızı ve siyah olarak ikiye ayıran su çizgisi Toru’nun gözlerinin önünde belirdi. “Galiba yarısına kadar dolu. Kılavuzlar denize ne zaman açılacak? Beşte mi?”
Böylece bir saat kazanmış oluyordu. Daha haber verilmesi gereken bir sürü yer vardı.
Toru masayla teleskop arasında hızlı hızlı gidip gelerek on beş kadar telefon görüşmesi yaptı.
Kılavuz istasyonu. Şunya-maru adlı römorkör. Kılavuz kaptanın evi. Erzak sağlayanlar. Liman Devriyesi. Bir kez daha acente. Liman Denetleme Bürosu’nun Liman Yönetim Bölümü. Yükü tartacak olan İstatistik Dairesi. Sevkiyat Müdürlüğü.
“Tenro-maru limana girmek üzere. Hinode; dördü beş geçiyor. Lütfen iletin.”
Tenro-maru üçüncü telgraf direğine varmıştı bile. Kıyıda titreşen ısı dalgaları geçen geminin dış çizgilerini bozuyordu.
“Alo? Tenro-maru 3-G’ye giriyor.”
“Alo? Burası Teikoku Sinyal. Tenro-maru 3-G’de.”
“Alo, gümrük mü? Polisi bağlar mısınız lütfen. Tenro-maru 3-G’ye girdi.”
“Alo? Tenro-maru 3-G’de. Saat on altı on beş.”
“Alo? Tenro-maru beş dakika önce demirledi.”
Yurtdışından değil de Nagoya ya da Yokohama’dan gelen gemiler ay sonunda, ay başına oranla çok daha sıklaşırdı. Yokohama yüz on beş deniz mili uzaklıktaydı; on iki mil hız yapan bir gemi için dokuz buçuk saatlik bir yol. Bir sonraki geminin gelmesine daha bir saat vardı; Toru’nun oturup denizi seyretmekten başka yapacak işi kalmamıştı. Keelung’dan yola çıkan, akşam dokuzda burada olması beklenen Niço-maru’dan başka gemi beklenmiyordu.
Toru telefon görüşmelerini bitirdikten sonra her zaman biraz hüzünlenirdi. Liman birdenbire canlanmıştı. Bu canlılığı yalıtılmış bir uzaklıktan izlerken bir sigara yaktı.
Aslında sigara içmemeliydi. On altı yaşındaki oğlanı ağzında sigarayla gören şef onu bir güzel paylamıştı. Ama sonraları vazgeçmişti. Görmezden gelmenin en etkili yöntem olduğuna inanıyordu besbelli.
Toru’nun solgun, ince çizgili yüzünde buz gibi bir anlam vardı. Bu yüzde ne bir duygu okunuyordu ne sevecenlik ne de hüzün.
Ama Toru seyretmenin insana ne büyük bir mutluluk verdiğini iyi bilirdi. Ona bunu doğa öğretmişti. Hiçbir göz, yaratacak bir şeyi olmayan, yaptığı tek şey dikkatle bakmak olan bir gözden daha duru ya da daha keskin olamaz. Görünmeyen ufkun ötesi, görünen ufuktan çok daha uzaklardadır, oraya bilinçli bir göz işleyemez. Varlıklar salt görülebilen, bilinçle erişilebilen yerlerdedir. Deniz, gemiler, bulutlar, yarımadalar, şimşekler, güneş, ay, binlerce yıldız. Görmek, göz ile varlığın buluşması ise, yani varlık ile varlık arasındaki bir şeyse, o zaman görmek iki varlığın yüz yüze bakan aynaları demektir. Hayır, görmek bundan daha fazlasıydı. Görmek, varoluşun ötesine geçmek, tıpkı bir kuş gibi kanatlanmaktı. Görmek Toru’yu kimsenin göremeyeceği bir ülkeye götürüyordu. Orada güzellik bile çürümüş, parçalanmış bir giysiydi. Orası, bir varlık tarafından asla kirletilmemiş olan, üzerinde tek bir geminin bile görünmediği bir deniz olabilirdi ancak. Bütün duruluk katmanlarının sınırında, hiçbir şeyin görünmediği, hiç değişmeyen, çivit renginde, bilinç zincirlerinin belirdiği, bilincin saydamlaştığı, görüngü ile bilincin, asetik asitte çözülen kurşun oksit gibi çözüldüğü bir ülke olmalıydı.
