Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kış Denizi
Kış Denizi

Kış Denizi

Susanna Kearsley

Tarih bir yazarın sayfalarında tekrar canlanıyor… 1708 baharında, I. James yanlısı Fransız ve İskoçlardan oluşan bir işgalci ordusu, sürgün edilmiş James Stewart’ı tahtı geri…

Tarih bir yazarın sayfalarında tekrar canlanıyor…

1708 baharında, I. James yanlısı Fransız ve İskoçlardan oluşan bir işgalci ordusu,

sürgün edilmiş James Stewart’ı tahtı geri alması için ülkeye getirmeyi neredeyse başarmıştı.

Günümüzde bir yazar olan CarrieMcClelland ise bu hikâyeyi bir sonraki çok satan romanı yapmayı düşünüyordu. Slains Kalesi’nin gölgesine yerleşerek, kendi soyundan olan bir kadın kahraman yaratıp yazmaya başladı.

Ancak romanının kurgudan çok gerçek olduğunu keşfettiğinde Carrie kalıtsal bir hafızayı tecrübe edip etmediğini düşünmeye başladı. Eğer bu gerçekse, Carrie yıllar önce yaşanan bu ihanetin perde arkasında yatanları bilen tek kişi olacaktı.
Ve bu bilgi onu neredeyse yok edecekti.

“Yaratıcı bir başyapıt. Zekice!”
New York Journal of Books

***

Babama:
Bana bir keresinde Mariana kadar
seveceğin bir hikâye yazmamı söylemiştin…

Bana verdiğin her şey için,
Bütün yardımların için,
Bu kitabı sevgiyle sana adıyorum.

Eve gel! Geçen yıl seni yaşlandırdı,
O gri taşları arkanda bırak, atkını sıkıca sar
Seni saran gece soğuk,
Eve gel! O senin çağrını duymayacak.

Seni burada bekleyen bir işaret yok ama med cezir ile
Sahile vuran dalgalar var.
Kayalıkların zayıf gölgesi, martıların
Kum üzerindeki ayak izleri,
Soluk ay ışığında kavga eden deniz yosunları.

Eve gel! O seni duymayacak,
Sadece gece rüzgârları kıyıdan estikçe
Cevap verecek
Ve sonsuza dek
Sadece midyeler
Gri taşların üzerinde şarkı söyleyen,
Ve beyaz köpük çanlar
Kuzey Denizi üzerinde çınlayacak.

E.J. Pratt, “Sahilde.”

*

Bölüm Bir

Şans değildi. Olanların şansla hiçbir ilgisi yoktu.

Bunu daha sonra öğrendim ancak her şeyi fark ettiğimde insanın kaderini kendisinin belirlediğine olan sağlam inancım yüzünden gerçeği kavramam zor oldu. O ana kadarki hayatım bunu doğrular gibiydi. Belirli yolları seçmiştim ve bunların hepsi iyi sonlara ulaşmıştı. Yolda karşılaştığım küçük engelleri ise kötü şans olarak değil ama sadece mükemmel olmayan muhakememin ürünü olarak kabul ederdim. Kendime bir felsefe seçmek zorunda kalsam bu, William Henley’nin cesur dizeleri olurdu: Ben kaderimin efendisiyim, ben ruhumun kaptanıyım.

Böylece her şeyin başladığı o kış sabahı kiraladığım arabaya atlayıp Aberdeen’den kuzeye doğru yola koyulduğumda direksiyonda bir başkasının eli olduğu aklıma bile gelmedi.

Gerçekten, ana yoldan sahil boyu uzanan yan yola dönmemin kendi kararım olduğuna inanıyordum. Bu büyük ihtimalle akıllıca bir karar değildi, çünkü yollar bana söylenene göre İskoçya’nın son kırk yıldaki en yoğun kar yağışıyla dolmuştu ve yoldan çıkabileceğim ya da engellerle karşılaşabileceğime dair uyarılmıştım. Tedbir ve uymam gereken programın beni daha çok kullanılan yol üzerinde tutması gerekirdi ama “Sahil Yolu” yazılı küçük tabela aklımı çelmişti.

Babam hep kanımda deniz olduğunu söylerdi. Nova Scotia’nın kıyılarında, denizin yanında doğup büyümüştüm ve hiçbir zaman denizin büyüleyici çekimine karşı koyamazdım. Böylece Aberdeen’in çıkışındaki ana yol karaya döndüğünde direksiyonu sağa çevirdim ve sahil boyunca devam ettim.

