Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kadın Krallığı -Son Anaerkil Toplum
Kadın Krallığı -Son Anaerkil Toplum

Kadın Krallığı -Son Anaerkil Toplum

Ricardo Coler

Burada evlilik denen bir kurum yok. Bu kadınlara göre gayet gereksiz bir kurum. Neden bütün ömürlerini tek bir erkekle geçirsinler ki? Toplumda erkek ast ve yetkisiz. Erkekler, ne yaşadıkları evin ne de bölgedeki herhangi bir malın sahibi olamazlar. Sadece kadınlar için çalışabilirler.

Burada evlilik denen bir kurum yok. Bu kadınlara göre gayet gereksiz bir kurum. Neden bütün ömürlerini tek bir erkekle geçirsinler ki? Toplumda erkek ast ve yetkisiz. Erkekler, ne yaşadıkları evin ne de bölgedeki herhangi bir malın sahibi olamazlar. Sadece kadınlar için çalışabilirler. Kadınlar, kalacakları yer ile beslenmeleri için gereken yiyeceklerin temininden ve çocuklarının eğitiminden sorumlular. Ekonominin bekçileri onlar. Ailenin bütün mal varlığı sadece kadınlarda. Yasal olarak kadınlar her türlü avantaja sahipler: Soyadı vermek, miras almak gibi haklar kadınlara ait. Kız çocukları anaerkil bu toplumda çok önemli çünkü soyun devamı kız çocuklarla sağlanabilir. Bilinmedik ve şaşırtıcı bir dünyaya yolculuk yapan Arjantinli gazeteci Ricardo Coler, Çin’in güneyine giderek Mosuolar ile birlikte yaşadığı iki ayı anlatıyor. Son anaerkil toplum olarak adlandırılan Mosuolar’ın kadın egemen dünyasını tanımaya hazır mısınız?

***

BİRİNCİ BÖLÜM

YAKLAŞIK ALTI SAAT BOYUNCA dar ve taşlı bir yolda gittikten sonra, otuzlu yaşlardaki, gür saçlı, Tibetli şoför Dorje kamyoneti durdurdu. Üç bin metreden daha yüksek bir yerdeyiz ve son günlerde aralıksız yağan yağmurdan dolayı dağlardan düşen kayalar ilerlememize imkân vermiyor. Sağımda yamaç, solumda uçurum, önümüzde ise taşlar var. Dorje, taşlardan nasıl kurtulup da yolculuğumuza devam edebileceğimize bakmak için arabadan iniyor. Birkaç adım atıp çömeliyor ve başını öne eğiyor. Ben de oturduğum yerden onu izliyorum.

Dorje, elini çamura batırıp bir avuç aldıktan sonra, bir süre hareketsiz kalıyor. Birden omuz silkiyor, geri dönüp kamyonete biniyor ve çalıştırıyor. Diğer üç tekerlek aracın bütün yükünü kızgınca, tepinerek taşırken, birisi havada kalıyor. Sırt çantam kucağımda, nefesimi tutup, arabanın diğer tarafına yaslanıyorum. Sonunda taşlardan kurtulup geçiyoruz; nasıl oldu bilmiyorum ama geçiyoruz. Dişlerim sıkılmış durumda, sırt kaslarım ise her an çözülmek üzere olan bir sicim demeti gibi.
Yolculuk öncesinde, yemek masasının üzerine dünya haritasını yaymıştım. Yarım küredeki siyasi ayrışmalar içinde, Çin Halk Cumhuriyeti solgun sarılarla, eyaletlerinin başkentleri ise boş dairelerle gösterilmiş. Bu başkentlerden biri olan Kunming ise, haritada, lekelere benzeyen mor, yeşil ve eflatun renklerle belirtilmiş Yunnan bölgesinde, Vietnam, Laos ve Birmanya sınırlarına dek uzanan geniş bir toprak parçası olarak görülüyor. İşte şimdi ben bu bölgede, sallanarak gittiğimiz, tozdan rengi değişmiş bir kamyonetin içindeyim ve Asya’nın en büyük dağ göllerinden biri olan Lugu kıyısında bulunan Loshui’yu arıyorum. Orada, günümüzde ender olarak rastlanan anaerkil toplumların en bozulmamışı bulunuyor: Kadın Krallığı.
Yüksek yollardan geçerken, haritada bile gösterilmeyen bu yere doğru gitmenin, var olmayan bir noktaya varma ideasına dönüştüğünü farkediyorum.