İşte Toru için mutluluk, gözünü böylesi uzaklıklara dikmekti. Kendini tam anlamıyla görme işlemine kaptırdığı zamanlar kendinden geçiyordu. Unutmayı sağlayan tek şey, gözlerdi – tabii aynadaki görüntünün dışında.
Peki ya Toru?
O, bu dünyaya ait olmadığına bütün yüreğiyle inanan, on altı yaşında bir delikanlıydı. Onun yalnızca bir yarısı bu dünyadaydı. Öteki yarısıysa çivit rengindeki ülkedeydi. Böylece onu denetleyen ne bir yasa kalıyordu ne de bir kural. Yalnızca bu dünyanın yasalarınca denetleniyormuş gibi yapıyordu, o kadar. Yoksa yasalar bir meleği denetleyebilir miydi hiç?
Yaşamı inanılmayacak kadar yalındı. Açlık, yoksunluk, toplumla devlet arasındaki çelişkiler Toru’yu şu kadarcık olsun rahatsız etmiyordu. Zaman zaman dudaklarını belli belirsiz bir gülümseme yalayıp geçerdi; ama bunun sevecenlikle hiçbir ilgisi yoktu. Bu tebessüm, insancıllığı yadsıyan son imge, dudakların oluşturduğu yaydan salıverilmiş, görünmez bir oktu.
Toru denize bakmaktan yorulunca masanın üzerindeki el aynasını alır, kendine bakardı. Solgun, biçimli yüzünde, sürekli hüzünle dolup taşan, güzel gözleri vardı. Kaşları ince ama mağrur, dudaklarıysa yumuşak ama kararlıydı. Fakat en güzel yeri gözleriydi. Bedenindeki en güzel yerin gözleri olmasında alaycı bir yan vardı; delikanlının kendi güzelliğini saptayacak olan organı, en güzel yeri olmalıydı.
Kirpikleri uzundu, büsbütün acımasız olan gözleri ilk bakışta bir rüyada yitip gitmiş gibi görünüyordu.
Öteki erkeklerden farklı olan bu yetim, ne kadar kötü şeyler yaparsa yapsın, kusursuz bir insan olduğuna bütün yüreğiyle inanıyordu. Bir yük gemisinin kaptanı olan babası denizde ölmüş, Toru kısa bir süre sonra annesini de kaybetmişti; ona yoksul düşmüş bir amcası bakmıştı. Ortaokulu bitirince devlete ait bir yetiştirme merkezinde geçirdiği bir yılın sonunda, üçüncü dereceden işaretçi lisansı almış ve Teikoku Sinyal Şirketi’nde çalışmaya başlamıştı.
Toru, yarılmış ağaç kabuğundan sızan özsuyun sertleştirdiği çam sakızı topakları gibi, yoksulluğa içerlemenin sertleştirdiği nasırlardan habersizdi. Onun kabuğu zaten sertti. Horgörünün o kalın, sert kabuğu.
Her şeyin apaçık ortada, verili olduğu bir yerde, insan görme sevincini ancak görünmez bir ufukta, denizin çok ötesinde yaşayabilirdi. Şaşırmaya ne gerek vardı? Üstelik aldatmacanın her sabah, hiç aksatılmaksızın, süt dağıtılır gibi kapı kapı dağıtıldığını bile bile?
Toru yaptığı işi en küçük ayrıntılarına kadar bilirdi. Geliştirdiği gemi saptama yöntemi kusursuzdu. Bilinçsizlik söz konusu değildi.
“Küçücük de olsa bilinçaltı bir dürtüyle konuştuğum ya da davrandığım takdirde, dünya bir anda yok olabilir. Kendi kendimin bilincinde olduğum için dünya bana ne kadar teşekkür etse azdır. Farkındalığın tek gurur duyulacak yanı denetimdir.”
Zaman zaman, belki de bilinçlilikle donatılmış bir hidrojen bombasıyımdır, diye düşünüyordu. Ne olursa olsun, onun bir insan olmadığı açıktı.
Titiz bir delikanlıydı. Günde defalarca ellerini yıkardı. Elleri sürekli ovuşturulmaktan beyaz ve kuruydu. Dünya için o, temiz, düzenli bir çocuktan başka bir şey değildi.
