Yerine ne getireceksiniz diyorsunuz.Dolayısıyla bu düzen hangi düzen,önce ona bakalım;bu düzen yağma düzeni,bu düzen bir avuç lobicinin,Türkiye nin kaynaklarını şu ana kadar sömürme düzenidir.Bana güvenenlerin güvenlerini boşa çıkaracak hiçbir kirli hesapta olmadım ve inşallah bundan sonra da olmayacağım.Çok şükür dosta düşmana karşı alnımız ak,başımız dik,gönlümüz rahat,kafamız dinç olarak yürüyoruz.Milletimizin teveccühü oldukça bu kutlu yolda yürümeye de devam edeceğiz.Zulüm Azrail olsa da hep Hakk ı tutacağım.Mukaddes,davalarda ölüm bile güzeldir.Benim adım Muhsin Yazıcıoğlu!Bana baskı sökmez!Bizim Allah tan başka kimseden korkumuz yok.!
***
ÖNSÖZ
O soğuk zindanların, karlı dağların yiğidi. Onu anlatmak ne kadar zor olsa da boğazımız düğümlenip, gözyaşlarımız akar. Hücreler de, cezaevinde ve Keş dağında davası için atan korkusuz bir yürek. Onun bu vatan ve iman sevgisi yolumuzu ışıl ışıl aydınlatıyor. Keşke demek kadere isyandır belki ama keşke dediğimiz andır o an. Keşke binmeseydi dedik, onun dürüstlüğü, vatan ve iman sevgisi Rabbimin ona şehadet şerbetinden tatmasını getirdi. Şarkışlada başlayan ve Keş Dağları’nda son bulan davasından akıllarda bırakılan tek soru işareti kaza gerçekmiydi, yoksa suikast sonucu mu şehit olmuştu? Devletimiz olayı aydınlatmadan tek söylenecek söz vicdan meselesedir. Umut ediyoruz ki er yada geç bu olay aydınlatılacaktır.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun dediği gibi de ; “Gençliğim dedim, “Ver” dediler. İstikbalim dedim, “Yok” dediler. Kanım dedim, “Dök” dediler. Canım dedim, “Milletin” dediler. Sevdim dedim, “Suçtur” dediler. Ve çığlıkla yarıldı karanlık; sevgimi çarmıha gerdiler.”
Onun bu yolda kaybettiği hiç birşey yoktur aksine kazanmış bir yiğit ve arkasından davasını sahiplenen yol arkadaşları vardır.
Muhsin başkanın sadece tek derdi Müslümanların birliğiydi ve tek millet vurgusunu yapardı. Büyük Türk Milleti’nin hepsini kucaklamış ve ayrım yapmadan birleştirici güç olmuştur. Aksine davrananlarla hiç bir zaman birlik içinde olmamıştır ve davasını ucuz hesaplarla satmamış, inancından hiç birşey kaybetmemiştir. Ve der ki; “Çerkez’iz, Laz’ız, Boşnak’ız, Azeri’yiz, Terekeme’yiz, Türkmen’iz, Kürt’üz, Alevi’yiz, Sünni’yiz; ama hepimiz hep beraber büyük Türk milletiyiz. Asla ve asla etnik köken değiliz.”
Onun yaşamını, sözlerini, davasını ne kadar anlatmaya kalkarsak hep yarım kalacak, hiç bitmeyecek ve davasmm kutsallığı gün geçtikçe daha çok değerlene- cektir. Milyon yüreklerin sevdalısı, her kesimin sevdiği bu yiğit adamın hikayesini dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık. Bizler sıcak evlerimizin insanları iken o bu vatan için soğuk kahırlar çekmiş. Bir gün olsun ah etmemiştir. Ruhun Şad olsun Koca Reis..
Seni unutturmamak boynumuzun borcu..
Kadir Ürün Mart 2014
Şafak sökmek üzereydi. Fakat tipi yüzünden gökyüzünün aydınlandığı anlaşılmıyordu. Sabah namazını henüz bitirmiş bulunan Budin Paşası dışarıdan gelen ayak seslerini işitti. Sonra kapı vuruldu.
-Gel… Kanat açıldı. Ocaktaki alevler içeri giren sipahinin yüzünü aydınlattı.
-Ne var oğlum?
-Yahya Ağa gelmiş Paşa Baba! Seni görmeyi diler. Budin Paşasının yüzü aydınlandı. Serhadlerde bile ender görülen emsalsiz cengâver Yahya Ağa, demek ki ölmemişti. Paşa derin bir nefes aldı. Sevinmişti… Ama Yahya Ağa onu bu vakitte niçin görmek istiyordu?