Bulutlu gökyüzünün önünde sivri bir kara leke gibi duran yamaçlardaki yıkık kaleyi ilk gördüğümde ne kadar uzakta olduğunu anlayamadım ama onu ilk gördüğüm anda büyülenmiştim. Önünden geçtiğim kümelenmiş evlere bakmadan kaleye daha çabuk ulaşabilmek ümidiyle biraz daha hızlandım ama yol yine bir dönemece girip kaleden uzaklaşınca hayalkırıklığına uğradım. Fakat küçük bir ağaçlığı geçince yol tekrar kıvrıldı ve onu gördüm: Yamacın kıyısıyla yol arasındaki karla kaplı engelleyici arazide uzun ve karanlık harabe.

İleride küçük düz alanda, arabalar için boşlukların birer odun parçasıyla işaretlendiği bir otopark gördüm ve ani bir anlık hevesle arabayı park ettim.

Boştu. Şaşırmamıştım. Henüz öğlen bile olmamıştı, soğuk ve rüzgârlı bir gündü ve buradan yürüyerek kaleyi görmenin dışında kimsenin durmak için herhangi bir nedeni olamazdı. Kaleye ulaştığını gördüğüm tek patika ise dizlerimin üzerine kadar çıkabilecek kadar karla kaplıydı. Bugün burada çok kişi durmayacaktı herhalde.

Ben de durmamam gerektiğini biliyordum. Zamanım yoktu. Saat birde Peterhead’de olmam gerekiyordu. Yine de içimde aniden nerede olduğumu bilme isteği doğmuştu. Haritama bakmak için uzandım.

Geçen beş ayı Fransa’da geçirmiştim, haritamı da orada almıştım, şehirler ve harabelerden ziyade yol ve otobanlara önem verdiğinden bazı kısıtlı tarafları vardı. Küçük baskıyla yazılmış, kıvrımlı sahil yolundaki isimleri zorlukla okumaya çalışırken yanımdan elleri cebinde, çamurlu ayaklarıyla spanyel türünde bir köpekle yavaşça yürüyerek geçen adamı görmedim.

Bir adamın burada yürüyüş yapması tuhaftı. İşlek bir yoldu ve yol kenarlarını kaplayan kar nedeniyle yürümek için çok az bir yer vardı ama burada olmasını sorgulamadım. Ne zaman yaşayan ve nefes alan bir insanla harita arasında tercih yapmam gerekse, insanı tercih ederdim. Hemen elimde haritayla eğildim ve arabamın kapısını açtım. Ancak araziyi geçerek denizden gelen tuzlu rüzgâr tahminimden daha kuvvetliydi. Sesimi bastırdığı için tekrar denemem gerekti. “Affedersiniz…”

Sanırım sesimi önce köpek duydu. Ondan sonra adam da döndü ve beni görünce gerisin geriye yürüdü. Tahminimden daha gençti, benden çok büyük olamazdı. En fazla otuz yaşlarında olmalıydı. Koyu renk saçı rüzgârdan geriye yatmıştı ve sakalı onu bir korsan gibi gösterecek şekilde kesilmişti. Yürüyüşünde kendine güvenen bir tavır vardı. “Yardım edebilir miyim?” diye sordu.

Haritayı ona doğru tutarak, “Nerede olduğumu gösterebilir misiniz?” diye sordum.

Rüzgârı kesmek için döndü, başını kâğıttaki sahil şeridine eğerek yanımda durdu. “Burası,” dedi ve isimsiz bir burna işaret etti. “Cruden Körfezi. Nereye gitmek istemiştiniz?” Bunu sorarken başını hafifçe çevirdi ve gözlerinin korsan gözü olmadığını gördüm. Açık griydiler, sıcaklardı ve sesi de dostaneydi. İskoçya’nın kuzeyine özgü hoş bir duruşu vardı

“Kuzeye, Peterhead’e gidiyorum,” dedim.

“Peki, sorun değil.” Haritada gösterdi. “Uzak değil. Bu yol üzerinde devam edin, sizi Peterhead’e kadar götürür.” Dizinin yanındaki köpek sıkıntıyla esnedi ve adam içini çekerek aşağıya baktı. “Yarım dakika. Konuştuğumu görüyorsun?”

Güldüm. “Adı ne?”

“Angus.”

Eğilerek, köpeğin çamur sıçramış sarkık kulaklarını kaşıdım. “Merhaba Angus. Koşuya mı çıktın?”

