Leydi Maura O’Donnell ölüm döşeğindeki babasına bir söz verir: İki yüz yıl önce ünlü bir korsan tarafından çalınıncaya dek aileye bolluk getirmiş, sihirli bir Kelt emaneti olan Işık Çemberi’ni eve geri getirecektir. Bu eşsiz hazine artık korsan soyundan gelen Gleneden Dükü’nün elindedir ve Maura onu geri almayı aklına koymuştur. Alec McBride ise kandırıldığının farkındadır. Leydi Maura baştan çıkarıcı tavırlarıyla onu oyuna getirmiş ve evliliğe zorlamıştır. Ama yaptıklarının bedelini ödeyecektir. Alec onu kendine âşık edecek, büyüleyecek ve dize getirecektir… ta ki genç kadın, Gleneden Dükü’yle hiç karşılaşmamış olmayı dileyinceye dek.
İntikam oyununa kendilerini kaptıran Alec ve Maura kalplerinde olup biteni fark edemezler. Evlilikleri sahte olsa da engel olamadıkları bir gerçek vardır: Birbirlerine duydukları tutkulu aşk.
***
Giriş
Eski Bir İrlanda Efsanesi
Sisler ve zamana hapsedilmiş sihirden bir efsane türemiş. Bu efsane McDonough Klanı olarak bilinen halkın topraklarında doğmuş. O topraklarda, yarımadanın hemen kıyısında rüzgâr, deniz ve gökyüzü yeryiiziiyle buluşur, Kelt Rahipleri hükümdarlık sürer ve paganlar Kelt tanrılarına taşlarla çevrili bir tapınakta dua ederlermiş. Hikâye der ki; Işık Çemberi burada, Kelt Rahipler tarafından sihirle ortaya çıkarılmış. Deniz ve gökyüzünden, su ve topraktan beslenen bu çember hayatın sonsuz döngüsünün sembolüymüş. Saf gümüşe basit bir halka şekli verilmiş ve başı sonu olmayan bir çember oluşmuş.
Işık Çemberi, taş bir sunağın üzerinde kendi gücüyle havada durup yavaşça etrafında dönerek çevresine sıcaklık ve sayısız renk yayıyormuş. Keltler, McDonough Mani’nin ibadet eden ve sonsuzluğa inanan tüm insanlarının kutsanacağım söylüyorlarmış.
Işık Çemberi o kadar merak uyandırıyormuş ki St Patrick’ bile onu görmeye gitmiş. O da Çemberi, McDonough halkını ve topraklarını kutsamış. Çemberin kadim ibadet yerinde kalması gerektiğim ve klanın onun koruyuculuğuyla görevli olduğunu söylemiş. Bu kutsamaya karşılık olarak McDonough Klanı topraklarına ve insanlarına şans ve iyilik getirsin diye kiliselerini St Patrick adına inşa etmişler.
Mevsimler gelmiş geçmiş, McDonough insanları Işık Çemberi’ni, bu sonsuz hayat döngüsünü kaybetmenin, iyi şanslarım da kaybetmek anlamına geldiğine kanaat getirmişler. Bu, inanışları ve kaderleri olmuş. Yüzyıllar boyunca her gece Işık Çemberi, St Patrick Kilisesi’nin kuzey penceresinden ışığım saçmış. Sisleri, ay ışığım ve en karanlık geceleri ışıldatmış, söz verildiği gibi McDonough topraklarına şans ve bolluk getirmiş. Sıcaklık ve umut tacıymış gibi ışığı hiç söndürülememiş.
Ta ki Kara İskoç’un denizlerde talan edilmedik yer bırakmayarak McDonough topraklarına Işık Çemberi’ne sahip olmak için geldiği geceye kadar…
İşte o zaman efsane gerçek olmuş.
Birinci Bölüm
O gün de diğerleri gibi başladı.
Ama nedense Leydi Maura O’Donnell bugün farklı bir şeyler olacakmış gibi hissediyordu.
Gecenin siyah perdesi çekilirken gün ışığı kendini göstermeye başladı. McDonuough Kalesi’ndeki sıcak yatağında uzanan Maura, solgun ışığın, gözle görülebileceği en yüksek noktaya uzanışını seyretti. Işık gölgelerle savaşıp kehribar rengi ve pembeleri ortaya çıkardı. Son olarak da açık perdelerden süzülünceye kadar yeryüzüne saçıldı.
Her kim İrlanda’da dünyanın her yerinden daha fazla yağmur yağdığını söylemişse burada, adanın en kuzeyinde hiç yaşamamış olmalıydı.
Artık tam olarak ayılmış olan Maura yataktan kalktı. Haziran ayının ortalarıydı fakat hâlâ sabahlan biraz soğuk oluyordu. Yerde hah yoktu bu yüzden soğuk zemini hisseder hissetmez ayak parmaklarım geri çekti. Jen, kâhya kadın, bir zamanlar görkemli olan halıyı Maura dışarıda olduğu bir gün odadan çıkarmış ve Maura’nm halı için gözyaşı dökme ihtimalini düşünerek, hüzün dolu bakışlarla onun yok edilmesi gerektiğini söylemişti. Maura eski halı yanarak boyunun, daha doğrusu Jen’in kocası Murdoch un boyunun üç katı uzunluğunda alevlere dönüşünce Jen’in haklı olduğunu kabul etmişti.
Maura’nın babası Dublin’e bir sonraki gidişlerinde yeni bir halı alacaklarına dair ona söz vermişti.
Maura babasına bu sözünü hiç hatırlatmamıştı. Zaten kitapları elden çıkarmamakta ısrar ediyordu. Bir de güzel, elde dokunmuş bir halıya verecek paralan yoktu. Evin çalışanları her yıl azalıyor, kilitli ve soğuk odalarıysa artıyordu. Artık kalenin ana bölümünde sadece kont, Maura, Murdoch ve Jen kalıyordu. Maura’nm annesi, o daha altı yaşındayken ölmüştü. Maura onu zar zor hatırlıyordu.
Sonunda titreyerek soğuk zemine basmaya cesaret etti ve lavaboya koşturdu. Bir döşeme tahtası gıcırdadı. Maura durdu ve yere baktı, başparmağıyla tahtanın havaya kalkmış köşesini yokladı. Diğer başparmağım da uzun, pürüzlü yüzeyde gezdirdi. Yüzünü yıkayıp saçlarını tarayarak bir kurdele yardımıyla bağlarken zemini ona takılıp düşmeden onarması için Kıvırcık Patrick’i çağırması gerektiğine karar verdi. Babası her zaman Kıvırcık Patrickin -bu topraklarda ona başka türlü hitap eden kimse yoktu- Donegal çevresindeki en iyi marangoz olduğunu söylerdi. Ama onu, günün erken saatlerinde fazla bira içmeye firsat bulamadan çağırmak gerekirdi. Ve eğer Maura zemini bir an önce tamir ettirmezse, babası kızının Kıvırcık Patrickle birlikte kafa çekmiş olabileceğini düşünecekti.
Hüzünle içini çekti. Kalenin eski ihtişamına kavuşacak şekilde restore edilmesini sağlayacak paraya sahip olmayı arzuluyordu.
Babası nasıl da sevinirdi. Ama bunun hiçbir zaman mümkün olmayacağını biliyordu. Gün be gün değerli eşyaları elden çıkarmak zorunda kalıyorlardı. Henüz yoksul değillerdi fakat bir gün o noktaya…
Hayır. Hayır. Bu şekilde düşünmemeliydi. Güzel günlerin geleceğine inanmalıydı.
Kalenin başka bir yerinde de sabah ritüeli başlamıştı. Maura, babasının koridorun sonundaki odasından çizmelerinin yerde çıkardığı sesi işitiyordu. Kombinezonu ile elbisesini üzerine geçirdi ve Murdoch’un merdivenlerdeki ayak seslerini duydu. Sayamayacağı kadar çok kırık tahta sesi geldi.
Ağır bir kapı açıldı ve kapandı. Kırık bir tahta sesi daha. Maura iç çekti ve döndü. Her zamanki gibi Jen’in zamanlaması harikaydı.
Kısa boylu kadın, yapılı vücudunun el verdiği kadarıyla reverans yaptı. “Günaydınlar size, hanımım.”
“Hanımım mı?” diye dalga geçti Maura. “Ne yaptım da senin gözündeki saygınlığımı kaybettim?”
Yaşlı kadın önüne baktı. Başını tekrar kaldırması biraz zaman aldı. Maura ona bakıyordu. Kadının gözleri sulanmıştı. Yoksa…
“Jen. Jen, ne oldu? Neden ağlıyorsun?” Maura onun ellerini tııttu ve onu odaya çekti. “Jen, anlat bana! Sorun ne?”
“Hiçbir sorun yok.” Jen konuşmasına güçlü bir ses tonuyla başladı ama sonra sesi titredi. “Sadece… şey, sen bir hanımefendisin, hem de hanımların en güzeli.”
Maura hâlâ şaşkındı, Jen’in saklayamadığı gözyaşları ve sesindeki kontrol edemediği düzensizlik onu şaşırtmıştı. Hafızasını zorladı ama Jen’î daha önce ağlarken gördüğü bir an hatırlayamadı.
İki oğlu birden Amerika’ya gittiğinde ve Murdochla onları tekrar göremeyeceklerini düşündüklerinde bile ağlamamıştı.
“Jen,” diye fısıldadı ve aniden boğazı düğümlendi.
“Ben daha farkına yaramadan sen büyüdün. Ve ben… ben düşündüm ki sen de, seni hep bir çocuk olarak görmeyi istediğimi ama artık bir hanımefendi olduğunu bilmelisin,” dedi Jen. “Beni ağlatacak kadar güzel bir hanımefendisin. Yakında yakışıldı bir genç adam gelir ve seni gelini olarak alır. Seni özleyeceğim, Maura. Seni özleyeceğim.” Başarısız bir şekilde gülümsemeye çalışırken Maura’nın omzundaki kadifemsi bukleyi okşadı.
Bu sözlerden etkilenen Maura kollarım Jen’in yapılı vücuduna doladı ve onu sıkıca kucakladı. Annesinin ölümünden sonra babası tekrar evlenmemişti ve Jen, onu büyüten kadın, tanıdığı tek anne figürü olmuştu. Onu teselli etmiş, yaralarım sarmış ki çok yarası olmuştu ve yaramazlık yaptığında onu azarlamıştı. Murdoch da ona aynı şekilde davranmıştı. Bu yüzden o ikisi hizmetliden öteydiler. Çok öte.
Onlar da en az babası kadar ailesiydıler.
Uzun süre birbirlerine sarılmış bir şekilde kaldılar. Maura yine uyandığı zamanki gibi bir duyguya kapıldı… farklı bir şeyler olacakmış duygusuna. Bu histen bir türlü sıyrılamıyordu.
Sonunda Maura geri çekildi ve Jen’in yüzüne baktı. O ana kadar fark etmediği yeni kırışıklıklar gördü. Başparmağım kırışıklıkların üzerinde gezdirdi, incecik izler hizmetçinin yüzüne işlenmişti. Maura’ya göre onların ilerleyen yaşıyla bir ilgisi yokta Onlar güzelliğin, hayat, sevgi ve bağışlamaktan doğan, onun iyiliğini, güzel ruhunu gösteren karakterinin ortaya çıkardığı çizgilerdi.
“Bir yere gideceğim yok, Jen.” Maura iç çekti, gülümsemeye çalıştı ve başardı. “Çünkü tanıdığım genç erkeklerin hiçbiri yakışıldı değil. Hepsi hâlâ kız kardeşlerine taş atıyorlar! Bu yüzden bir kocam olması pek muhtemel değil.’ Dilini dışarı çıkararak gözyaşlarını önlüğünün kenarına silen Jen’i güldürdü.
McDonough Kalesi onun eviydi Aslında Maura atalarının topraklarını terk edebileceği ihtimalini aklına hiç getirmemişti. Tekrar birbirlerini kucakladılar ve sonra odadan çıkıp farklı yönlere gittiler. Maura koridorun aşağısına ilerledi Babasının, gazetesi için seslendiğini ve Murdoch’un da onu teslim etmek için merdivenleri tırmandığını duymuştu. Gazete Dery’den bir gün kadar geç gelirdi. Ama kahvaltı için aşağıya inmeden önce gazete okumak ve keyifle çayını yudumlamak kontun alışkanlığı haline gelmişti. Maura babasına günaydın demek için hafifçe kapısını tıklattı.
Ses yoktu.
Tekrar tıklattı. Yine ses gelmeyince kapıyı açtı ve kafasını içeri uzattı. “Baba,” dedi neşeli bir sesle, “Sen ve Jen benimle oyun oynamak için anlaştınız…”
Aniden sustu.
“Baba?” diye fısıldadı ve ardından bağırdı, “Baba!”
Babası, yüzünde Maura’nm daha önce hiç görmediği bir ifadeyle ona bakıyordu. Şaşkın görünüyordu. Ve… bakışlarında başka bir şey daha vardı. Tanımlayamadığı bir şey. Yüzü kar gibi beyazdı. Okuduğu gazete, kont kendini kaldırmaya çabalarken yere saçılmıştı.
Maura ileri atıldı, aynı anda Murdoch’a seslendi. Babasının kolunu, onu biraz olsun kaldırabilmek için kendi omzuna atmayı başardı. Kollarını babasının üst bedenine sardı ve var gücüyle onu ayağa kaldırdı. Babası ufak tefek biri değildi bu nedenle ancak Murdoch yardıma gelince onu yatağa taşıyabildiler.
Babası uzandı. Yüzü kül rengiydi. Kalkmaya çalıştı ama sırt üstü yatağa yığıldı. Konuşmaya çabaladı fakat başaramadı.
Maura bir elini onun göğsüne bastırdı. “Şişşt,” diye sakinleştirmeye çalıştı. “Kımıldama, baba. Biraz dinlen.”
Fakat onu bu hale getiren her neyse, kont onunla savaşıyordu. Maura bunu hissedebiliyordu, babasının yüzüne yerleşen sinir ve öfke ifadelerinde bunu görüyordu. Dudakları ayrıldı. Yine konuşmaya çalıştı.
Maura sakinleşmek için derin bir nefes aldı. Onu hiç bu şekilde görmemişti.
Arkasında duran Murdoch’a baktı. “Bir doktor çağır,” dedi sessizce. Gözlerindeki korkuyu Murdoch’un görmüş olduğunu biliyordu ama sesinde korkudan eser yoktu. Babasımn endişeli olduğunu anlamasını istemiyordu.
Aniden babasının vücudundan yayılan bir sıcaklık hissetti. Parmaklarını onun alnına bastırdı. Ateşten yanıyordu. Gözlerini sıkıca kapadı ve sonra açtı. Çok uzaklardaki vadilerde yer alan tarlalar kadar yeşil, Maura’nınkilere benzeyen gözleriyle ona baktı. “Bunun ne olduğunu biliyorsun Maura. Biliyorsun.” “Üşütmüş olmalısın, baba. Hepsi bu…”
“Bu tüm McDonough lordlarının başına geldi. Onunla savaşamazsın, çocuğum. Onu durduramazsın. Babam da, babamın babası da aynı şeyi yaşadı. Ölüm, hiç uyan yapmaksızın McDonoughlara gelen ölüm. Randall O’Donnel zamanından beri kaç kuşaktır bu böyle!”
Yüzünü kederle buruşturdu.
“Ah, Maura!” Pişmanlık çığlığı Maura’nın kalbini parçaladı. “McDonough bir zamanlar İrlanda’daki en güçlü klanlar arasındaydı. Evimiz, McDonough Kalesi, Işık Çemberi’nin gücüyle korunuyordu. Ama artık savunmasızız. Neden, ne için?.. Yüzyıl, hayır iki yüzyıldır! İki yüz yıl önce alçak Kara İskoç tarafından Çemberin kilisemizden çalındığından beri!”
Maura arkasında, kapı girişinde bir kadının derin bir nefes aldığını duydu. Göz ucuyla Jen’in haç çıkardığını gördü. Hep böyle olmuştu. McDonough topraklarında yaşayan biri Kara İskoç’un adını duyduğunda hâlâ haç çıkarıyordu.
Maura’nın içi titredi. Babasının böyle konuştuğunu duymak… Korku vücudunu sarıyordu. Babası her zaman sağlıklı ve zindeydi. Her zaman. Şimdi onu böyle görmek… acıyla konuştuğunu duymak… Sanki kalbine bir bıçak saplanıyordu. İçini ümitsizlik kapladı. Bu duygudan kurtulmaya çalıştı. Zayıf olmayacaktı. Babası ve kendisi için güçlü olmalıydı.
Başını iki yana salladı. “Hayır,” dedi. “Baba, bu sadece…*
“Hayır, çocuğum. Bu bir hayal ya da efsane değil. Sen de bunu benim kadar iyi biliyorsun! Çember çalındığı geceden beri kara bir gölge topraklarımızın, McDonough Kontları’na, ailemize ait toprakların üstüne çöktü! Büyükbabam verimli, ürün dolu vadilerimizin günden güne nasıl kuruduğunu anlatırdı. Acı ve kötü şans mirasımız oldu.”
Babasının anlattıklarını Maura da biliyordu. Çember. Işık Çemberi. Maura neredeyse ondan nefret ediyordu.
Yüzyıl kadar önce kilisenin nasıl yanıp kül olduğunu düşündü. İnsanlar onu, atalarının ve St. Patrick’in kilisesi olduğu için tekrar…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGizemli Gelin
- Sayfa Sayısı304
- YazarSamantha James
- ÇevirmenPervin Salman
- ISBN9786053433446
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Wardstone Günlükleri – 03: Hayaletin Sırrı ~ Joseph Delaney
Wardstone Günlükleri – 03: Hayaletin Sırrı
Joseph Delaney
Annem, “Uzun, zor, hatta korkunç bir kış olacak oğlum,” dedi. “Tüm işaretler orada… Ve yazı geçirmek için Anglezarke’dan daha kötü bir yer olamaz. Baban...
- Sıcak – Nefes Nefese Üçlemesi 1 ~ Maya Banks
Sıcak – Nefes Nefese Üçlemesi 1
Maya Banks
Gabe, Jace ve Ash: Ülkenin en varlıklı ve güçlü erkekleri. İstedikleri her şeyi elde etmeye alışkınlar. Hemen her şeyi. Gabe’in en büyük hayali ise...
- Başlangıç ~ Dan Brown
Başlangıç
Dan Brown
Kim olursan ol, neye inanırsan inan, Çok yakında her şey değişecek… Genç adam, aniden üç büyük dinin temsilcilerine döndü. “Şaşırtıcı bulacağınızı tahmin ettiğim bilimsel...