-Haydi, evlat, onu hemen yanıma getir… Az sonra kapı açıldı. Üstünde başımda hâlâ kar tanelerini muafaza eden iri boyiu, gayet yakışıklı bir babayiğit içeri girdi. Yeri titreten adımlarla ilerledi. E1 öptü.
-Hayrola evlat, hoş geldin. Lâkin ne var?
-Paşa Baba! Estonibelgrad baskına uğrayacak. Düşman bu iş için 90.000 kişilik bir ordu düzdü. Gayri sen ne yapacağını iyi bilirsin. Haber vermekte biraz… Tam bu anda Paşa elini kaldırıp onu susturdu. Dışarıya kulak verdi. Derinden derin den gürlemelere geliyordu. Hem de devamlı olarak. Acaba gök gürültüsü müydü? Hayır. Serhadlilerin kulakları top seslerini, benzerlerinden ayırdetmekte zorluk çekmezdi. Belliydi… Kâfir gelip dayanmıştı. Estonibelgrad top atışlarıyla işaret veriyor, yardım istiyordu. Şimdi Yahya Ağa bir şeyler söylemek isteyerek hık-mık ediyordu. Onu pekiyi tanıyan Paşa bıyık altından gülüp keyiflendi:
-Haydi, haydi söyle. Yahya Ağa nihayet baklayı ağzından çıkardı. Kızara bozara:
-Destur verirsen… Komşu kalenin ahvalini öğrenmek için birini göndereceksin…
-Anlaşıldı, anlaşıldı… Üzülme… Oraya seni göndereceğim… İşte, Yahya Ağanın 2.000 akıncı ile Estonibelgrad’a gidişi böyle olmuştu. Bu imdat kuvveti, korkunç tipi içinde gizli kapıdan kaleye girmeye muvaffak olmuştu. Ama ne yazık ki, ne gelen bu imdat kuvveti, ne de gösterilen müthiş kahramanlık, durumu düzeltemedi. Düşmanın bu kaleyi kış ortasında kuşatmasının sebebi vardı. Buradaki müdafıler, sularını ve yiyeceklerini dışarıdan almak zorundaydılar. Asd Osmanlı ordusu her zamanki gibi güneye, kışlaya çekilmişti. Kışı ise pek amansızdı. Kâfir, kuşatmadan sonra daha ziyade hareketsiz beklemeye başlamıştı. Kalede sadece 4.000 Serhadli vardı. Ama OsmanlIlardan hücumla kale almanın nelere mal olacağını iyi bilen kâfir, sabırla beklemeyi tercih ediyordu. Osmanlılar eninde sonunda aç ve susuz kalacaklardı. Gerçekten de öyle oldu. Serhadliler, bir çıkış yaptılarsa da, üstün başarılarına rağmen azar azar eriyeceklerini anladılar. Akıncılar, düşmanı doksan binden seksen bine indirebildiler ama kendileri de kırk kadar şehid verdiler. Bir müddet sonra açlık ve susuzluk bastırdı. Kuru soğuk vardı. Karda yağmıyordu ki, eritip içsinler… Kale kumandanı:
-Baharda burasını nasıl olsa tekrar zaptederiz, diye düşünerek, vire işini tatbike koymaya başladı. Vire, serhadlerde bazen tercih edilen yumuşak bir usuldür. Kaleyi, silahlarıyla beraber terk etmeye izin vermek şartıyla, savaşsız olarak düşmana teslim etmek demektir. Paşanın teklifine düşman tarafı da pek memnun oldu. Zira hiçbir zafer, Osmanlıya karşı kazanılan zafer kadar pahalıya mal olmazdı. Düşman kumandanı Osmanlı elçisine sordu:
-Vire için şartlarınız nedir?
-Vire şartları bellidir. Silahlarımızla çıkıp gideceğiz.-Çok memnun oldum. Kabul ettim.
-Yalnız bir husus var!
-Nedir o?
– Kaledeki akıncdardan biri sekiz arkadaşı ile beraber Vire’yi kabul etmiyor. Bizler çıkıp gidince onlar kalede kalıp sizinle cenkleşecekler. Düşman kumandanının ağzı bir karış açık kalmıştı. Önce ne diyeceğini bilemedi. Kekeledi:
-Seksen bin kişiye karşı sekiz kişi mi? Elçi son derece sakin:
-Elbette, dedi. Öyle! Kumandan büsbütün afallamış halde mırıldandı:
-Eh… Öyle olsun… Olsun… Amma iş ha… Etrafındakiler de bu işe pek şaşmışlarsa da fazla ehemmiyet vermediler, belki de ciddiye almadılar. Yahya Ağa ve sekiz kafadar, sabah namazından sonra kaleden çıkan akıncıların, iyice uzaklaşıp uzak ufukta kaybolmalarını beklemişlerdi. Zira cenk hemen başlarsa, onların dayanamayıp geri dönmelerinden ve düşmana saldırıp sonuna kadar döğüşerek boş yere yok olmalarından korkuyorlardı. Kül rengi semada belirsiz hissedilen güneş azıcık yükseldiği sırada kale kapısı açıldı. Sekiz Osmanlı göründü. O zamana kadar hâlâ inanamayan düşman askerleri şaşkın şaşkın bakakaldılar. Seksen bin askere karşı sekiz kişi.
-Yok canım… Olamaz böyle şey…
Belki de teslim olmak için geliyorlar. Osmanlılar, efsanevî ejderhalar gibi heybetle adım atarak yaklaştılar ve ansızın yaylarına el attılar. Kahredici bir ok yağmuru ile düşman saflar birbirine karıştı. Osmanlılar, âdeta talim yapar gibi gözle zor takibedilen bir hızla ok çekiyor, gezleyip gezleyip (ırlatıyorlardı. Düşman askeri, OsmanlIların mesafesine ok düşüremiyorlardı. Yanaşmak isteseler de vurulup düşüyorlardı. Sonunda oklar bitti. Bu sefer palalarına sarılıp, kuzuyu gören kurtlar misali:
-Yâ Allah!
Diyerek düşmana daldılar. Seksenbin kişilik ordu, ancak onlarla burun buruna geldiği zaman şaşkınlıktan kurtulabildi. Şimdi Osmanlı serdengeçtilerinin karşısında, toz duman içinde kümeler meydana geliyor, ama bu kümeler, birkaç saniye içinde içinde infilak edercesine dağılıyor ve orta yerden “Allah” sedasıyla bir bahadırın önce palası, sonra kendisinin yükseldiği görülüyordu. Alman tarihçilerinin kaydettiğine göre, Yahya Ağa, 160 kişiyi yere sermişti. Okların verdiği telefat bilinmiyor. Osmanlılara sokulamayan düşman, sonunda mızraklarını fırlatmaya başlamıştı. Her yanı kan içinde, bir kolu kopmuş olarak fırtına gibi esen Yahya Ağanın vücuduna bir anda dokuz mızrak birden saplandı. O ise mızrakların boşta kalan tarafı ile çarparak hâlâ düşmanı tepelemeye uğraşıyordu.
Ne var ki, bir sürü mızrak havada ıslıklar çalarak uçuyor ve bu esnada bir tepe gibi yığılan düşman ölüleri üzerinde şahlanan Yahya Ağanın mübarek vücuduna gömülüyor, bu müthiş bahadırın dudakları kelime-i şehadeti söylüyordu.
Koca Osmanlı akıncısı, vücuduna saplanan mızraklar yüzünden koca bir kirpiyi andırıyor, bu yüzden yere düşmüyor ve mızraklara dayanarak boşlukta asılı gibi hareket siz kalıyordu.
Diğer akıncılar da birer birer şehid düştüler. Alman tarihçilerinin kaydettiklerine göre Avusturya ordusunun kumandanı, benzeri görülmedik bir cesaretle mücadele eden bu kahramanlara büyük bir cenaze merasimi tertip etti ve bütün düşman askerleri, uzun taburlar ve alaylar halinde bu şehidlerin karşısında şapka ve miğferlerini çıkararak sancakları ile saygı gösterme kadirşinaslığında bulunmuşlardı.
Genç yaşta ülke sorumluluklarını üstlenmiş bir kuşağız biz, kendimize göre dünyayı yerinden oynatacak ideallerimiz var. Tercihimiz değildi ama kavgaların girdabında geçti hayatımız. Şimdi diyorum ki farklı düşünceleri anlamalı ve onlardan zenginlik üretebilmeliyiz. Kavgaların, darbelerin sorunları çözmediğini hayat bize öğretti“
M.Yazıcıoğlu
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma-İnceleme Komplo Teorileri Siyasal Hareketler-Eylemler-Topluluklar Siyaset Terör-Mafya
- Kitap AdıKoca Reis
- Sayfa Sayısı305
- YazarKadir Ürün
- ISBN9789758035892
- Boyutlar, Kapak13 x 19 cm, Karton Kapak
- YayıneviKamer Yayınları / 2014