Oysa bir yıldan az bir zaman önce Loshui’daydım ve sabahın erken saatlerinde, kesinlikle tekrar geri döneceğimi söyleyerek vedalaşmıştım.

Loshui bölgesindeki Mosuo toplumunda, kadınlar yönettiği zaman nelerin yaşandığı açık bir şekilde görülüyor. Durum basitçe böyle. O ana dek benim için doğal kabul edilen, mantıklı ve arzulanır olan şeyler, onların âdetlerini anladığımda beni mat etti.
Kadının boyunduruk altına alındığını düşünmek mi? Bu bölgede hayır. Evlenmek isteyen kadınlar? Yok. Babaya saygı duymak? Hangi babaya?

Bu sefer, onlarla tekrar beraber yaşamak ve yapabildiğim kadar ropörtaj yaparak, ilk gelişimde beni şok eden hiçbir detayı atlamamak için hazırlıklı gidiyorum.

Mosuolar, gerçekten kadınların yönettiği, nüfusu yirmi beş bin olan bir topluluk.
Feminist hareket için cennet sayılabilecek bir yer. Erkeğin sözde hiyerarşisi olmadan ve bu hiyerarşinin baskısı hissedilmeden nasıl yaşanılabileceğine dair bir örnek.

Burada, yapbozun parçaları başka bir şekilde yerleştirilmiş. Erkekler ve kadınlar, bizlerin her zaman alışkın olduğumuzdan farklı konumdalar. Kadınların her şeyi var ve erkeklerin en alt seviyede sahip olduğu imtiyazların çoğuna da onlara ancak kadınlar sağlayabiliyor. Farklı bir oyun şekli, cinsiyetlerin trajedi-dram-komedi oyunu için değişik bir senaryo. Bu değişikliklerin neler olduğunu görmek istiyorum. Nasıl hareket ediyorlar, ilişkileri nasıl, bir toplum erkekler tarafından yönetilmediğinde ve erkeklerin temel mirasçı olmadığı durumlarda neler yaşanıyor, gözlemlemek istiyorum. Burada bir kadının maşizm1 eğitimi ile şartlandırılması düşünülemez. Burada bir erkeğin kadını maddi desteksiz bırakarak terk etmesi imkânsızdır. Loshui’de kadınlar, erkekler karşısında kesinlikle zayıf değildir.

Dört gün önce Pekin’den ülkeye girdim. Pekin, Çin’in başkentinden çok, yüksek binalarıyla, dükkânlarıyla ve ışıltılı tabelalarıyla, Amerika şehirlerine benziyor.

Sokaklarda yürürken, asker tarzı giysilerini, batı modasına uygun görünüşlü giysilerle değiştirmiş gençlerle karşılaşıyorsunuz. Gözleri kamaştıran, olağandışı ışıklar saçan parlak tabelalarla ve cep telefonlarıyla dolu bir şehir.
Beni havaalanında yirmi iki yaşında bir üniversite öğrencisi karşıladı. Pamuklu beyaz gömlek ve siyah pantolon giymişti. Bu Çinli genç kızın, giyim tarzı ve davranışlarıyla, tanıdığım diğer gençlerden herhangi bir farkı yoktu. Devletin, onu günde iki saatlik bir işte görevlendirmesine yetecek seviyede İngilizce biliyordu. Pekin’e gelen yabancıların, yolculuklarına devam etmeden önce geceyi geçirmeleri ve otele kayıt yaptırırken herhangi bir terslikle karşılaşmamaları için tercüman gönderiliyordu. Arabaya biner binmez, gitmek istediğim yerin onda merak uyandırdığını söyledi. Tabii ki yapacağım yolculuktan söz ediyordu.
“Evet, Mosuolar hakkında bir şeyler duydum,” dedi. “Peki orada aradığın şey nedir?” Mosuo’da yaşayan kadınların bende bu kadar çok merak uyandırmasının nedenini; beni tek başıma, çok uzaklardan buraya getiren gizemli şeyi bilmek istiyordu. Onun için, çıktığım bu yolculuğun nedenini bulmak, onu eğlendiren ve aynı zamanda kaygılandıran bir bilmecenin anahtarına ulaşabilmek gibi bir şeydi.

