“Muazzam bir hayal gücüyle harmanlanmış, büyüleyici ve eğlenceli bir hikâye. Hiçlikten Gelen Kız’dan 15 sayfa okuyun ve hikâye sizi alıp götürsün. 30. sayfaya geldiğinizde kitap sizi esir alacak ve gece yarılarına kadar elinizden bırakamayacaksınız.”
Stephen King
“Stephen King müptelası okurlar için bir çırpıda okunacak bir yapıt. Justin Cronin’in virüs gibi yayılan ölmeyenlerinin hikâyesi tam onlara göre.”
The Independent
“Cronin’in göz dolduran kalın romanı klişeleri aşıyor ve hararetle okunacak bir kıyamet-sonrası vampir hikâyesi sunuyor bize.”
The Guardian
Nuh Projesi: ABD ordusunun elindeki büyük güç.
İnsanların yaşlanmasını yavaşlatacak bilimsel bir proje.
Virüsün enjekte edildiği 12 idam mahkûmu…
Sonuncu ve en önemli denek: 6 yaşında, sahipsiz bir kız, Amy Bellafonte…
Kanlı bir savaş sonrasında denekler laboratuvardan kaçar.
Son derece güçlü, vampire benzeyen bu yaratıklar müthiş bir açlıkla, insanlığın sonunu getirebilecek virüsün dünyaya yayılmasına yol açar.
Çehresi tamamen değişmiş dünyada yaşamlarını devam ettirmeye çalışan insanları büyük bir mücadele beklemektedir. Bu geceden sağ kurtulan Amy, kendisine inanan ve destekleyen bir grup insanla uzun yıllara ve geniş bir coğrafyaya uzanan destansı, soluk kesen bir yolculuğa çıkacak ve kurtuluşa giden yolda anahtar kişi olacaktır.
***
Çoktan ölüp gömülmüş insanların diktiği
Geçmiş çağların görkemli anıtlarını
Zamanın korkunç elinin çirkinleştirdiğini görünce;
Bir zamanlar yüksek olan kulelerin yıkıldığını
Ve pirincin insan öfkesinin sonsuz kölesi olduğunu görünce;
Aç okyanusun sahilin krallığını kapladığını
Ve sert toprakların denizi yer yer doldurduğunu,
Kazancın kaybı ve kaybın kazancı artırdığını görünce;
Her şeyin doğasının değiştiğini,
Doğanın çürümeye mahkûm olduğunu görünce;
Yıkım bana düşünmeyi öğretti
Zamanın aşkımı alıp götüreceğini.
–William Shakespeare, 64. Sone
I
Dünyanın en
kötü rüyası
Bir
Hiçlikten Gelen Kız –Yürüyüp Gelen Kişi, İlk ve Sonuncu ve Tek, bin yıl yaşayan– olmadan önce Iowalı, Amy adında küçük bir kızdı sadece. Amy Harper Bellafonte.
Amy’nin doğduğu gün annesi Jeanette on dokuz yaşındaydı. Jeanette bebeğine kendisi küçükken ölen annesinin ismini verdi, göbek adını da en sevdiği kitap –açıkçası lise yıllarında bitirdiği tek kitaptı bu– olan Bülbülü Öldürmek’in yazarı Harper Lee’den esinlenerek Harper koydu. Bebeğe kitaptaki küçük kızın, Scout’un ismini de verebilirdi çünkü küçük kızının ona benzemesini, sert, komik ve bilge olmasını istiyordu; Jeanette öyle biri olmayı asla başaramamıştı. Ama Scout erkek ismiydi ve Jeanette kızının tüm hayatı boyunca böyle bir şeyi açıklamak zorunda kalmasını istemiyordu.