“Evet, bıraksam bütün gün koşar. Öyle yerinde duracak türden değil.”

Sahibi de öyle değil, diye düşündüm. Adamın enerji dolu ve aceleci bir hali vardı ve onu yeterince oyalamıştım. “Sizi daha fazla tutmayayım,” dedim doğrularak. “Yardımınız için teşekkürler.”

“Sorun değil,” dedi ve dönüp köpek mutlu bir şekilde önde kırıtırken tekrar yola koyuldular.

Önlerindeki zemini sertleşmiş yol denize doğru uzanıyordu. Yolun sonunda kalenin kalıntılarının keskin, çatısız ve dik bir şekilde hareket halindeki bulutlara doğru uzandığını gördüm ve ona baktıkça ani bir kalma isteği hissettim. Park edilmiş arabayı olduğu yerde bırakmak ve adamla köpeğini gittiklere yere kadar takip edip bu yıkıntı duvarların arasında gürleyen denizin sesini duymak istiyordum.

Ancak tutmak zorunda olduğum sözler vardı.

Böylece, isteksizce de olsa kiralık arabama dönüp anahtarı çevirdim ve tekrar kuzeye doğru yola koyuldum.

“Aklın başka yerde,” diye beni nazikçe suçlayan Jane düşüncelerimi böldü.

Onun Peterhead’deki evinin üst katındaki, duvarları ince gül sarmaşık desenli duvar kâğıdıyla kaplı yatak odasında, aşağıdaki toplantının karmaşasından uzakta oturuyorduk. Kendime gelmek için silkindim ve gülümsedim. “Hayır, değilim, ben–”

İsmimi soyadımla birlikte söyleyerek, yalanımı yakaladığı zamanlarda yaptığı gibi, “Carolyn McClelland,” dedi, “neredeyse yedi senedir menajerliğini yapıyorum, beni kandıramazsın. Kitapla mı ilgili?” Gözleri ilgi ile bakıyordu. “Seni buraya böyle sürüklememeliydim, değil mi? Özellikle de tam yazıyorken.”

“Saçmalama. Yazmaktan başka daha önemli şeyler var,” dedim ve ne kadar samimi olduğumu göstermek için kucağında battaniyelere sarılı bebeğe eğilip yakından baktım. “Gerçekten çok güzel.”

“Öyle, değil mi?” Gururla bakışlarımı izledi. “Alan’ın annesi aynı onun bebekliğine benzediğini söylüyor.”

Ben pek benzerlik göremedim. “Bence senden daha çok almış. Sadece saçlarına bakman yeterli.”

Bebeğin küçük başındaki bakır sarısı yumuşaklığa dokunarak, “Ah saçlar, Tanrım, evet, zavallı kerata,” dedi. “Bunun onun da başına gelmesini hiç istemedim. Çillenecek biliyorsun.”

“Ama çiller küçük erkek çocuklarda çok şirin durur.”

“Evet tabii, on altısına girdiğinde bana lanet okurken, bunu gelip söylersin.”

“En azından,” dedim, “ona verdiğin isimden şikâyetçi olmayacak. Jack güzel, erkeksi bir isim.”

“Ümitsizlik neticesinde yapılmış bir tercih. Kulağa daha İskoç gelen bir isim umuyordum ama Alan çok tutucu davrandı. Ne zaman yeni bir isim söylesem, ‘hayır, bizim o isimde bir köpeğimiz vardı,’ dedi ve tartışmayı bitirdi. Aslında bir ara, “Bebek Ramsay,” olarak vaftiz edilmesini bile düşündüm.”

Fakat tabii ki öyle yapmamışlardı. Jane ve Alan daima birbirlerinin farklılıkları arasında bir uzlaşmayı başarırlardı ve küçük Jack Ramsay, benim vaftiz annesi olarak zamanında buraya gelmemle birlikte kiliseye gelmişti. Bunu sadece Cruden Körfezi’yle burası arasındaki her hız limitini aşarak başarmıştım ama bebek bundan hiç etkilenmemiş olmalıydı. Çünkü bana gözlerini dikip baktığında esnemiş ve rahip başına suyu çarptığında bile uyanmamak üzere hızla uykuya dalmıştı.

Ona bakarken, “Her zaman böyle sakin mi?” diye sordum.

“Ne o, sakin bir bebeğim olabileceğini düşünmüyordun değil mi?” Jane, kendi huyunu bildiği için gözleri alaylı bir şekilde bakıyordu.