Dışındaki düzensizliklere karşı kayıtsızdı. Başkasının pantolonundaki kırışıklıkları dert etmeyi bir hastalık belirtisi olarak görürdü. Politikanın pantolonu ıslak, buruşuktu ama bunun ne önemi vardı ki?
Aşağıdaki kapının hafifçe vurulduğunu duydu. Şef, yerine tam oturmayan kapıyı her zaman bir kibrit kutusunu ezer gibi açar, basamakları ayaklarını güm güm yere vurarak tırmanırdı. Gelen o olamazdı.
Toru çabucak sandaletlerini giydi, tahta basamakları indi. Dalgalı camdaki pembemsi karaltıya seslendi ama kapıyı açmadı.
“Henüz çok erken. Altıdan önce gelmez. Akşam yemeğinden sonra tekrar uğrayın.”
“Ya?” Bir an düşünen dalgalı karaltı kapıdan uzaklaştı. “Öyleyse daha sonra gelirim. Onunla konuşacak o kadar çok şeyim var ki.”
“Evet, öyle yapın.”
Toru hiç nedensiz yanında getirdiği güdük kurşunkalemi kulağının arkasına soktu, koşarak yukarı çıktı.
Onu aşağıya çağıran kişiyi çoktan unutmuşçasına, hızla inen akşam kızıllığına baktı.
Güneş bulutların ardında batacaktı ama bu altı otuz üçte olacaktı; daha bir saatten çok vardı. Deniz gri bir renk almaya başlamıştı, bir an görünmez olan İzu Yarımadası yeniden göründü; çevresi mürekkeple çevrilmişçesine bulanıktı.
Seraların arasında, sırtlarında çilekle dolu sepetler taşıyan iki kadın göründü. Bunun dışında görünen tek şey, dövülmemiş bir madene benzeyen denizdi. Tam ikinci telgraf direğinin hizasında, bütün öğleden sonra yerinden kıpırdamamış olan, beş yüz tonluk bir yük gemisi duruyordu. Rıhtım ücreti ödememek için limandan erken ayrılmış, rahatça temizlenebilmek için de demir atmıştı besbelli. Temizliği bitmiş olmalı ki, demir almaya hazırlanıyordu.
Toru, içinde küçük bir lavabo ile gaz ocağının bulunduğu mutfağa gitti, yemeğini ısıttı. O sırada telefon çaldı. Arayan, Liman Denetleme’ydi. Niço-maru’dan, saat dokuzda limanda olacağına ilişkin bir haber almışlardı.
Toru yemeğini bitirince akşam gazetesini açtı. Birden, daha önce gelen kişiyi beklemekte olduğunu algıladı.
Saat yediyi on geçiyordu. Denize gece çökmüştü. Karanlığa yalnızca seraların kırağıdan bir paltoya benzeyen aklığı direniyordu.
Pencereden, hafif motorların çıkardığı homurtu geldi. Yaizu’dan ayrılan balıkçı gemileri sağa, Okitsu’nun sardalya dolu kıyılarına doğru yollanıyorlardı. Yirmi kadar geminin güvertesindeki kırmızı, yeşil ışıklar bir an önce öne geçmek için yarışmaktaydı. Denizin yüzeyine vuran ışıkların titreşmesi, yarı dizel motorların ilkel homurtusuna görsellik katıyordu.
Gece denizi bir süre için bir köy şenliğine dönüştü. Ellerinde fenerler, bir an önce şenliğe katılmak için acele eden köylüler, karanlık bir türbeye doğru ilerliyorlardı sanki. Toru gemilerin aralarında haberleştiklerini biliyordu. Acele ederek, denizin eşiğinden ilk önce geçmeye çalışarak, bereketli bir avı düşleyerek, canlı ve saldırgan, balık kokulu kasları pırıl pırıl, orada, denizin ortasında, telsizlerinin aracılığıyla birbirlerine sesleniyorlardı.
Gemilerin gidişini izleyen sessizlikte, eyalet karayolundan geçen araçların tekdüze vızıltısı duyuldu. Kapı çalındı. Gelen yine Kinue olmalıydı.
Toru aşağıya inip kapıyı açtı.
Pembe bir hırka giymiş olan Kinue, lambanın altında duruyordu. Saçına kocaman, beyaz bir gardenya takmıştı.
“İçeri girsene,” dedi Toru, erkeksi bir zindelikle.