Amy’nin babası, Jeanette’in on altı yaşına bastığından beri garsonluk yaptığı restorana günün birinde gelmişti; o mekâna herkes Kutu derdi, çünkü kutuya benziyordu: Taşra yolunun kenarında duran büyük bir krom ayakkabı kutusu gibiydi, arkasında mısır ve fasulye tarlaları vardı; civarda kilometreler boyunca self servis bir araba yıkamacıdan, makineye bozuk para atıp işinizi bizzat halletmeniz gereken türde bir yerden başka bir şey yoktu. Adı Bill Reynolds olan adam biçerdöver ve harman makinesi ya da öyle büyük şeyler satıyordu ve ağzı iyi laf yapıyordu; kahvesini koyan Jeanette’e çok güzel olduğunu, kömür karası saçlarına ve ela gözlerine ve incecik bileklerine bayıldığını söyledi ve ardından bunları defalarca tekrarladı, samimiymiş gibi konuşuyordu, okuldaki çocuklar gibi değildi, sırf onu yatağa atmak için bunları söylemek zorundaymış gibi konuşmuyordu. Büyük bir arabası vardı, yeni bir Pontiac, gösterge paneli uzaygemisi gibi parlıyordu ve deri koltukları tereyağı gibi krem rengiydi. Jeanette o adama âşık olabileceğini düşündü, gerçekten âşık oldu da. Ama adam kasabada sadece birkaç gün kaldıktan sonra yoluna gitti. Jeanette babasına olanları anlatınca babası o adamın peşine düşmek, onu sorumluluklarını yerine getirmeye zorlamak istediğini söyledi. Ama Jeanette söylemese de Bill Reynolds’ın evli olduğunu, evli bir adam olduğunu biliyordu; ta Nebraska’da, Lincoln’da bir ailesi vardı. Adam cüzdanından çocuklarının fotoğraflarını çıkarıp ona göstermişti, beyzbol üniformalı iki küçük oğlan, Bobby ve Billy. Dolayısıyla, babası o işi kimin yaptığını sorup dursa da Jeanette söylemedi. Adamın ismini bile söylemedi.
Açıkçası üzgün değildi, hiç değildi: Ne hamileliği (ki sonuna kadar kolay geçti), ne doğum (kötüydü ama çabucak bitti), ne de bebeğine, minik Amy’sine sahip olmak onu üzdü. Jeanette’i bağışladığını göstermek isteyen babası onun ağabeyinin eski yatak odasını bebek odasına dönüştürmüştü ve Jeanette’in yıllar önce içinde uyuduğu eski beşiği tavan arasından indirmişti; Amy’nin doğumuna bir ay kala Jeanette’le birlikte Walmart’a gitmiş ve bir pijama, küçük bir plastik küvet ve beşiğin üstüne asılacak bir kurmalı oyuncak gibi, gerekli şeyleri almıştı. Bir kitapta bebeklerin öyle şeylere ihtiyaç duyduğunu, minik beyinlerinin harekete geçip düzgün çalışmaya başlaması için bir şeylere bakmaları gerektiğini okumuştu. Jeanette en başından beri bebeğinin kız olacağını düşündü, çünkü kız istiyordu, ama insanın böyle bir şeyi kendine bile söylememesi gerektiğini biliyordu. Cedar Falls’taki hastanede ultrasonla baktırdı ve küçük plastik probu karnında gezdiren çiçek desenli önlüklü kadına bebeğin cinsiyetini sordu; ama kadın Jeanette’in içinde uyuyan bebeğin ekrandaki görüntülerine bakarak güldü ve dedi ki: Canım, bu bebek utangaç. Bazen anlaşılır, bazen anlaşılmaz; bununki anlaşılmıyor. Dolayısıyla Jeanette bebeğin cinsiyetini öğrenemedi, buna aldırmadığına karar verdi ve babasıyla birlikte ağabeyinin odasını boşalttıktan ve onun eski bayraklarıyla posterlerini –Jose Canseco, Killer Picnic diye bir müzik grubu, Bud Girls– indirip de ortaya çıkan soluk ve berbat hali gördükten sonra duvarları kutusunun üzerinde “Rüya Zamanı” yazan bir renge boyadılar ki bu renk her nasılsa hem pembe hem de maviydi – bebeğin cinsiyeti ne olursa olsun uygun düşerdi. Babası tavanın kenarlarını gölde silkelenen ördeklerin resimleriyle bezeli bir duvar kâğıdıyla kapladı ve müzayede salonunda bulduğu, akçaağaçtan yapılma eski bir sallanan sandalyeyi temizledi, Jeanette bebeği kucağına alıp oturabilsin diye.
Jeanette’in istediği ve Amy Harper Bellafonte adını verdiği kız yazın doğdu; Reynolds’ın soyadını kullanması anlamsız geldi, Jeanette o adamı bir daha göreceğini tahmin etmiyordu ve artık Amy’ye
sahipken onu görmeyi istemiyordu da. Hem Bellafonte soyadların en güzeliydi. “Güzel pınar” anlamına geliyordu ve Amy de buydu. Jeanette onu doyurdu, kucağında salladı, altını değiştirdi; Amy gecenin bir vakti altını pislettiği veya acıktığı ya da karanlıktan hoşlanmadığı için ağlayınca Jeanette saat kaç olursa olsun ve Kutu’da çalışmaktan ne kadar yorgun düşmüş olursa olsun koridordan koşarak gelip onu kucağına alıyordu ve yanında olduğunu, hep yanında olacağını söylüyordu, ağladın mı koşa koşa gelirim, aramızdaki anlaşma bu, sonsuza dek, miniğim benim, Amy Harper Bellafonte’m. Şafağın ışığı panjurları soldurmaya başlayana ve dışarıdaki ağaçların dallarında kuşlar ötene kadar bebeği kucağında sallıyordu.
Amy üç yaşındayken Jeanette yapayalnız kalıverdi. Babası öldü, kalp krizi veya inme dediler. Kimse araştırılması gereken türden bir şey olduğunu düşünmüyordu. Her ne idiyse, asansörcü olan babası bir kış sabahı işe gitmek üzere kamyonuna yürürken oluverdi; adam kahvesini tampona koymaya ancak fırsat bulduktan sonra, tek bir damla dökmeden düşüp öldü. Jeanette Kutu’da çalışmayı sürdürdü, ama kazandığı para artık yetmiyordu, Amy’ye ve diğer masraflara yetmiyordu ve Donanma’da bir yerlerde olan ağabeyi mektuplarına yanıt vermedi. Tanrı Iowa’yı, derdi ağabeyi hep, insanlar burayı terk edip de bir daha geri dönmesinler diye yaratmış. Jeanette ne yapacağını düşünmeye başladı.
Sonra bir gün lokantaya bir adam geldi. Bill Reynolds’tı. Değişmişti ve iyi bir değişiklik değildi bu. Jeanette’in hatırladığı Bill Reynolds’ta –ki onu hâlâ arada sırada düşündüğünü itiraf etmeliydi, genellikle küçük ayrıntıları düşünüyordu, konuşurken kum rengi saçlarının alnına düşmesini veya kahve soğumuş olsa bile kahvesini yudumlamadan önce üflemesini– şeytan tüyü vardı, insanda onun yanında olma arzusu uyandıran, içten gelen bir çeşit sıcak ışık vardı. Jeanette’e kırılınca içindeki sıvı sayesinde parlayan küçük plastik çubukları anımsatıyordu. Karşısındaki adam aynı kişiydi, ama o ışık sönmüştü. Adam daha yaşlı, daha zayıf görünüyordu. Jeanette onun tıraşsız ve saçlarını taramamış olduğunu gördü; saçları yağlı ve dağınıktı, bu sefer ütülü bir polo kazak değil, Jeanette’in babasının gömleklerine benzeyen sıradan bir iş gömleği giymişti, gömleğin etekleri dışarıdaydı ve koltuk altları lekeliydi. Adam bütün geceyi açık havada veya bir arabada geçirmiş gibi görünüyordu. İçeri girerken göz göze geldiler; Jeanette onun peşinden arka taraftaki bir kabine gitti.
– Burada ne arıyorsun?
– Karımı terk ettim, dedi adam ona bakarak; Jeanette adamın nefesindeki bira kokusunu, terinin ve kirli giysilerinin kokusunu aldı. Sonunda yaptım Jeanette. Karımı terk ettim. Özgür bir adamım.
– Onca yoldan bana bunu söylemek için mi geldin?
– Seni düşündüm. Adam genzini temizledi. Çok düşündüm. Bizi düşündüm.
– Bizi mi? Biz diye bir şey yok. Böyle pat diye gelip de bizi düşündüm diyemezsin.
Adam oturduğu yerde doğruldu. – Diyorum işte. Şimdi diyorum.
– İşim başımdan aşkın, görmüyor musun? Seninle böyle oturup konuşamam. Bir şeyler sipariş etmen gerek.
– Tamam, diye yanıtladı adam, ama duvardaki mönüye bakmadı, gözlerini Jeanette’ten ayırmadı. Bir çizburger alayım, bir de kola.
Jeanette siparişi yazarken, sözcükler dalgalanmaya başlayınca ağladığını fark etti. Kendini bir aydır, bir yıldır uyumuyormuş gibi hissediyordu. Bitkinliğine ancak iradesinin son gücüyle direniyordu. Bir zamanlar hayatta bir şeyler yapmak isterdi – belki kuaförlük sertifikasını alıp küçük bir dükkân açmak, Chicago veya Des Moines gibi gerçek bir şehre taşınmak, bir daire kiralamak, arkadaş edinmek. Zihninde şöyle bir sahne canlandırmıştı hep, bir restoranda oturuyordu, aslında kafeydi ama güzel bir mekândı; mevsimlerden sonbahardı, dışarısı soğuktu ve Jeanette pencere kenarındaki küçük bir masada tek başına oturmuş kitap okuyordu. Masasında dumanı tüten bir fincan çay duruyordu. Arada sırada başını kaldırıp dışarıya, bulunduğu şehrin sokağındaki insanlara bakıyordu; koşuşturup duruyorlardı, kalın paltolu ve şapkalıydılar, orada kendi yüzünü de görüyordu, camdaki yansımasını; dışarıdaki onca insanın görüntüsünü kaplıyordu. Ama şimdi bu fikirler bambaşka bir insana aitmiş gibiydi. Artık Amy vardı, kız zamanının yarısını hasta geçiriyordu, ya üşütüyordu ya da Jeanette Kutu’da çalışırken kaldığı sıçanlı kreşte midesi bozuluyordu ve Jeanette’in babası öyle ansızın ölüvermişti ki, öyle çabucak ölmüştü ki sanki yürürken bir kapağa basıp toprağın içine düşüvermişti ve Bill Reynolds masada sanki dört yıldan sonra gelmemiş de bir saniyeliğine çıkıp dönüvermiş gibi oturuyordu.
– Bana bunu neden yapıyorsun?
Adam onun gözlerine uzun uzun baktı ve elinin üstüne dokundu. – Mesain bitince görüşelim. Lütfen.
Sonunda Jeanette’in evinde, onunla ve Amy ile birlikte kalmaya başladı. Amy kalmasını teklif mi ettiğine, yoksa bunun kendiliğinden mi olduğuna emin değildi. Her halükârda bundan hemen esef duydu. Bu Bill Reynolds denen adam kimdi ki? Karısını ve çocuklarını, beyzbol kıyafetli Bobby ile Billy’yi, her şeyi Nebraska’da bırakmıştı. Pontiac gitmişti ve artık işi de yoktu; o sayfa da kapanmıştı. Ekonomi kötü, diye açıkladı, kimse bir şey almıyordu yahu. Bir planı olduğunu söyledi ama Jeanette’in görebildiği kadarıyla adamın tek planı Jeanette Kutu’da çalışırken evde boş boş oturmak, Amy’yle hiç ilgilenmemek, hatta kahvaltıdan sonra sofrayı bile toplamamaktı. Jeanette’e ilk kez vurduğunda evde üç aydır kalıyordu; sarhoştu ve vurduktan sonra hüngür hüngür ağladı, defalarca özür diledi. Diz çökmüştü, saçmalıyordu, sanki Jeanette ona bir şey yapmış gibi davranıyordu. Anlamalısın, diyordu, bütün bunların ne kadar zor olduğunu, hayatımdaki bütün değişikliklerin, hiçbir erkeğin kaldıramayacağı şeyler olduğunu. Jeanette’i seviyordu, üzgündü, bir daha öyle bir şey asla olmayacaktı. Yemin etti. Ne ona el kaldıracaktı, ne de Amy’ye. Jeanette sonunda kendi sesinin ben de üzgünüm dediğini işitti.
Bill ona para yüzünden vurmuştu; kış gelince ve Jeanette’in banka hesabında kalorifer yakıtı faturasını ödeyecek para kalmayınca tekrar vurdu.
– Lanet olsun kadın. Halimi görmüyor musun?
Jeanette mutfakta yerdeydi, başının yan tarafını tutuyordu. Bill ona ayaklarını yerden kesecek kadar sert vurmuştu. Komikti, Jeanette şimdi yerdeyken zeminin ne kadar kirli olduğunu görebiliyordu, kirli ve lekeliydi, dolap altlarında normalde görülmeyen toz topakları ve kim bilir başka neler birikmişti. Zihninin yarısı bunu fark ederken diğer yarısı diyordu ki: Düzgün düşünemiyorsun Jeanette; Bill sana öyle bir vurdu ki sersemledin, bu yüzden tozlara kafa yoruyorsun. Dünyanın seslerinde de bir tuhaflık vardı. Amy üst katta, odasındaki küçük televizyonu seyrediyordu, ama Jeanette televizyonun sesini kafasının içindeymiş gibi duyuyordu, mor dinozor Barney ve diş fırçalamakla ilgili bir şarkı; sonra yakıt kamyonunun çok uzaktan gelen sesini işitti, kamyon uzaklaşıyordu, bahçe yolundan çıkıp taşra yoluna girerken motoru gürlüyordu.
– Burası senin evin değil, dedi Jeanette.
– Haklısın. Bill lavabonun üstündeki raftan aldığı bir şişe Old Crow marka viskinin birazını bir jöle kavanozuna döktü, oysa saat daha sabahın onuydu. Masaya oturdu, ama her zamanki gibi bacak bacak üstüne atmadı. Yani yakıt parası beni ilgilendirmez.
Jeanette dönüp ayağa kalkmaya çalıştı ama başaramadı. Bill’in içmesini bir dakikalığına seyretti.
– Defol.
Bill güldü, kafa salladı ve bir yudum viski daha içti.
– Komik dedi. Bunu yattığın yerden söylemen.
– Ciddiyim. Defol.
Amy odaya girdi. Hâlâ yanından ayırmadığı oyuncak tavşanı taşıyordu, tulum giymişti, Jeanette’in fabrika satış mağazası OshKosh B’Gosh’tan aldığı güzel tulumu, çilek desenli olanı. Tulumun askılarından biri çözülmüştü ve belinden sarkıyordu. Jeanette, Amy’nin onu tuvaletini yapmak için çözdüğünü fark etti.
– Yerdesin anneciğim.
– Ben iyiyim canım. Jeanette bunu kanıtlamak için ayağa kalktı. Sol kulağı biraz çınlıyordu, sanki çizgi filmlerdeki gibi kafasının etrafında kuşlar turluyordu. Elinde biraz kan gördü; nereden geldiğini bilmiyordu. Amy’yi kucağına aldı ve gülümsemek için elinden geleni yaptı. Gördün mü? Anneciğinin ayağı kaydı o kadar. Tuvaletin mi geldi canım? Tuvaletini mi yapman gerekiyor?
– Şu haline bak, diyordu Bill. Şu haline bakar mısın? Yine kafa sallayıp içti. Geri zekâlı beyinsiz. Çocuk benden bile değildir herhalde.
– Anneciğim, dedi kız göstererek, kan akıyor. Burnun kanıyor.
Küçük kız duydukları veya kan yüzünden ağlamaya başladı.
– Yaptığını beğendin mi? dedi Bill ve Amy’ye döndü. Hadi ama. Önemli değil, insanlar bazen tartışır, normaldir.
– Tekrar söylüyorum, git.
– Gidersem halin nice olur, onu söyle bana. Yakıt tankını bile dolduramıyorsun.– Bunu bilmiyor muyum sanıyorsun? Bunu söylemene ihtiyacım yok.
Amy avaz avaz ağlamaya başlamıştı. Jeanette onu tutarken beline sıcak bir ıslaklığın yayıldığını hissetti; küçük kız işiyordu.
– Tanrı aşkına şu çocuğu sustur.
Jeanette, Amy’yi göğsüne sımsıkı bastırdı. – Haklısın, o senden değil. Senin değil o ve asla olmayacak. Gitmezsen yemin ediyorum şerifi arayacağım.
– Bana bunu yapma Jean. Ciddiyim.
– Eh, yapıyorum işte. Tam da bunu yapıyorum.
Bunun üzerine ayaklanan Bill evde paldır küldür dolandı, eşyalarını topladı, onları aylar önce içinde getirdiği karton kutulara tıkıştırdı. Jeanette onun doğru dürüst bir bavulunun bile olmayışını neden tuhaf bulmamıştı ki? Mutfak masasında, kucağında Amy ile oturdu, fırının yukarısındaki saate baktı ve dakikaları sayarak Bill’in mutfağa dönüp kendisine tekrar vurmasını bekledi.
Ama sonra ön kapının açıldığını ve Bill’in ağır adımlarının sundurmada çıkardığı sesleri işitti. Bill bir süre eve girip çıktı, kutuları taşıdı, ön kapıyı açık bıraktığı için eve soğuk hava doldu. Bill sonunda mutfağa girdi; tabanlarındaki karlar döşemeye küçük kümeler halinde bulaşıyordu.
– Tamam. Tamam. Gitmemi mi istiyorsun? Seyret öyleyse. Masadaki Old Crow şişesini aldı. Son şans, dedi.
Jeanette bir şey demedi, ona bakmadı bile.
– Demek öyle. Tamam. Gitmeden önce bir viski daha içsem olur mu?
O zaman Jeanette Bill’in bardağına vurdu, elini açtı ve raketle pinpon topuna vurur gibi vurdu. Bunu yapacağını ancak yarım saniye önce fark etti, hayatında aklına gelen en parlak fikir olmadığını anladı, ama artık çok geçti. Bardak duvara boğuk bir sesle çarpıp yere düştü, kırılmamıştı. Jeanette gözlerini kapadı, Amy’yi sımsıkı tuttu, başına gelecekleri biliyordu. Bir an, yerde yuvarlanan bardağın sesi odadaki tek şey gibi geldi. Bill’in dalga dalga yayılan öfkesini hissetti.
– Hayatta başına çok kötü şeyler gelecek Jeanette. Bu sözümü unutma.
Sonra ayak sesleri odadan çıktı; Bill gitmişti.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Korku - Gerilim Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHiçlikten Gelen Kız
- Sayfa Sayısı788
- YazarJustin Cronin
- ÇevirmenDost Körpe
- ISBN9786050905946
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Miso Çorbasında ~ Ryu Murakami
Miso Çorbasında
Ryu Murakami
Ryu Murakami, savaş sonrası Tokyo’sunun neon parlaklığındaki gecelerinin karanlık köşelerini gösteren şiddetli eserleriyle, modern Japon edebiyatının en önemli isimlerinden. Daha önce Yok Yere ve...
- Otopsim ~ Jean-Louis Fournier
Otopsim
Jean-Louis Fournier
Daha ziyade aile anlatılarıyla tanıdığımız Jean-Louis Fournier bu kez otopsi masasına kendisini yatırıyor: Aşkları, eşi, iş yaşamı ve iz bırakmış anıları… “Otopsim” konusu, dili...
- Kan ve Bal ~ Shelby Mahurin
Kan ve Bal
Shelby Mahurin
Nereye Gidersen Git, Seninle Gelirim Morgane’ın hançerinden kıl payı kurtulduktan sonra kendilerini yapayalnız bulan Lou, Reid, Coco ve Ansel’in saklanacak yerleri kalmamıştı. Kilise, krallık,...