Ben ne arıyordum peki? Kadınlar tarafından yönetilen bir toplumun nasıl idare edildiğini, kadınsal yönlerinin neler olduğunu ve diğerleriden farklı bu sistem içerisinde nelerin, nasıl değiştiğini inceleyecektim. Tarihsel olarak ataerkil bir toplumdan geliyorum. Anaerkil bir toplumun içinde olmak, beni, var olan konumlar tersine çevrildiğinde ve oyunun kuralları değiştiğinde neler olduğunu görmeye dair bir yöntem bulmaya götürecekti. Üstelik bizler arasındaki erkek rolünün zayıflıyor olduğu doğruysa, anaerkil toplumun nasıl yürüyor olduğunu anlamak, gelecekte bunun nasıl sonuçlanabileceğini de bilmektir. Ona yolculuğumun nedenini bu şekilde açıkladım. Beni dikkatlice dinledikten sonra dedi ki:

“Tamam, seni anlıyorum ama aradığın şey tam olarak nedir?”

***

Sonunda, Pekin’den başlayarak bütün bir ülkeyi genişlemesine geçerek, Yunnan’ın başkenti Kunming’e vardım. Bu şehirde 13- yüzyıl boyunca kullandıkları resmi para deniz kabukları olmuş. Ticaretle uğraşanlar, sattıkları mallar karşılığında bu deniz kabuklarını alırlarmış ve borçlarını da o deniz kabuklarıyla öderlermiş. Marco Polo’nun, seyahat notlarında anlattıklarına göre kırk deniz kabuğu bir Venedik parası değerindeymiş. Bu şehirde değişim olumlu yönde olmuş. Bugünün Kunming’i dükkânlarla, lüks ofislerle ve beş yıldızlı otellerle dolu.

Yolculuğumun son havalimanı Lijiang oldu. Buradaki havalimanı yalnızca kabotaj uçuşları ve nakliye uçaklarının kullanımı için uygun. Bagajımı aldıktan sonra, havaalanından çıkar çıkmaz şoförüm Dorje ve tercümanım Lei ile tanıştım. İkisi beraber, ellerinde ismimin yanlış ve irticalen yazılmış olduğu bir kâğıt tutmuş, beni bekliyorlardı. O kâğıda aslında hiç de lüzum yoktu çünkü havaalanındaki tek Batılı bendim.

Lijiang, buzdan çözüldüğü için suyunun soğuk olduğu bir nehrin yarıp geçtiği, eski görünümlü küçük bir yerleşim yeri. Bu şehrin sokaklarında kaybolmak Orta Çağ Asyası’nın içine girmek gibi bir şey; hiçbir şey sormaksızın ve hiçbir yön tabelasıyla karşılaşmaksızın gerçek anlamda bir kayboluş. Nehir açıldıkça vadide kanallar oluşturuyor. Su, evlerin kapılarına neredeyse yapışık akıyor. Orada yaşayanlar mutfak araç gereçlerini tekrar kullanmadan önce nehrin akan sularında çalkalıyorlar. Durulanan eşyalar temizlenirken eller de suyun soğukluğundan morarıyor. Evlerden birinin maviye boyanmış kapısında sazdan yapılmış kocaman iki elek duruyor. Yaşlı bir kadın uzun bir pipo içiyor. Güneş, dağların rüzgârı ve geçen yıllar kadının yüzünde kırışıksız tek bir yer bile bırakmamış. Piposunun dumanını uzunca tüttürerek beni selamlıyor.