Jane sakin olarak adlandırabileceğim biri değildi. Kararlı bir yapısı vardı, azimli ve canlıydı. Hatta o kadar canlıydı ki onun yanındayken kendimi silik hissederdim hep. Ve yorgun. Asla ona yetişemezdim.

Geçen ay beni Noel süresince yatakta tutup yeni yıl eğlencesinden yoksun bırakan bir virüse yakalanmış olmamın da bunda etkisi vardı. Bir hafta sonra hâlâ kendime gelememiştim. Fakat sağlığım yerinde de olsa, Jane’in enerji seviyesi benden kilometrelerce yukarıdaydı.

Bu yüzden onunla bu kadar uyumlu çalışıyorduk. Onu seçme sebebim buydu. Yayıncılar konusunda çok iyi değildim, kolay taviz veriyordum. Anlaşmazlıkları içime sindiremediğim için bütün bunları Jane’e bırakmayı öğrenmiştim ve o da benim yerime savaşmıştı. İşte bu yüzden kendimi otuz bir yaşımda, dört adet çok satanlar listesine girmiş kitaba sahip ve nerede, nasıl isterse yaşayabilen biri olarak bulmuştum.

Her zaman olduğu gibi lafı yine benim işime döndürmeden edemedi, “Fransa’daki ev nasıl?” diye sordu. “Hâlâ Saint Germain-en-Laye’de misin?”

“İyi, teşekkür ederim. Hâlâ oradayım, evet. Detayları doğru işlememde faydalı oluyor. Hikâyenin merkezinde oradaki saray var, olayın çoğu orada gerçekleşiyor.” Saint-Germain, Fransa Kralı’nın İskoçya’nın Stewart krallarına verdiği sığınma hediyesiydi. Burada sırasıyla yaşlı kral James ve genç Kral James, onları destekleyen asillerle beraber başarısızlıkla sonuçlanan üç Jacobite isyanını planlayıp hayata geçirmişlerdi. Benim hikâyem, bir roman için mükemmel bir kahraman olarak görünen, Saint-Germain’de bir İrlandalı olan Nathaniel Hooke etrafında geçmekteydi.

Hooke veba salgınından bir sene önce ve Kral II. Charles’ın yenilmiş İngiltere krallığını yeniden kurmasından sadece dört sene sonra 1664 yılında doğmuştu. Kral Charles ölüp Katolik kardeşi James tahta geçince, Hooke isyan ederek silahlanmış ama sonra taraf değiştirerek Katolik kilisesi için Protestan inancını terk edip James’ın cesur koruyucularından biri olmuştu. Fakat bunun bir faydası olmamıştı. İngiltere Protestanlarla dolu bir ülkeydi ve kendisini Katolik olarak ilan eden hiçbir kral, tahtı elinde tutamazdı. James’in taht üzerindeki iddiasına kendi kızı Mary ve kocası Orangelı William karşı çıkmıştı. Ve bu savaş demekti.

Nathaniel Hooke kendini tam bunların içinde bulmuştu. James için İskoçya’da savaşmış ve casus olarak yakalanmış, korkunç Londra Kalesi’nde esir olmuştu. Serbest bırakılır bırakılmaz tekrar kılıcını almış ve James için savaşmaya gitmişti. Savaşlar bitip William ve Mary tahttaki yerlerini sağlamlaştırdıklarında Hooke da James’le beraber Fransa’ya sığınmıştı.

Ancak Hooke yenilgiyi kabul etmemişti. Bunun yerine bütün yeteneğini, etrafındakileri, Fransa kralı ve İskoçlar tarafından iyi planlanmış ortak bir saldırının her şeyi yoluna koyacağına, sürgündeki Stewartların hakkı olan tahtı geri alacaklarına ikna etmek için kullanmıştı.

Neredeyse başarılı da olmuşlardı.

Tarih, Hooke’un zamanından çok sonraki, Culloden ve Yakışıklı Prens Charlie arasındaki trajik aşkı hatırlar. Ancak Culloden’deki Jacobite’ların –yani James’in ve Stewart’ların destekçilerinin– amaçlarına bu kadar yaklaşmaları bu soğuk kışta olmamıştı. Hayır, bu 1708’in baharında, Hooke’un önerisiyle Fransız işgal kuvvetleri ve İskoç askerleri İskoç kıyılarında Forth Stuart’a demir atmasıyla olmuştu. Gemideki lider, birçokları tarafından sadece İskoçya’da değil, İngiltere’de de gerçek kral olarak kabul edilen, İngiltere’ye kaçan James değil ama onun oğlu olan yirmi yaşındaki uzun boylu James Stewart’dı. Karada İskoçya’nın dağlık bölgesinin orduları ve sadık İskoç asiller onu karşılamak ve güçlerini güneydeki güçsüz ordulara yöneltmek için toplanıp heyecanla beklediler.

Aylarca süren dikkatli hazırlıklar, gizli planlar meyvesini vermeye başlamıştı ve altın fırsat ellerine geçmiş gibiydi. Bir kere daha Stewart bir kral İngiltere tahtına oturabilirdi.

Bu büyük maceranın nasıl ve neden başarısız olduğu, o dönemin en çarpıcı, entrika ve ihanet hikâyelerinden biridir. Bütün tarafların üzerini örtüp gömdüğü ele geçirilen belgeler ve yok edilen yazışmalar yüzünden bugünlere “gerçek” olarak sadece dedikodular ve yanlış haberler aktarıldı.

Geriye kalan ayrıntıların çoğuysa Nathaniel Hooke tarafından kaydedilmişti.

Adamı sevmiştim. Mektuplarını okumuş, yürümüş olduğu Saint-Germain-en-Laye’ın salonlarında yürümüştüm. Evliliğinin detaylarını, çocuklarını ve göreceli olarak uzun yaşamını ve ölümünü biliyordum. Ancak beş ay süren bir yazı maratonunun ardından bile hâlâ romanda sıkıntı yaşıyor ve Hooke’un karakterinin hayata geçmeye direnmesiyle uğraşıyordum.

Jane’in zorlandığımı hissettiğini biliyordum, dediğim gibi, beni çok uzun zamandır ve ruh halimi görmezden gelemeyecek kadar iyi tanıyordu. Yine de sorunlarım konusunda konuşmaktan hoşlanmadığımı da biliyordu. Bu yüzden doğrudan üzerime gelmemeye dikkat ediyordu. “Biliyor musun, geçen haftasonu bana gönderdiğin bölümleri okudum…”

“Tanrı aşkına ne ara okuyacak zaman buldun?”

“Okumak için daima vakit vardır. Bölümleri okudum ve bazı şeyleri başka birinin bakış açısından anlatmayı düşünüp düşünmediğini merak ettim… Hikâyeyi başka bir karakter anlattırabilirsin mesela. Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’de Nick karakteriyle yaptığı gibi. Dışardan birinin belki de daha özgürce hareket edebileceği ve bütün sahneleri senin adına birleştirebileceğini düşündüm. Sadece bir öneri tabii.” Şüphesiz, benim herhangi birinin öğüdüne direneceğimi biliyor olduğundan, orada bıraktı ve konuyu değiştirdi.

Neredeyse yirmi dakika sonra, kocası Alan yatak odasının kapısından başını uzattığında onun yeni doğmuş bebeğin bakımıyla ilgili sıkıcı açıklamalarına gülüyordum.

“Aşağıda devam eden bir parti olduğunu biliyorsunuz değil mi?” Blöf olmadığını bilsem çok daha ciddiye alacağım şekilde kaşlarını çatmıştı. Alan aslında yumuşak biriydi. “Herkesi yalnız başıma eğlendiremem.”

“Hayatım,” diye yanıtladı Jane, “hepsi senin akrabaların.”

“Asıl o yüzden beni onlarla yalnız bırakmamalısın zaten.” Alan bana bakıp göz kırptı. “Umarım seni iş konusunda konuşmaya zorlamamıştır? Seni rahat bırakmasını söyledim. Sözleşmelerle ilgili gereğinden fazla endişeleri var.”

“Bu benim işim,” dedi Jane. “Bilmen gerekiyorsa söyleyeyim, Carrie’nin bir sözleşmeyi bozacağına dair en ufak bir endişem yok. İlk müsveddeyi teslim etmesi için yedi ayı daha var.”

Bunu beni neşelendirmek için söylemişti ama Alan omuzlarımın sarktığını görmüş olmalıydı. Elini uzattı ve “Hadi o zaman. Aşağıya gel, bir içki al ve yolculuğunun nasıl geçtiğini anlat. Bu kadar yolu, gecikmeden aşmana şaşırdım.”

Seyahat ederken dikkatimin dağılmasıyla ilgili zaten çok şaka yapıldığı için kıyıda nasıl yoldan saptığımı ve geri dönmek zorunda kaldığımı söylememeyi tercih ettim. Ama bu bana başka bir şey hatırlattı. “Alan,” diye sordum, “yarın uçuyor musun?”

“Evet, neden?”

Alan’ın küçük helikopter filosu Kuzey Denizi’nde Peterhead kıyıları boyunca, petrol kuyusu platformlarına servis veriyordu. Beni ilk ve son kez yanına almasına izin verdiğimde korkusuz bir pilot olduğunu öğrenmiştim. Yere indiğimizde ayaklarım yere basamayacak durumdaydı. Yine de “Beni sahil boyu uçurabilir misin acaba?” dedim. “Nathaniel Hooke iki kere İskoç asillerle kuracağı bağlantılar için Fransa’dan gelmişti ve elimdeki eski haritaya göre iki kere Erroll Kontu’nun, buranın kuzeyinde olan Slains sarayına gelmiş. Sarayı veya ondan geriye ne kaldıysa, denizden itibaren, Hooke’a ilk defa göründüğü şekilde görmek istiyorum.”

“Slains? Evet, seni onun üzerinden geçirebilirim. Ama kıyının yukarısında değil, aşağısında. Cruden Körfezi’nde.”

Gözlerimi dikip baktım. “Nerede?”

“Cruden Körfezi’nde. Geldiğin taraftan görememişsindir.”

Jane, her zamanki gibi keskin zekâsıyla yüzümdeki ifadeden bir şey fark etti. “Ne oldu?” diye sordu.

Beklenmedik olaylar karşısında ve şansın hayatımla çarpıştığı olaylara hep şaşırmışımdır. O kadar yer içinde durduğum yere bak, diye düşündüm. Yüksek sesle sadece, “Hiçbir şey,” dedim. “Yarın gidebilir miyiz, Alan?”

“Tabii. Bak ne diyeceğim. Seni erkenden alırım böylece denizden itibaren bakarsın ve istersen geri geldiğimizde ben de koca Jack’e bakarım ve Jane seni oraya arabayla götürür. İkisi de sana iyi gelecektir, biraz deniz havası al.”

Ve biz de öyle yaptık.

Kale yerden gördüğüme göre havadan çok daha büyük görünüyordu: Yamacın tam ucuna oturmuş gibi görünen, köpüren denizin üstünde, çatısız bir harabe. Omuriliğimde soğuk bir titreme hissettim. Yere inip, Jane’in beni arabayla buraya geri götürmesi için sabırsızlanıyordum.

Bu sefer otoparkta iki araba daha vardı ve kaldırımdaki karın üzerinde tekerlek izleri görünüyordu. Jane’in önünden yürüdüm ve başımı, dudaklarımda tat bırakan tuzu sürükleyen ve mantomun sıcak kıvrımları içinde beni tekrar titreten rüzgâra doğru uzattım.

İtiraf etmeliyim ki, çok daha sonra birilerinin buraya gelmiş olduğunu bilmeme rağmen kimseyi gördüğümü hatırlamadım. Yıkıntıyla ilgili detayları da hatırlayamadım. Aklımda sadece taştan örülü duvarlar ve ışıkla parıldayan gri benekli pembe sert

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. İşte Böyle Oldu ~ Natalia Ginzburgİşte Böyle Oldu

    İşte Böyle Oldu

    Natalia Ginzburg

    “Yazı masasının çekmecesinden tabancayı aldım ve ateş ettim. Alnının ortasına ateş ettim.”Bir pansiyonda yalnız başına yaşayan genç bir kadın, kendisinden yaşça büyük bir adamın...

  2. Penaltı ~ Mal PeetPenaltı

    Penaltı

    Mal Peet

    Tıpkı File Bekçisi gibi, Penaltı da futbol çılgınlığının, sihrin ve dinin zaman zaman kesiştiği Güney Amerika’ da geçiyor. San Juan şehrinin yaz mevsiminin rehavetine kapıldığı günlerden birinde, genç...

  3. Anahtar ~ Juniçiro TanizakiAnahtar

    Anahtar

    Juniçiro Tanizaki

    Yirmi yılı aşan birliktelikte karısının vücudunun güzelliğini ilk kez görerek şaşıran bir koca için, evlilik hayatı yeni başlamış sayılır. Şu güçten düştüğüm yaşlarımda bile,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur