Güney Afrika ırkçı yönetimi tarafından öldürülen imam Abdullah Harun’un sürükleyici ve ibret verici romanı.
“…Yaralarım sızlıyor, artık bu eza ve cefaya dayanasım kalmadı. Ey esirgeyici olan! Beni öldür artık; bedenimi özgür kıl ruhumu özgür kıl!”
Özgürleşti nihayetinde İmam Abdullah Harun. Ruhu ten kafesinden sıyrılarak G. Afrika müslümanları için bir sembol oldu. Tıpkı Afro Amerikalıların efsane insanı Malcom X gibi…
İmam, G. Afrika’daki ırk ayrımına karşı mlücadele edip, bununla alakalı siyasi oluşumlarla irtibata geçiyor. Bu da siyasi erkin gözünden kaçmıyor. Özellikle insanlara her yönden yardımcı oluşu, onların haklarını savunması İmam’ı hükümetle karşı karşıya getiriyor.Yurtdışına çıkması için gelen teklifleri ise kabul etmeyip ülkesini tercih ediyor; ve mücadelelerde kaçınılmaz bir durak olan yer: Hapis…
içindekiler
l/Kişi
2/Çağın Din Adamı
3/Siyasi Hac.
4/Yeraltı.
5/Tevkif
6/Sorgu: İlk Gün
II Sorgu: Yoğunlaşma
8/ İşkence
9/ Abdullah Harun’un Çilesi
10/ Sonsöz .
1/ KİŞİ
1956’da müslümanlar, Peygamber’in doğumunu kutladıkları gün, Kap’ın Claremont banliyösündeki ElCamia Camii’nin cemaati, 32 yaşındaki Hacı Abdullah Harun’u kendilerine imam olarak atadılar; hiç değilse topluca Kap Malayları olarak bilinen yüz bin kadar müslümanın yaşadığı Kap’ta farz ibadetlerinin önderi, Kur’an’m açıklayıcısı, gençlerin öğütleyicisi, yaşlıların danışmanı, kederlilerin teselli edicisi, ruhça güçsüz düşenlerin onarıcısı olarak… Büyük sorumluluklar bunlar ama imamın işi bu. Bu müslümanlar, memur sınıfın “Kap Melezleri”‘ diye adlandırdığı 2.5 milyon ırkça karışık halkın bir bölümünü oluştururlar.
Genç Abdullah Harun’un imamlığa atanması çekişmeli bir karar oldu. Cemaatin yaşlıca üyeleri gençliğinden ötürü karşıydılar ona; birçoklarıysa davranışlarının doğrusu çok çocuksu olduğunu düşünüyorlardı. İyi Arapça bilgisine, Mekke’ye yaptığı üç hacca rağmen, İslam ilahiyatında, bir imamın sorumluluklarını yerine getirebilecek kadar derinliği yok gibi geliyordu kimilerine de.
İmam’ın atanmasındaki önem, onun dini ve ruhani sorumluluklarının genişliğinde değildir yalnızca. O, muhafaza edip sonraki kuşaklara aktarılması gereken bir tarih ve geleneğin simgesi ve gözeticisidir de. Müslüman topluluğun yaşantısı geleneklerince bezenmiştir. Yaygın ırk düşmanlığına rağmen, tüm Güney Afrika yaşayışını bu gelenek derinliğine etkilemiştir. Dolayısıyla onlar, Doğu’ya has bu kültür mirasına sadık olmalarını beklerler önderlerinden.
Güney Afrika’nın karışık renkli topluluğunun ataları Khoisanlar, Portekizli ilk kaşiflerle ve sonra sömürgecilerle karşılaşan ilk Afrikalılardı. Sömürgeciler Kap’ta yerleşmeye 1652’de başladılar. Bu tarihte Felemenk Doğu Hindistan Şirketi, yerli Khoisanlarm direnmesine rağmen, Kap’ta bir erzak istasyonu kurdu. Bu direnme yıllarca sürdü ama üstün silahlar ve örgütlenme, çevresinde Kap’ın kurulacağı bölgeyi Felenmenklere kazandırdı. Günün birinde müstevliler, silahlarıyla zaten perçinlemiş oldukları bir pazarlığı kapatmak üzere, yerlilere bir sandık kumaş, boncuk ve ayna armağan ettiler. Khoisanlar’m, topraklarını geçici olarak kullanmaları karşılığında yabancılardan armağan kabul etme geleneği, doğal olarak, Felemenklerce kendi kültürel terimleriyle “düpedüz satın alma” olarak yorumlandı. Mamafih, bu onların kapitalist vicdanlarına su serpti ve beyaz tarihçilere de, Kap’ın Avrupa’nın malı olduğunu iddia etmeleri için yeterli delil oldu.
Khoisanlann gerek ülkelerinin zaptedilmesine gerekse ve bilhassa zoraki çalışmanın getirilmesine karşı direnmeleri nedeniyle Felemenkler, iş gücü gereksinmelerini karşılamak üzere köle ithal etmek zorunda kaldılar. Kölelerin yarısı kadarı Doğu ve Batı Afrika’dan getirildi, yansı da Güneydoğu Asya’dan. Malezya ve Endonezya’dan olanlar İslam dinindendiler ve saldırgan Hrıstiyan çevrelerine ve kültür köklerinden koparılmışlıklarına rağmen inançlarına bağlı kaldılar. Böylece, ırk sınıflandırması saplantısı içindeki beyaz yöneticiler, Kap Malayları diye bir sınıf türettiler (Nedense aynı beyaz yöneticiler kendilerine Kap Felemenkleri demekten özenle kaçmıyorlardı.)
Ancak Felemenkler, anayurtlarında kendilerine karşı ayaklanmış olan Endonezyalı Prens Şeyh Yusuf u da Kap”a sürmüşlerdi. Prens, ailesi ve bağlı hizmetkarlarından yüz kadar kişiyle Kap’a getirildi. Kap’a yirmi mil kadar uzaklıktaki Faurie’de gömülmüş olduğu sanılıyor.
Mevkiini göz Önüne alarak Felemenkler, prensle ev halkının ve hizmetkarlarının ayrıcalıklı bir konum ve statüleri olmasına göz yumdular. Kap’lı müslümanların bir anıt kurmalarına izin verildi. Binlerce kişi buraya gelip Şeyh Yusuf için dua ederler. Bu anıt türbe ya da yatır şeyhin izleyicilerinin ve daha ünlüce torunlarının defin yerlerini gösteren, Kap’ın değişik yerlerinde bulunan Öteki türbelerin yapımında da örnek alındı. (İşin tuhafı, Felemenk emperyalizmine karşı çağdaş Endenozya mücadelesi de, prensin buna benzer bir anma yerinde başlatıldı.) Açıkça, bir kesim müslüman köle nüfusun dinlerine bağlı kalıp Kap Melezleri arasındaki varlıklarını güvence altına alışlarındaki olağanüstülük, bu imtiyazlı sürgünlerin varlığı sayesindeydi.
Khoisanlarla Avrupalılar arasında oldukça az kan karışması oldu; kölelerse kan bağı halkası görevi gördüler. Bunlarla yerliler arasında, bir hayli kan karışması oldu. (Bazı Khoisanlar, aslında kendileri köleleşmişti) Köleler kaçıp Khoisan kabilelerine sığınıyorlardı; kölelerin yarısı da zaten Afrika asıllıydı. Köleler, dinlerine olursa olsun, Kap’ta mevcut olan bütün ırk Özelliklerini özümsediler ve sonunda, kendileri de özümlenerek, İngilizlerin Kap Melezleri diye bildiklerinden ırkça ayırt edilemez oldular.
Müslüman topluluğa yeni bir unsur da, İngiliz yönetimindeki Hindistan’dan yan köle “sözleşmeli işçiler”in getirilmesiyle katıldı. Bu yarı kölelerin bazıları müslümandılar ve yollan Kap’a düşenler, müslümanlar arasına karışarak bu topluluğun dinî ve toplumsal hayatını daha da zenginleştirdiler. Yine bu Hintliler, canla başla sarıldıkları İslam inancının kültür hayatındaki doğulu yanma da büyük önem verdiler.
İşte bu gibi temel nedenlerle, Harun’un cemaatinin yaşlıları, biraz da endişeyle, bir karara varmaya çalışıyorlardı.
Harun, göze batacak biçimde traşlı kafasının üstünde modaya çok uygun bir açıyla tüneyen siyah bir fes giyen, ufak tefek, şık bir adamdı. Çokları böyle birinin imamlık için pek uygun olmadığını düşünüyordu. Saygı uyandırabilecek miydi? Önüne geçilmez nükteciliğini, patladı patlayacak kahkahasını dizginleyebilir miydi? (Ne de olsa dini önderlerin ağırbaşlı adamlar olmaları umulur!) Her şey bir yana, yeni imamın haftada bir sinemada geçirdiği akşam, ibadet ve tefekkürle daha iyi bir şekilde sarfedilemez miydi? Tamamı iki bin kişi olan cemaatin yaşlı üyeleri bundan pek emin değildiler.
Harun bir rugby delisiydi.Watsonian Rugby Klübü’nde oynuyordu. Fakat burasını akıl alırdı. Çünkü bu oyun, bölge müslümanları için âdeta bir tutkuydu. Doğal olarak, oyunda en çok dini incelikler göz önünde tutulurdu. Harun büyük bir rugby oyuncusu olsaydı, cemaatin desteğini peşinen kazanabilirdi pekala. Gelgelelim, ancak ikinci takımda bir yer tutabilmiş, orada da en göz dolduran özelliği dindarlığı olmuştu. Sonuç olarak, imamlığa adaylığı konusunda mırıldanmalar alıp yürümüştü.
Abdullah Harun; sadeliği, alçak gönüllülüğü ve takvasıyla tanınmıştı. Bir halk adamı olarak tanınıyordu ve tartışmasız Önderlik hasletlerine en çok gayretli insanlar hak veriyordu. Onların seçtiği oydu ve imam seçimle atandığı için, o kazandı. Abdullah Harun, kişiliğinde bir değişme olmadan görevinde ilerleyip gelişti. Sorumluluğunun ağırlığına, yılların geçmesine rağmen delişmen halini bırakmadı. Küçük bir bakkal dükkanında, babasının işinde çalışmaya, geçimini oradan sağlamaya devam etti. Atandıktan sonra hem kendi hayatını kazanıp hem de camideki görevlerini yürütebileceğinde ısrar etti. Yeni doğanların duası, nikah kıymak ve ölülerin telkini için miktarı belirsiz bir ücreti içeren o geleneksel mühürlü zarfı, ilke olarak kabul etmeyecekti. Genellikle uygun bir maaş alması gerektiğine inanılıyordu; çünkü bakkal dükkanı, bakmak zorunda olduğu iki aileye (kendi ailesi ve babasınınkine) yetecek kadar gelir getirmezdi kolay kolay. Bu yüzden, ilkelerinde ısrar etmesi büyük hayranlık uyandırdı. Yeni imam vaktinin çoğunu ibadet ve tefekkürle geçiriyordu doğal olarak. Ne var ki, o ve karısı her zamanki gibi sinemaya da gidiyorlardı düzenli şekilde. Film beğenisi, cemaatinin çoğunluğununkinden hiç farklı değildi; onlar gibi James Bond filmlerini seviyor, kafa dinlendirici fantezilerden, onlardan daha az hoşlanmıyordu. Bunlar da olmasa günlük hayatları daha bir yavanlaşırdı. Bir akşam, Nazi liderlerinin savaş suçlarının yargılanmasını konu olan Nürenberg Duruşması’na {Judgement at Nürenberg) gitti. Filmin, üzerinde derin bir etkisi oldu. Kendi ülkesindeki siyasal olayları düşünmeye başladı. Böyle bir yargılama Güney Afrika’da olabilir miydi? Ülkesindeki gelişmelere ilgisi yoğunlaşmaya başladı.
Abdullah Harun’un annesi, o daha iki aylık var yokken, arkada iki oğlan üç kız bırakarak ölmüştü. Babası tekrar evlendi ve bu ikinci evlilik aileye yedi kişilik bir artış getirdi: Bir erkek altı kız kardeş. Bu nedenle Harun, kendisini büyütecek olan halası Meryem’in eline bırakıldı. Birçok bakımdan çok hoşgörülü bir analıktı Meryem, onun dini ve ruhi eğitimi için özel bir itina gösterdi. İlk kez sekiz yaşındayken, sonra on dördünde ve yine yirmisinin başlarında, üç kez Mekke’ye hacca götürdü onu. Bu büyük bir girişimdi ve Harun için göze aldığı hatırı sayılır mali fedakarlığı gösteriyordu. Mısır ve Suudi Arabistan’da altı yıl geçirdiler; böylece her müslümana farz olan, ömründe en az bir kez hacca gitme yükümlülüğünü fazlasıyla yerine getirmiş oldular. Dünyanın her yanından müslümanlar yaya olarak, binek sırtında, otobüsle, gemiyle ya da uçakla yolculuk ederek Kabe (İslam’ın en kutsal yeri) çevresinde ibadetlerini yerine getirmek üzere Mekke’de bir araya gelirler. Bu yolculara “El Hac” yahut “Hacı” denir ve bunların toplumsal olduğu kadar dini saygınlıkları vardır.
Mekke yolculukları Abdullah Harun’un çok işine yaradı. Arapçası akıcılaştı, on dört yaşında Kur’an’ın bütün ayetlerini ezbere okuyabiliyordu.
Bu başarı, İslam dünyasında olağanüstü sayılmasa bile yine de, özellikle gençlerde, büyük bir zihin yeteneği ve nefse hakimiyet ister. İleri gelen bir takım İmam ve şeyhlerin öğrencisi olarak İslam ilahiyatı çalıştı; en önemlisi, Arap cemaatinin önde gelen dini liderlerinden Şeyh İsmail’in müridi oldu. İslam’ın birçok teolojik sorunu üzerine selahiyetle karar verebilmesi için gerekli irfanı böyle kazandı. İslam’ın, bin dört yüz yıl önce doğuşu üzerine, sonuç olarak ortaya çıkan ethos ve kültür Ü2erine, Kur’an ayetlerinin hikmet ve güzelliği üzerine, Hazreti Peygamberin halefleri arasında çıkan bölünmeler üzerine bilinmesi gereken ne varsa hepsini öğrendi. Bu öğrenim sayesinde İslam bilgisinin tüm inceliklerine vakıf olmuştu olmasına ama bilim ve din öğreticilerinin dokunmadıkları bir alan kalıyordu: İslam inancının çağdaş Güney Afrika sorunlarına uygulanması konusunda ne toplu ne de kişisel bir sonuca varılmıştı. Üstadları, bütün irfanlarına rağmen, siyasal bir alacakaranlıkta bırakmıştılar Harun’u.
Laik devletin, din sorunları karşısında bir “öte dünya” yaklaşımını yüreklendirmekte çıkarı vardı belki, ama, İslam’ın salt bir öte dünya dini olmadığı, çalışmalarının daha başında doğmuştu Harun’un içine. Bu, bizzat peygamber Muhammed’in hadislerinde ve camilerde sergilenen alıntı ve özdeyişlerde apaçıktı. Ünlü bir Kap camiinde şu sözleri taşıyan goblenler vardı:
“Şevk hayatımın aracıdır.
Allah düşüncesine dalmak yoldaşımdır.
İnanç gücümün kaynağıdır.
Hüzün dostumdur.
Bilgi silahımdır.
Hakikat kurtuluşumdur.
İbadet alışkanlığımdır.
Bütün insanları sevmek inancımın özüdür.”
İşte böyle, halkının toplumsal ve siyasal işlerine duyduğu ilk mütereddid ilgiye ön ayak olan, Harun’un İslâm bilgisinin ta kendisi oluyordu.
Abdullah Harun, 1950’de Galiema Sadan’la evlendi. Aslında başka birisiyle nişanlıydı o sırada, analığının seçtiği birisiyle. Bu durumu Galiema da biliyordu. Harun ona kur yapmaya başladığında; bu nedenle ilgisini pek hoş karşılamadı. Öte yandan, Harun o sıralar, çok tuhaf bir giyim zevkinde ifadesini bulan bir dönemden geçiyordu. Amerikalılar “zoot suit”leriyle daha yeni hop oturtmuşlardı dünyayı. Harun; siyah beyaz iki renkli rugan ayakkabılar, parlak kızıl renkli papyon kravat ve alabildiğine geniş pantolonlar giymeye alışmıştı. Aslında, giydiği her şey renk bakımından doğunun geleneksel şaşaa merakına hamledilemeyecek kadar haykırıyordu. Galiema onu saf dışı etmek için her yolu denedi, ama boşuna. Birbirlerini okuldan tanıyorlardı. Harun’un son haddine kadar istismara hazır olduğu durumdu bu. Ve sonunda Harun’un inadı galip geldi. Zamanla renk zevkini sınırlamayı öğrendi Harun; fakat inadı, ziyadeleşerek en göze çarpan kişilik özelliklerinden biri oldu.
Evliliklerinin ilk yılları orta halli ve yoksulca geçti. İlk evleri, Abdullah’a halasının verdiği iki küçük parsel üzerinde, mutfağı bitişiğinde olan ufak tefek bir oda….