Delikanlıya ancak çok güzel bir kadının yüzünde görülebilecek, zarif bir içtenlikle dolu gülümsemesiyle bakan Kinue, içeri girdi. Yukarıya çıkınca Toru’nun masasının üzerine bir kutu çikolata bıraktı.
“Bunu sana getirdim.”
“Bana karşı öyle iyisin ki.”
Odayı yırtılan selofan kâğıdının hışırtısı kaplamıştı. Toru ince uzun, yaldızlı kutuyu açtı, içinden bir çikolata alıp kıza gülümsedi.
Kızı her zaman çok güzel bir kadın yerine koyardı. Kinue, işaret ışığının arkasına geçip oturdu. Toru da masanın başına. Aralarına önceden saptanmış, özenle ayarlanmış bir uzaklık koyarak, her an basamaklardan aşağı uçmaya hazırmışçasına yerlerini almışlardı.
Toru teleskobun başındayken bütün ışıkları söndürür, odayı bir tek tavandaki floresan lambalar aydınlatırdı. Kinue’nun saçlarındaki gardenya pırıl pırıl parlıyordu. Çiçeğin altındaki çirkinlikse gerçekten görülmeye değerdi.
İnsanın gözünden kaçması olanaksız bir çirkinlikti bu. Doğru zaman ve doğru yerde kendine özgü bir güzelliğe kavuşabilecek, orta karar bir çirkinlikle ya da ruh güzelliğini ele veren bir çirkinlikle karşılaştırılması olanaksız bir çirkinlik. Bu, mutlak çirkinlikti, başka türlü tanımlanamazdı.
Oysa Kinue sürekli güzelliğinden yakınırdı.
“Senin en iyi yanın ne, biliyor musun?” dedi, dizleri görünmesin diye kısa eteğini çekiştirerek. “Sen, beni elde etmeye yeltenmeyen tek erkeksin. Doğru, sen de bir erkeksin, o yüzden sana hiçbir zaman tam güvenemem. Ama bak seni uyarıyorum. Bana kur yapmaya kalkışırsan, bir daha asla buraya gelmem. Bir daha yüzümü göremezsin. Hiçbir zaman, azıcık da olsa bana asılmayacağına söz veriyor musun?”
“Evet, bütün yüreğimle.”
Toru ant içercesine elini kaldırdı. Bu tür konularda Kinue’ya çok içten davranmak zorundaydı.
Bu yemin töreni her şeyden önemliydi. Toru söz verdikten sonra kızın hali tavrı değişti. Rahatladı, gevşedi. Kırılıverecek bir şeymişçesine saçındaki gardenyaya dokundu. Çiçeğin gölgesinde kalan dudakları bir gülücükle kıvrıldı; derin derin içini çekerek konuşmaya başladı.
“Ah, öyle şanssız bir insanım ki, her an ölebilirim. Bir erkek, bir kadın için güzelliğin ne demek olduğunu asla bilemez. Erkeklerin güzelliğe şu kadarcık saygıları yok. Yüzüme bakan her erkeğin aklından rezilce şeyler geçiyor. Hepsi de birer canavar. Bu kadar güzel biri olarak doğmasaydım, belki onlara birazcık saygı besleyebilirdim, Gözü bana değen her erkek bir anda canavarlaşıyor. Bu durumda nasıl saygı duyarım ki onlara? Bir kadının güzelliği onlara hemen en çirkin şeyleri çağrıştırıyor; bir kadın için bundan daha büyük bir işkence olamaz. Artık kente inmek hiç gelmiyor içimden. Yanımdan geçerken yüzüme, salyaları akan bir köpek gibi bakmayan tek erkek yok. Oysa ben sessizce yürümekten başka bir şey yapmıyorum. Karşılaştığım her erkeğin gözleri, onu istiyorum, onu istiyorum, diye haykırıyor. Evet, gözlerindeki anlamı yalnızca bu sözcüklerle açıklayabilirim. Kaldırımda yürüyemez hale geldim.
Az önce otobüste yine biri asıldı. Nefret ediyorum bundan.” Hırkasının cebinden küçük, çiçek desenli bir mendil çıkartıp zarif bir hareketle gözlerine bastırdı.
“Yakışıklı bir delikanlıydı, hemen yanımdaki koltukta oturuyordu. Galiba Tokyoluydu. Dizlerinin üzerine kocaman bir Boston çantası koymuştu, başındaysa siperlikli bir kasket vardı. Yandan bakıldığında biraz… şeyi andırıyordu.” Tanınmış bir şarkıcının adını verdi. “Durmadan bana bakıyordu. İçimden, işte yine başlıyoruz, dedim. Çantası öyle yumuşak ve beyazdı ki, ölü bir tavşana benziyordu. Kimse görmesin diye elini çantanın altına soktu ve parmağını uzatıp bacağıma dokundu. Tam şuraya. Baldırıma yakın bir yere. Şaşkınlıktan donakaldım. İşin en kötü yanı, son derece temiz pak, yakışıklı biri olmasıydı. Bir çığlık atıp ayağa fırladım. Bütün yolcular dönmüş bana bakıyorlardı; yüreğim öyle hızlı çarpıyordu ki, ağzımdan tek sözcük çıkmadı. Kibar bir hanım, neyim olduğunu sordu. Ona, yanımdaki delikanlıdan yakınacaktım. Ama çocuk kıpkırmızı kesilmiş, başını önüne eğmişti, bense çok yufka yürekliyimdir, bilirsin. Olup biteni anlatamadım. Gerçi onu aklamak bana düşmezdi ama oturduğum koltukta bir çivi olduğunu söyledim. Herkes bunun çok tehlikeli bir şey olduğunda birleşti, canları sıkılmış bir halde koltuğuma baktılar. Koltuk yeşil renkti. Biri durumu yetkililere bildirmemi önerdi ama önemi yok, dedim, nasılsa bir sonraki durakta inecektim. Gerçekten de indim. Otobüs yeniden hareket edince baktım, benim koltuk boş. Görebildiğim tek şey, siperliğin altında parlayan siyah saçlardı. İşte böyle. Kimsenin canını yakmadığım için beni kutlamalısın. Olayda incinen tek kişi ben oldum. Buna da memnunum. İşte güzel insanların yazgısı. Dünyadan gelen bütün kötülükleri sineye çek, yaranı gizle ve sırrını açıklamadan öl. Sence güzel, biçimli bir kız melek olma şansına, öteki insanlara oranla en çok sahip olan kişi değil midir? Olanları bir tek sana açtım çünkü sen sır saklamayı bilen bir insansın.
Evet, öylesin. Bunu yalnızca çok güzel bir kadın anlayabilir, bunu erkeğin gözlerinden okur, işte o zaman dünyanın çirkinliği, insanoğlunun gerçek biçimi silinip gider.” Kinue, “güzel” sözcüğünü her kullanışında, gövdesindeki bütün salgıları ağzında biriktiriyor ve sözcükle birlikte dışarıya tükürüyor gibiydi. “Cehennemi uzakta tutan şey, güzel kadınlardır. O bir mıknatıs gibi karşı cinsteki çirkinlikleri çeker, içi kan ağlarken gülümser ve ne yapalım, alın yazısı, der. İşte güzel kadınlar böyledir. Gerçekten çok yazık! Bunun ne büyük bir haksızlık olduğunu kimse bilemez. Böylesi bir şanssızlık salt güzel bir kadının başına gelir, üstelik onun bu duygularına katılan bir tek kişi yoktur yeryüzünde. Ne zaman bir kadın bana, keşke senin kadar güzel olsaydım, dese tüylerim diken diken oluyor. Neler çektiğimi bir bilse. Asla anlayamazlar! Onlar bir mücevherin yalnızlığını bilemezler. Bir pırlantayı parlaması için açgözlülükle sürekli ovaladıkları gibi, beni de pis düşünceleriyle yıkıyorlar. Eğer insanlar güzel olmanın ne demek olduğunu bilselerdi, bütün o güzellik salonları, estetik cerrahları filan iflas ederdi. Güzel olmanın iyi bir şey olduğunu sananlar, güzel olmayanlardır. Yalan mı?”
Toru altı köşeli, yeşil bir kalemi parmaklarının arasında evirip çeviriyordu .
Kinue varlıklı bir toprak sahibinin kızıydı. Sonu kötü biten bir aşk serüveninden sonra tuhaflaşmış ve altı ay bir akıl hastanesinde kalmıştı. Kıza, sayıklamalı bunalım, bunalımlı taşkınlık ya da buna benzer, alışılmadık bir tanı konmuştu. Hastaneden çıktıktan sonra ciddi bir kriz geçirmedi, yalnızca dünyanın en güzel kadını olduğuna inanmaya başladı.
Öyle kuruntularla boğuşuyordu ki, ona sürekli işkence eden aynasını kırdı ve aynaların bulunmadığı bir dünyaya sığındı. Gerçeklik onun için artık yumuşak, seçebileceği bir şey olup çıkmıştı; bu da salt istediği şeyleri görmesi, bunun dışındaki her şeyi yok sayması anlamına geliyordu. İnsanı yönlendiren ilke, çoğu insan için neredeyse mutlak bir felakete uzanan bir ip olabilir; oysa Kinue için bu ipin hiçbir karmaşık ya da tehlikeli yanı yoktu. Eski oyuncağı olan ben-bilincini kaldırıp çöp kutusuna attıktan sonra, kendine olağanüstü bir yaratıcılığı ve karmaşıklığı olan yeni bir oyuncak yapmaya girişmişti; sonunda da bu oyuncağı gereksinimlerini kusursuzcasına karşılayan bir şeye dönüştürmüş, onu yapay bir yürek gibi işletmeyi başarmıştı. Oyuncağı biçimlendirmeyi bitirdiğinde Kinue mutlak bir mutluluğa ya da kendi deyimiyle kusursuz bir mutsuzluğa erişmişti.
Geçmişte yediği darbenin kökeninde, büyük bir olasılıkla çirkinliğini yüzüne vuran bir erkek yatıyordu. Kinue o anda, yolunu aydınlatan ışığın söndüğünü, önünde yalnızca pisliğin uzandığını görmüştü. Madem görünüşünü değiştiremiyordu, o zaman dünyayı değiştirecekti. İçindeki gizli estetik cerrahını işe koştu ve her şeyi tersine çevirdi; böylece çirkin, kül renkli bir kabuğun içinden ışıl ışıl bir inci çıktı.
Kinue çevresi kuşatılmış, bir kaçış yolu bulmaya çalışan bir asker gibi dünyayla arasında temel, ancak ele geçmez bir bağlantı olduğunu ayrımsamıştı. Dayanak noktası bu olduğu için de, dünyaya baş aşağı bakmaya başladı. Devrimlerin en olağandışısıydı bu. Kinue, eşi bulunmaz bir ustalıkla şanssızlığını en çok sahip olmak istediği şeye dönüştürmeyi başarmıştı.
Sigarayı yaşına hiç yakışmayan bir cakayla tutan Toru geriye yaslandı, mavi kot pantolonlu, uzun bacaklarını uzattı. Kızın ardı kesilmeyen gevezelikleri her zamanki gibi basmakalıptı ama Toru sıkıldığını hiç belli etmedi. Kinue dinleyicilerine karşı çok duyarlıydı.
Toru komşuların yaptığı gibi kızla hiç alay etmezdi. Kızın onu sık sık ziyaret etmesinin nedeni de buydu zaten. Toru kendinden beş yaş büyük olan bu deli, çirkin kadınla ortak bir yönleri olduğuna inanıyordu: aykırılık. Dünyayı olduğu gibi kabullenmeyi reddeden insanlardan hoşlanırdı.
Birini deliliğin, ötekini ise bilinçliliğin koruduğu iki yüreğin katılığı, daha doğrusu katılık dereceleri aynıysa, birbirlerine ne kadar sürtünürse sürtünsünler, yaralanmaktan korkmalarına gerek yoktur. Tensel sürtünmelerden çekinmeleri gereksizdir. Kinue artık silahlarını bırakmıştı. Toru iskemlesini gıcırdatarak ayağa kalkıp ona doğru geniş adımlarla ilerleyince, kız bir çığlık atıp kapıya doğru koştu.
Toru hızla teleskobun başına geçti. Gözünü merceğe yapıştırdı, bir elini arkasına doğru salladı.
“Yapılacak işlerim var. Hadi sen git artık.”
“Özür dilerim. Düşüncesizce davrandım. Senin öteki erkekler gibi olmadığını biliyorum ama beni gafil avladın. Başıma öyle çirkin şeyler geldi ki, ansızın doğrulan bir erkek görünce, aynı şeyler olacak diye korkuyorum. Sürekli korku içinde yaşamak ne demektir anlarsın.”
“Zararı yok. Hadi eve git. İşim var.”
“Gideceğim. Ama…”
“Ne var?” Gözleri hâlâ teleskoptaydı; kızın merdivenin başında durakladığını hissetti.
“Sana… sana büyük bir saygı besliyorum, Toru. Neyse, hoşça kal.”
“Güle güle.”
Önce ayak seslerini, sonra da kapının kapandığını duydu. Teleskobun merceğinden bir ışığı izliyordu.
Kinue’yu dinlerken gözünü camdan ayırmamış ve bir işaret verildiğini görmüştü. Havanın bulutlu olmasına karşın, İzu tepelerinin batı kıyısı boyunca bir çakıp bir sönen ışıklar görünüyordu; karanlıkta bir kıvılcım çakmışçasına parlayan belirsiz, kuşkulu bir işaret bir geminin balıkçı gemilerini yararak yaklaştığını gösteriyordu.
Niço-maru’nun gelmesine bir saate yakın zaman vardı. Ama insan gemilerin sözlerinde kesinkes duracaklarını sanmamalı.
Bir geminin ışıkları teleskobun yuvarlağında, o belirsizliğin ortasında bir böcek gibi sürünerek ilerliyordu. Işık kümesi ikiye bölündü. Gemi yön değiştirmiş, baş ve kıç ışıkları birbirinden ayrılmıştı. Köprüdeki ışıklara bakılırsa birkaç yüz tonluk bir balıkçı gemisi olmadığı bu uzaklıktan bile anlaşılıyordu. Dört bin iki yüz tonluk Niço-maru olmalıydı. Toru’nun gözleri bir geminin ağırlığını ta buradan saptayacak kadar keskinleşmişti.
Teleskobun izlediği ışıklar İzu’nun ötesindeki ve balıkçı gemilerindeki ışıklardan uzaklaştı, denizde büyük bir güvenle ilerlemeye koyuldu.
Gemi ışıl ışıl yanan bir ölüm gibi, köprü ışıklarını suya yansıtarak gelmişti. Toru gece karanlığında gemiyi, hangi limana ait olduğunu belirten yazıyı, kıç ve güvertesini aydınlatan ışıkları gördüğü, bir yük gemisinin o kendine has biçimini seçtiği anda, haberleşme lambasının başına geçmişti bile. Işığı eliyle ayarladı. Sinyalleri çok hızlı verirse, gemi anlamakta zorlanabilirdi; sinyallerin ışığını çok bol tuttuğu sürece de, binanın güneydoğusundaki sütun bunların bir bölümünü kapatabilirdi. Ayrıca sinyalleri okumanın ve yanıtlamanın ne kadar zaman alacağını önceden kestirmek güçtü; dolayısıyla zamanlama çok önemliydi.
Toru şalteri açtı. Eski işaret lambasından cılız bir ışık süzüldü. Lambanın üzerinde bir kurbağanın gözlerine benzeyen, bir çift mercek vardı. Gemi karanlık gecede, yuvarlak bir boşluğun üzerinde kayıyordu.
Toru dikkati çekmek için aynı işareti üç kez yineledi: Nokta-nokta-nokta-çizgi-nokta. Üç nokta-çizgi-nokta. Üç nokta-çizgi-nokta.[1]
Yanıt gelmedi.
Sinyali üç kez daha gönderdi.
Bir çizgi. Köprünün yan tarafından gelen bir sızıntı gibiydi.
Uzaklardaki işaret lambasının önündeki panjurlann direncini duyumsayabiliyordu.
“Adınız?”
Nokta-çizgi-çizgi-nokta, nokta-çizgi-nokta-çizgi-nokta, çizgi-nokta-nokta-nokta-çizgi, nokta-çizgi, çizgi-nokta-nokta-nokta.
İlk çizgiden sonra geminin adı bir hayalet gibi belirdi.
Çizgi-nokta-çizgi-nokta, nokta-çizgi-çizgi-nokta, nokta-nokta-çizgi-nokta, çizgi-çizgi, nokta-nokta-çizgi, çizgi-nokta-nokta-çizgi, çizgi-nokta-çizgi-çizgi-nokta.
Gemi kesinlikle Niço-maru’du.
Uzunlu kısalı ışıklarda yabanıl bir devingenlik vardı, tıpkı sabit ışıklardan oluşan bir kümenin içinde, sevinçten çılgına dönmüş tek bir ışık noktası gibiydi. Karanlık denizin karşısından haykıran ama üzgün olmayan, madeni bir ses; sevinçle inleyen bir çığlık. Yalnızca bir geminin adını bildiriyordu; ama ışığın sonsuzcasına altüst olmuş tınısı aynı zamanda her şeyiyle, çok heyecanlanmış bir nabzın düzensizliğini dışa vuruyordu.
Sinyalleri veren kişi büyük olasılıkla, nöbetteki ikinci kaptandı. Toru bu sinyallerde, evine dönen kaptanın içinden neler geçtiğini duyumsayabiliyordu. Beyaz boya kokusuyla, pirinç göstergelerin ve dümenin pırıltısıyla dolu o ıssız odanın havasında, uzun yolculuğun yorgunluğu, güney güneşi hâlâ asılıydı. Yellerden, taşıdığı yükten bitkin düşmüş bir gemi yuvaya dönüyor. Erkeksi bir bitkinlikle dolu bir işbilirlilik. Eğitilmiş bir çeviklik; yuvaya dönen, gözleri kızarmış insanın yorgunluğu. Karanlık denizin iki ucundaki iki aydınlık, iki ıssız oda birbirine bakıyor. İletişim kurulunca, karanlıktaki bir başka canlının varlığı hayali bir ışık misali denizin ortasında beliriyor.
Açıkta demir atacak, sabah olunca limana girecekti. Karantina saat beşte kapanıyordu, sabah yediden önce açılmazdı. Toru, gemi üçüncü telgraf direğinin önünden geçinceye kadar bekledi. Daha sonra sorulduğunda, saati bildirmesi gerekecekti.
Kendi kendine, “Yabancı limanlardan gelenler daima erken gelir,” dedi. Bazen kendi kendine konuşurdu.
Saat dokuza geliyordu. Rüzgâr kesilmişti, deniz sakindi.
Saat onda birden bastıran uykuyu dağıtmak, biraz hava almak için dışarıya çıktı.
Otoyoldaki trafik hâlâ yoğundu. Şimizu Limanı’nın kuzeydoğusunda kalan ışıklar sinirli sinirli kırpışıyordu. Havanın duru olduğu günlerde batan güneşi yutan Udo Dağı, şimdi kapkara bir kütleydi. H. Tersanesi’nin yatakhanesinden sarhoş şarkıları geliyordu.
Toru yeniden içeri girdi, radyoyu açıp hava raporunu dinledi. Yağmur bekleniyordu, deniz dalgalı, görüş mesafesi ise kısa olacaktı. Sonra haberlere kulak verdi. Kamboçya’daki Amerikan güçleri, Özgürlük Cephesi’ndeki üsleri, levazım depolarını ve hastaneleri ekim ayına kadar kapatma kararı almıştı.
On otuz.
Görüş alanı hâlâ dardı; İzu’nun ışıkları görünmez olmuştu. Mehtaplı, aydınlık bir geceden çok daha iyi böylesi, diye düşündü Toru, uykulu. Suya vuran ay ışığı yüzünden gemilerin ışıklarını seçmek güçleşirdi.
Çalar saati bir buçuğa ayarladıktan sonra, portatif yatağa uzandı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMeleğin Çürüyüşü - Bereket Denizi 4
- Sayfa Sayısı228
- YazarYukio Mişima
- ÇevirmenPüren Özgören
- ISBN9789750719813
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kaçak – Tehlikeli İnatçı ve Kedi ~ Rachel Vincent
Kaçak – Tehlikeli İnatçı ve Kedi
Rachel Vincent
KEDİLER HER ZAMAN DÖRT AYAK ÜSTÜNE DÜŞMÜYORMUŞ… Bunu herkesten iyi bilmem gerekir. Yeniden Gurur sürüsüne katıldığımdan beri büyük kararlar aldım ve belki de bu...
- Frankenstein Ya Da Modern Prometheus ~ Mary Shelley
Frankenstein Ya Da Modern Prometheus
Mary Shelley
19. yüzyılın hemenbaşındayazılmış olanbu gotik roman geleneği içinde kendine özgü yerini yaklaşık iki yüzyıldır koruyan Frankenstein Ya da Modern Prometheus romanının doktoru Frankenstein, Zeus’tan...
- Melek Sustu ~ Heinrich Böll
Melek Sustu
Heinrich Böll
ikisi de yalan söylediklerini biliyorlardı, yalan söylüyorlardı ve neden yalan söylediklerini bilmiyorlardı. Nedenini bilemiyorlardı; ama yine de yalan söylüyorlardı ve yalan söylediklerini biliyorlardı. 8...