Yunnan’ın bu ilçesi, dünyanın etnik azınlık anlamında en yoğun yerlerinden biri. Burada beyaz örgülü takkeleriyle Çinli müslümanlar, Suudi Arabistan Araplarından daha çoklar. Detaylarda kaybolmaksızın, mavi önlükleriyle Nakşiler dükkân aralarından yürüyorlar. Nujiang Nehri’ni bağlayan ipten köprüyü geçen Lisular ise alışverişten dönüyorlar. Bileklerinde kırmızı çiçeklerle Baili genç kızlar yürürken gülümsüyorlar. Hemşehrilerinin aksine, omuzlarına iki katı yük almış olan Zhuanların endişeli hâline bakıyorum. İşi zamanından önce bitirmek istedikleri için mi yoksa ne olur ne olmaz diye mi ihtiyaçlarından fazlasını taşıyorlar, bilmiyorum. Yiler belki sayıca en fazla olanlar; uzaktan tanınabiliyorlar. Kadınların yaklaşık bir metre genişliğindeki siyah şapkaları, şahsi çatılara benziyor. Beyaz gömlek ve kırmızı yelekleriyle yürürken yabancının bakışlarını engellemek için başlarını öne eğiyorlar. Yabancı olan ise benim. Çin’in bu bölgesinde, bolca cebi olan giysilerimle, yandan cepli keten pantolonum ve fotoğrafçı yeleğimle, şatafatlı geleneksel giysilerin yanında, garip bir insan gibi kalıyorum yanlarında.
İlk geceyi, Lijiang’ın merkezine birkaç kilometre uzaklıkta, her türlü rahatlığa sahip bir otel odasında geçirdim. Dağlara doğru yola koyulmadan önce bana bahşedilen son bir hediyeydi bu.

Lei, tercümanım, otuz beş yaşlarında, zayıf, kısa boylu, kısa saçlı ve ciddi görünüşlü bir adamdı. Ellerini köylü giysisinin ceplerine sokarak yürüyordu. Eğitim almışçasına nazik davranıyordu. Tanıştığımız andan itibaren politik görüşlerime özel ilgi gösterdi. Bana göre oldukça fazlaydı bu ilgi. ABD’nin Doğu politikası için ne düşünüyordum, gelişen kapitalizm için fikrim neydi, Tayvan Adası’yla olan çatışmayı nasıl görüyordum. Çok iyi bir niyetle ilk sorularını cevaplandırmaya çalıştım ama sohbet ilerledikçe Lei benden daha net görüşler istemeye başladı. Tartışmaya açtığı konuların, hakkında başka birinin pek fikri olmayan yerel politik konular olduğu aşikârdı. Washington’la Pekin arasındaki ilişkileri anlaşılabilecek kadar açıkça anlatmama rağmen, Lei ısrar ediyordu. Öyle ki, bana, benim için gerekli talimatları almış gibi hissettirmeye başladı.

Otele kaydımı yaptıktan sonra, sırt çantamı bırakıp sokakta yürümeye koyuldum. İki saat sonra tercümanımla tekrar karşılaştım. Onu selamladıktan ve birkaç kelime ettikten sonra yanından uzaklaştım. Köşeye varınca geri dönüp baktığımda, onu, birkaç dakika önce ayrıldığım dükkânın sahibiyle sohbet ederken gördüm. Aynı gece, saat değişiminin etkisinden hâlâ kurtulamadığım için, sabaha karşı saat üçte uykusuz bir vaziyette odadan koridora çıktım. Lobiye inip birkaç not hazırlamak istiyordum. Lei’nin ayrı bir odası olmasına rağmen onu koridorun sonunda duvara dayanmış sigara içerken gördüm.
Bana, bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sordu.

“Hayır, teşekkür ederim Lei.”

Odama döndüm ve günün ilk saatlerinde kahvaltı etmeye hazırlanırken tekrar onunla karşılaştım. Salonda değildi. Mutfakta oturmuş, gözlerini mutfak raflarının üstüne dikmişti. Bu sefer, daha da azalmış ilgisiyle ve kahve fincanıyla masamın yanına kadar gelip izin almadan oturdu. Burada ne aradığımı bütün ayrıntılarıyla ona anlatmamı istedi. Açıkladım. Lei benim Mosou topluluğuna karşı olan ilgimin politik herhangi bir nedeni olup olmadığını agresif bir biçimde düşünmeye koyuldu. Bilinmeyen bir ülkeden gelen Güney Amerikalı bir yabancının, tek başına, film ve fotoğraf çekmek için bütün araç gereçlerini yüklenmiş bir vaziyette, pek de tanınmayan bir yere, kadınları görmeye gidiyor olmasını bir türlü anlamıyordu. Çünkü kendisi böyle bir durumla hiç karşılaşmamıştı. Ona söylediklerimin içinden bir şey dikkatini çekinceye kadar, bana kız arkadaşı hakkında yorum yaptı. Konuşmamız Lei için, pek de hoş olmayan bir masala benziyordu. Kız arkadaşı hakkında anlattığı şey bana komik ve kişisel bir anekdotu hatırlattı. Anlattığımda Lei başını sallayarak onayladı ve hatta bana bir öğüt verdi. Ona, Mosou erkeklerinin adaletsizliği nasıl çözdüklerine dair, bir önceki yolculuğumda araştırdığım bir şeyi anlatma fırsatım oldu. Lei sessiz kaldı. Bir kahve daha ve masaya da, birlikte yememiz için bir tabak sıcak kurabiye istedi.

Ertesi gün sabah saat beşten önce yola çıkmak istiyordum. Güneş batmadan Loshui’ye varmak için Lijiang’tan erken saatlerde ayrılmak, günün ilk ışıklarıyla birlikte yola koyulmak gerekiyordu. Önümüzde on iki saatlik zorlu bir yol vardı.
Böylece yola koyuldum ve şimdi, medeniyet olarak değerlendirilen noktalardan uzakta, yolumuza devam ediyoruz. Kayalıklı yollarda bir saat boyunca gittikten sonra Yi topraklarına vardık. Yol kenarlarında yerleşim merkezleri görünüyor. Kadınlar sırtlarında odun yüklü küfelerle yoldan geçiyorlar. Saçlarını tepeden toplamışlar ve koyu renkli giysiler giymişler. Kız çocukları taşıdıkları yükten dolayı sanki daha hızlı büyüyorlar; birbirinden ayrılmayan ikizlermiş gibi hepsi. Lei bana, biraz sonra ailesinin yaşadığı evin yakınından yani Han yerleşim yerinden geçeceğimizi söylüyor.

Suyumun bitmekte olduğunu farkettiğimde daha yolun yarısındaydık ve burası su temin edebileceğimiz bir yerdi. Bendeki su, kamyonetin içindeki tozdan ve kokudan dolayı ağzımda garip bir tat bırakıyordu. Yolculuk etmenin kötü tarafı bu olmalı.
Kamyonet, yolun engebeli ve eğri oluşundan dolayı zıplıyor. Neredeyse Dorje’nin ve Lei’nin ensesine ya da Yi’nin yol kenarında yeni filizlenen çalılıklarına düşecektim.

Lei’nin anne ve babası dağda bir balık çifliğinin sahibi. Toprakla uğraşmak yerine koyu bir sıvıyla doldurdukları dört balık havuzuyla uğraşıyorlar. Orada durduk. Arabadan indiğimizi gören yaşlı bir kadın, ince hasırdan bir kamışla havuzdan balık çıkardı. Bize ikram etti ama kabul etmek imkânsızdı çünkü mümkün olduğunca çabuk diğer tarafa gitmeliydik.
Lei ve annesi diğerleriyle aynı şekilde vedalaştılar: Fiziksel olarak çok fazla yakınlaşmadan.
Sonraki iki saat boyunca, şoför ve tercümanım, Mandarin dilinde çok ilginç bir sohbete dalıp gittiler; ta ki tepenin arkasından, en yüksek doruğundan, Lugu Gölü görünene dek.

Bölgenin sunduğu manzara büyüleyiciydi: İçindeki birkaç gölcükle o büyük su birikintisi, mavi gökyüzünün aynası gibiydi. İnsana yol kenarında durup dalıp gitme arzusu veriyordu. Bu da o günün güzel bir aktivitesi olurdu.
Yerleşim yerine varıyoruz ve beni bir kadın karşılıyor. Eşyalarımı bırakacağım yeri gösteriyor. Evin diğer sahipleri çekinerek yaklaşıyorlar. Benim de onlarda bir merak uyandırdığımı unuttuğumu fark ediyorum. Lei ile, beni işaret ederek konuşuyorlar. Evin kadın reisi koridorun direklerinden birine dayanmış, uzaktan başını eğerek beni selamlıyor. Evin reisinin genç bir kadın olması ise bende şaşkınlık yaratıyor.

İKİNCİ BÖLÜM

GÜNÜMÜZDE, VARLIĞINI SÜRDÜREN anaerkil topluluk sayısı eskiye oranla azalmıştır ve kalanlar da yavaş yavaş kaybolmaya başlıyorlar.

Onlardan birisi, Avustrulya’nın kuzeyinde, Papua Yeni Gine’nin karşısında, Bouganville Adası’nda yaşayan kadın egemen topluluk olan Nagovisiler. Orada toprakların sahipleri sadece kadınlar ve erkekler kadınların yetiştirdiklerine bağımlı olarak yaşıyorlar. Evlilik anlayışı basitçe; beraber uyumak ve kadının evinde erkeğin kadınla iş birliği kurması üzerinde şekilleniyor. Erkekler, ne yaşadıkları çiftliğin ne de bölgedeki herhangi bir malın sahibi olamazlar. Sadece kadınlar için çalışabilirler.
Nagovisilerde bir çift eğer tartışırsa, kadın erkeğe, ağaçlarından meyve almasını yasaklayabilir. Eğer bu durum uzarsa boşanmaktan başka bir yol kalmayabilir ya da erkek ölüm derecesinde açlık çeker. Buna karşılık, boşanma ya da erkeğin aç kalması gibi durumlar, aşırıya kaçan, çok uç noktalardaki örneklerdir. Bu tip durumlara düşmek yerine genelde, komün hayatının ve çalışmalarının keyfini çıkararak yaşıyorlar.

Anaerkil topluma başka bir örnek ise Endonezya’da, Sumatra’nın batısında yaşayan Minangkabaular. Orada aile reisi anne oluyor. Kadınlar, kalacak yerden, çocuklarının eğitiminden ve beslenmek için yiyecek temin etmekten sorumlular. Ekonominin bekçileri onlar. Ailenin bütün mal varlığı, evlerinin anahtarları sadece kadınlarda.

Khasiler ise, Hindistan’ın kuzeydoğusunda; ülkenin bir kolu olan ve Pakistan, Bhutan ve Birmanya tarafından çevrelenen Meghalaya Devleti’nde yaşıyorlar. Diğer yurttaşlarından daha farklı bir kültürleri var. Misafirperverlikleri, kibarlıkları ve iyi huylu olmalarıyla (anaerkil toplumlarda eğer ortak bir nokta varsa o da üyelerinin her birinin iyi mizaçlı oluşudur) tanımlanırlar. Onlar için bir aileyi tanımlayan şey babanın soyadı değil, annenin adıdır. Mirasçı olan sadece kadınlardır ve temel haklara sahip olan da yine onlardır.

Bu toplumda bir kız çocuğu sahibi olana dek çocuk doğurmak âdettir. Soylarını devam ettirmenin yolu budur.
Nagovisiler kadar Khasiler için de kadın vücudu, doğanın gücünün cisimleşmiş hâlidir. Yaşam böylece tekrar çoğalır. Güneş ile arzuyu, doğuranın sıcaklığıyla ve parlaklığıyla özdeşleştirirler.
Eğer bir ailenin, çocuklarının hepsini okula göndermek için yeterli kaynağı yoksa, okuma-yazma öğrenemeyecek olanlar erkek çocuklar olacaktır.

Hindistan ın kuzeydoğusundaki Meghalaya toplumu (yukarıdaki pembe yerde sanırım aynı yer için Hindistan’ın kuzeybatısında diyor??), belki de bu gezegende erkil(ne erkil?? Erkil tek başına kullanıldığında bir fizik terimidir. Bkz. Tdk) bir hareketi özgürce tanıyan tek yerdir: Synkhong Rympei Thymmai, yani Yeni Kalp Derneği. Öz ailelerinde kendilerini yabancı hisseden binden fazla üye, haklarını aramak için toplanmaya karar vermişler. Yöneticileri, anne babalarının, gururlarını kırdığını düşünen bir grup üniversiteli öğrenci. Dernek üyelerinin anlattıklarına göre bu duruma başlıca örnek ise Kızkardeşler Meclisi. Bu, kocaları evden atan bir tür aile mahkemesi ve atılan kocaların çocukları ile vedalaşmasına izin verme nezaketi bile gösterilmiyor. Evde hiç kimse erkeği gerçekten ciddiye almıyor, erkek, evin hiyerarşik anlamda en alt basamaktaki üyesi.

Yeni Kalp Derneği, erkeklerin, kendi haklarını talep edebilmeleri, refaha kavuşmaları ve üstünlüğe sahip olan kadın rakiplerinin arasında eşit düzeyde hak elde etmeleri için bu hareketle aşırı ilgilinen Katolik kilisenin tam desteğini alıyor. Tanrı’nın erkek olduğu bir din olan Hristiyanlıkta, anaerkil bir kültürün içinde bulunmak çok zor. Eğer evi yöneten kişi kadın ise, erkek olan Tanrı korkusu kimsede olmayacaktır.

Mosuolar Tibet kökenlidir. Hristiyanlıktan kısa bir zaman önce Loshui bölgesine göç etmişler. Çin’in fethinden önce, 13- yüzyılda, İmparator Kublai Kağan, bütün sefer boyunca atlarının da desteğiyle güçlenen savaşçılar olarak tanınan ve başı çeken Moğol ordusuyla bölgeye girmiş. Efsaneye göre, toprağa hiç basmadan uyuyor, yemek yiyor ve ilerliyorlarmış. Kublai, atlann yollarına devam edebilmeleri için bölgede su içebilecekleri kuyular, yeniden toparlanabilecekleri ve dinlenebilecekleri yerler ararken, aylar süren yollardan sonra bir seferliğine atlardan inilmesine izin vermiş. Gerçek bir dinlenme, sadece Moğol askerleri için değil, onların kılıçlarını sırtlarında taşıyan ve sahiplerinin yeteneklerinden tükenmiş, pek çok şeyden feragat eden hayvanlar için de gerekliymiş.

Attan indiklerinde, topraktaki köylülerle iletişim kurmak onlar için kolay olmuş. Özellikleri birbirine benzeyen Tibetlilerle Moğollar düzgün bir şekilde iletişim sağlamışlar ve sonunda toplumun bugünkü fizyonomisini oluşturan Çinliler ortaya çıkmış.
Temel ekonomik faaliyetleri, tarlalarda yaptıkları işlerden gelen gıda. Ekip biçiyorlar ve hayvancılıkla uğraşıyorlar. Otobüsle on iki saatlik mesafede bulunan en yakın şehir merkezi olan Leijink ve diğer komşu kasabalarla ticaret yapıyorlar. İklim ise, kışın sert geçiyor ve bazı aylarda herhangi bir üretim yapmak imkânsız bir hâl alıyor. Öyle ki, kar orada yerleşim yerinin tek ev sahibi oluyor.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı - Anlatı Edebiyat Günlük
  • Kitap AdıKadın Krallığı -Son Anaerkil Toplum
  • Sayfa Sayısı162
  • Yazar Ricardo Coler
  • ÇevirmenFiliz Öztürk
  • ISBN9786055913618
  • Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
  • YayıneviNemesis Kitap / 2010

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Karanlık Vardiya ~ Ali YılmazKaranlık Vardiya

    Karanlık Vardiya

    Ali Yılmaz

    90’lı yılların politik arşivi… 90’lı yıllar Türkiyesi’ne yargısız infazlar, faili meçhuller, kayıplar, cezaevi direnişleri, köy yakmalar, açlık grevleri ve ölüm oruçları damgasını vurdu. Bu dönemde 12 Mart ve 12 Eylül’ün yol açtığı şiddetten hem nitelik hem nicelik olarak çok daha fazlası uygulandı. Karartılmış kanıtların koyu gölgesinde hak ihlallerinin ve mağdurlarının sayısını bilmek ise neredeyse imkânsız.

  2. Gezgin Günce – Britanya Defterleri, 2008 ~ Ali TeomanGezgin Günce – Britanya Defterleri, 2008

    Gezgin Günce – Britanya Defterleri, 2008

    Ali Teoman

    Gezgin Günce, Ali Teoman’ın 2008 yazında eşi ve arkadaşlarıyla birlikte gittiği Edinburgh ve Londra seyahatinin izlenimleri ve gözlemlerinden oluşuyor. Ancak, bir gezginin değil, bir...

  3. Limni’de Sürgün Bir Veli & Niyazi- Mısri’nin Hatıraları ~ Limnili Şeyh Abdi-i Siyahi , Dr. Mustafa TatcıLimni’de Sürgün Bir Veli & Niyazi- Mısri’nin Hatıraları

    Limni’de Sürgün Bir Veli & Niyazi- Mısri’nin Hatıraları

    Limnili Şeyh Abdi-i Siyahi , Dr. Mustafa Tatcı

    H Yayınları tarafından programlanan “Niyâzî-i Mısrı Okulu” serisinin ilk kitabı LİMNİ’DE SÜRGÜN BİR VELÎ -Niyâzî-i Mısrî’nin Hatıraları- okuyucusuna arz edilmektedir. H Yayınları, Türk tasavvuf...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur