Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Hayatımın Aşkı
Hayatımın Aşkı

Hayatımın Aşkı

Louise Douglas

Onu her nefesimde, her kalp atışımda özlüyorum. Luca… Hayatımın aşkı. Çocukluklarından beri yan yanalardı. Ailelerini ve çevrelerindeki herkesi karşılarına aldılar. Ve evlenip hayallerindeki hayata…

hayatimin-aski-louise-douglas-pegasus-yayinlariOnu her nefesimde, her kalp atışımda özlüyorum.

Luca…
Hayatımın aşkı.

Çocukluklarından beri yan yanalardı.
Ailelerini ve çevrelerindeki herkesi karşılarına aldılar.
Ve evlenip hayallerindeki hayata adım attılar.
Ancak gerçek hikâyeleri mutlu sonun ardından başladı…

“Hüzünlü ve sevgi dolu. Böyle etkileyici kitaplar nadiren bulunuyor…”
-The Yorkshire Pudding Club-

“İnsanın kalbini kolayca fetheden tutkulu bir aşk hikâyesi… Okuyan herkesin tadı damağında kalacak.”
-Kate Bradley-

“Bu trajik hikâye okuyucuyu en zayıf yerinden yakalayıp unutulmaz bir deneyim yaşatıyor.”
-Western Daily Press-

***

Giriş

Bir daha asla Watersford’a gitmeyeceğim.

Kocam Luca’nın mezarı orada ama oraya bir daha gidemem.

Luca’nın ailesi kazandı; Angela ve Nathalie sonunda bizi ayırmayı başardı. Yıllardır istedikleri buydu ve onları affedebi­leceğim! hiç sanmıyorum.

Benim yaptığımın da bir telafisi yok. İlişkimizin önceki haline dönmenin, aramızı düzeltmenin bir yolu yok. Davranışlarımızın sonucuna katlanıp bu utançla yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor.

0 fırtınalı yaz akşamında Felicone ailesiyle ilgili gerçekler or­taya çıktıktan sonra hiçbirini bir daha görmek istemedim. Hemen restorandan çıktım ve kapının önüne park ettiğim arabama adayıp gecenin karanlığında ablam Lynnette’in Londra’daki evine gittim. Lynnette beni sever. Neden sabahın üçünde maskaram yüzüme bulaşmış halde kapısına dayandığımı sormadı. Valizim ya da en azından diş fırçam olmadan neden ona gittiğimi de sormadı. Bana bir fincan sütlü sıcak çikolata verip misafir odasındaki yatağı düzenledi, üzerime uyacak bir pijama buldu ve çocukmuşum gibi beni temiz örtülerin altına sokup uyumam için yalnız bıraktı.

Beş yüz yıl önce doğmuş olsam ömrümün geri kalan günlerini geçirmem için manastıra kapatılırdım. Günümüzde manastıra yerleşmek gibi bir seçenek yok ama Lynnette kefaret ödemeye inanır. Gücümü topladığımı hissettiğimde Sean’ın eski dizüstü bilgisayarım yatak odasına getirip olanları yazmamı söyledi. Böylece yaşadığım sıkıntıyı bütünüyle geride bırakabilirmişim. Haklı olup olmadığını bilmiyorum ama başka çarem yoktu.

San yatak örtüsünün üzerinde bacak bacak üstüne atmış oturuyorum. Yanı başımda Luca’nın geçen yaz Sorrento’daki bir restoranın önünde çekilmiş fotoğrafı duruyor. Gözlerini kısmış, kameraya bakıyor. Güneş gözüne giriyor ve dudaklarının ara­sında sigarası, elinde de Peroni1 şişesi var. Onu her nefesimde özlüyorum. Mutlu bir sonumuz olmalıyken o, hikâyemin hüzünlü başlangıcı oldu.

Evet, Luca öldükten sonra bunlar yaşandı.

bir

Her şey Luca’nın cenazesinde başladı. Ocak ayının üçüncü haftasıydı ve güneşin kış mevsimini güzelleştirdiği, kalbinizin ise şehrin üzerindeki martılar misali süzülmek istediği o soğuk ve aydınlık günlerden biriydi.

Bizse Luca’nın annesi ile babasının Watersford’daki evinde top gülleleri gibi yere çakılı kalmıştık ve geleneksel ritüelleri yerine getiriyorduk. Aile ve konuklar oturma odasına doluşmuş, birbirleriyle ilgileniyorlardı. Kayınvalidem Angela’nın talimatıyla, görümcem Nathalie, konuklara ve akrabalara kahve ile aslında kimsenin sevmediği tadımlık şekerli kurabiyelerden ikram ediyordu.

Beni görmezden geldiğini gizlemeyen Nathalie dışında herkes bana iyi davranıyordu. Nathalle’nln beni odanın diğer ucundan izlediğini fark ederken bana hâlâ kızgın olup olmadığını ve benden nefret edip etmediğini düşünüyordum. Olayların bu şekilde sonuçlanmasından ve en büyük acıyı benim çekmemden memnundu belki de. Belki dul kalmayı hak ettiğimi düşünüyordu. Hatta belki Luca’nın ölümünden de beni sorumlu tutuyordu.

Kocamın cenazesinde, ailesi gönülsüz olsa da nezaketen bana onur konuğu gibi davranıldı. Bu aile beni hiç sevmemiş, seviyormuş gibi de davranmamıştı. Yine de bir parça saygı ve şefkati bana çok görmemişlerdi. Yolculuğum ve kaldığım otelle ilgili sorular sorduklarında onlara yanıt verdim ama detaylara girmekte zorlandım. Fellcone ailesiyle, on beş yılı aşkın süredir onlara karşı avukatlığımı, halkla İlişkiler danışmanlığımı üstlenip beni koruyan Luca olmadan İlk defa bir araya gelmiştim.

Aslında yaşayacaklarım beni dehşete düşürüyordu; yalnız cenaze değil, hayatımın geri kalanından da endişe ediyordum. Ağır çekimde hareket ediyormuşum, korkunun esiri olmuşum gibi hissediyordum. Duyularım gerektiği gibi işlemiyordu. Bazen her şeyi tüm netliğiyle duyuyordum; sesler bir zilin çınlaması kadar netti. Bazen de bütün kelimeler ve sesler işitsel bir çorbaya dö­nüyordu. Ağzım kupkuruydu. Parmak uçlarım karıncalanıyordu. Nefes alıp vermeyi anımsamam gerekiyordu.

Hayatta olan erkek kardeşlerin ikisi, Stefano ve Luca’nın ikizi Marc, bana birer ağabey gibi davranıyorlardı. Bana sarılıp yanaklarımdan öpmüşlerdi ve benimle sürekli ilgileniyorlardı. Onların farkındaydım ama her şey bir hayal gibiydi. Etrafımda dönüp duruyorlardı. Diğer iki kardeş ise uzak duruyordu. Carlo her zamanki gibi mesafeli ve onaylamayan tavrını takınmıştı. En küçük kardeşleri Fabio üst katta bilgisayar oyunu oynuyordu. Erken saatlerde onunla konuşmayı denemiştim ama ya konu­şamayacak kadar kendini oyuna vermişti ya da beni görmezden gelmeyi tercih ediyordu.

Alt katta, ağabeyleri sigara içmek için dışarı çıkmıştı ve oturma odasındaki fısıltılı ile kilise uğultusunu andıran sohbetin arasında bahçeden huzursuz bir kahkaha sesi geldi. Bu Marc ol­malıydı ancak sesi Luca’nınkine benziyordu. Birkaç boş fincanla tabağı alıp mutfağa geçtim. Angela yenmemiş yiyecekleri tekrar plastik kaplara koyuyordu. Yanında, rengi kaçmış kahverengi eteğinin üzerine modası geçmiş, uzun kollu, boydan boya düğmeli bir temizlik tulumu giyen çelimsiz, yaşlıca bir kadın vardı. İnce yüzünü çevreleyen kır saçları inanılmaz derecede kıvırcıktı. San plastik eldiven takmıştı.

Angela bana bakmadan, “Bunu yapmana gerek yok Ollvia,” dedi. “Bayan McGuire ortalığı daha sonra temizler. Neyin nereye konacağını biliyor’

Kirli fincanları kadına uzatırken belli belirsiz gülümsedim. Ciddi bir ifadesi vardı ama bana bakıp teşekkür eder gibi hafifçe başını salladı. Gözlerinden benim kim olduğumu çıkarmaya çalıştığını anladım. Tabii ki bizi tanıştırmak Angela’nın aklına bile gelmemişti.

“Yardım edecek bir şey var mı?” diye sordum.

Angela, “Hayır, teşekkürler. Biz hallederiz,” dedi

Tekrar oturma odasına döndüm. Luca’nın babası Maurizlo pencereden dışanyı izliyor, yeni tıraş ettiği çenesini kaşıyıp in­sanların sıradan bir günmüş gibi işlerinin peşinde koşturduktan sokağa bakıyordu. Onun yanına gidip sırtımı odaya döndüm. Maurizio’yla ben birbirimizde teselli bulurduk. Üstelik burada durursam kimseyle konuşmama da gerek kalmazdı.

Hepsi de birbirinden güzel olan Luca’mn yeğenlerine, ön verandada durup cenaze arabalanm gözetlemeleri görevi veril­mişti. Sonunda içlerinden biri koşarak içeri girdi ve Maurizio’nun eline yapışıp, “Nonno” geliyorlar” dedi.

Aynı anda herkes iç geçirmiş, telaşlı bir koşturmaca başlamıştı.

İnsanlar tatlı şarap kadehlerini, kahve fincanlara» ve sandviç tabaklarını bırakıp parmaklarını Angela’nın kolalı keten peçe­telerine sildiler. Maurizio, Fabio’yu çağırmak için üst kata çıktı. Herkes birbirinin palto giymesine yardım ediyor, cilalı ahşap döşemeli koridordan ön kapıya geçerken yaldızlı ve işlemeli boy aynasında saçlarını düzeltip omuzlanndaki tozu silkeliyordu. Bayan McGuire oturma odasını toparlamak için mutfaktan çıktı.

Bense diğer taraftan tuvalete geçip klozete oturdum ve başımı ellerimin arasına alıp toparlanmaya çalıştım. Kalbim küt küt atıyor, ellerim titriyordu. Bayılacağımı sandım. Karanlık ve serin olan tuvalet, leylak aramalı oda spreyi kokuyordu. Havluyu yüzüme bastırdım. Nemliydi.

Biri kapıyı çaldı.

“Liv, iyi misin?” Marc’tı bu. “Sakıncası yoksa içeri gelebilir miyim?”

“Gel.”

Kapı açıldı. Marc’ın yüzündeki kaygı, benim yüz İfademin bir yansıması gibiydi.

Parmak uçlarıyla yanağıma dokundu. “Ah, Liv.”

“Mezarlığa gidemem,” diye fısıldadım iki büklüm kıvrılarak. “Buna dayanamam.”

‘Ama gelmelisin.”

“Yapamam. Çok korkuyorum.”

“Biliyorum. Ben de korkuyorum.”

Ellerimi sıkıyordum. Marc’a baktım. Yüzü bembeyaz olmuştu ve çökmüş görünüyordu.

“Bir şey içmek İster misin?” diye sordu.

Başımı evet anlamında salladım.

Marc cebinden bir İçki şişesi çıkarıp kapağını açtı ve bana uzattı.

“İçebildiğin kadar iç, sonra lavabonun altındaki dolaptan gargarayı al ve ağzını çalkala.”

Dediğini yaptım. Viskiydi. Üstelik kaliteliydi. Marc da benden sonra içti ve sonra yatmaya hazırlanan çocuklar gibi birlikte ağızlarımızı çalkalayıp tükürdük.

“O gargarayı bunun için mi orada saklıyorsun?” diye sordum.

“Hazırlıklı olmak gerek diye düşündüm. Sakın kimseye bir şey söyleme.”

Gülümsedim.

Marc gargarayla birlikte Angela’nın temiz havluları, yedek tuvalet kâğıtları ve oda spreyinin arasına sakladığı şişeden küçük içki şişesine tepeleme viski doldurdu.

“Bunu başarabiliriz, biliyorsun,” dedi ayağa kalkmama yardım ederken. “Ben sana yardım ederim, sen de bana edersin, olur mu?”

Ağzımı silip başımı salladım.

iki

O soğuk sabahta evden aydınlığına çıktığımda cenaze arabasının olduğu tarafa bakamadım. Onun yerine gözlerimi yüksek topuklu çizmelerime diktim. Taş merdivenlerden kaldırıma ve Luca’nın birinci dereceden akrabalarının beklediği baştaki limuzinin arka koltuğuna doğru birbiri ardına adımlar attım. Angela’nın yanına oturdum ve o da bana yer açmak için yana kayıp vücudunu benden uzaklaştırdı. Yanımda buz kesmiş bir varlık gibi duruyor, derin ve kapkaranlık kederini yayarken fazlasıyla sakin görünüyordu. Eldivenli ellerimi dizlerimin arasına koydum ve iyice sıkıştırdım.

Tabuta bakamıyordum.

Sonsuza dek sürecekmiş gibi hissettiğim mezarlık yolculuğu boyunca gözlerimi dizlerimden ayırmadım ve bundan sonra anımsadığım tek şey, elektrikli ısıtıcıya karşın buz gibi olan şapelde hıçkırıklarını bastırmaya çalışan korkunç erkek sesiydi. Tepemizdeki renkli cam kubbeden müzik sesi yükseldi. Öksürük şurubu, küf ve çürümüş çiçek kokusu etrafı sarmıştı. Her ne ka­dar bakamasam da beyaz leylak, karanfil ve güllerle kaplanmış tabutun koridorun ortasında durduğunu ve inanması ne kadar zor olsa da Luca’nın tek başına onun içinde yattığını biliyordum. Tabutun içi karanlık mıdır yoksa kapaktan hafif bir ışık sızıyor mudur, diye düşündüm. Başının altında ipek bir yastık olduğunu ve rahat bir şekilde yerleştirildiğini umdum.

Tumturaklı seslerle dualar okunup övgü ve sevgi dolu anılar anlatılırken onları dinlemekten korkan ben, geçen yılki yaz ta­tilimizi, havuz başındaki şezlongda yüzünü bana dönüp uzanan Luca’yı ve nefes alıp verişini izlemenin tadına varmak için kitabımı nasıl elimden bıraktığımı düşünmeye başladım.

Alışıldık bir törendi. Odaklanmadığım İçin duaları ya da ilahileri hatırlamıyorum ama herhalde güzellerdi. Muhteşem duruşu, şapkası, tülü ve Chanel marka olduğunu tahmin ettiğim kıyafetiyle Angela fazlasıyla ilgili görünüyordu. Bense Luca’mn en büyük ağabeyi Stefano’nun yanına oturmuştum. Tören boyunca sıcak bacağını kendi bacağımın yanı başında hissettim. Kelime­leri okuyamamama ve okumak için de herhangi bir girişimde bulunmamama karşın dua kitabını benimle paylaşmıştı.

Tören sona erdiğinde Stefano kalkıp yanımdan geçti ve tabutu kaldınp tepedeki mezarlığa taşımak üzere kardeşlerinin yanına gitti. Ben de tabutun arkasından tepeye tek başıma yürüdüm. Nefesim yüzüme çarpıyordu ama gözlerimi yere dikmiştim.

Papazın mezar başında söylediği hiçbir şeyi hatırlamıyorum ama tabut mezara indirilirken elimdeki gülü çukura atmam için bana nazik sözlerle cesaret verdi. Tabuta bakmak zorunda kaldım ve tam da o anda içimi bir keder dalgası sardı. Yüksek topuklu botlarım, yeni paltom ve gümüş küpelerimle orada du­rurken sesimin çıktığını sanmıyorum ama içimde büyüttüğüm ümitlerim, dileklerim ve hayallerim kökünden sökülüp küçük felaketlere dönüşüyordu. Stefano’nun kansı Bridget en küçük kızlan Emilia’yı kucağında taşıyordu ama yüzümdeki ifadeyi görmüş olmalı ki Stefano’yu dürttü. Stefano hemen yanıma gelip bana sanldı. Beni kendine çekip çok değerli ve hassas bir şeymiş gibi başımı tuttuğunda gözlerimi kapattım. Ona bakmasam da hıçkırdığını hissedebiliyordum…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıHayatımın Aşkı
  • Sayfa Sayısı336
  • YazarLouise Douglas
  • ÇevirmenSolina Silahlı
  • ISBN9786053433019
  • Boyutlar, Kapak14 x 21 cm , Karton Kapak
  • YayıneviPegasus / 2014-05

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Yıldız Ruh – Demir Yürek 2. Kitap ~ Ashley PostonYıldız Ruh – Demir Yürek 2. Kitap

    Yıldız Ruh – Demir Yürek 2. Kitap

    Ashley Poston

    Ana Armorov, imparatoriçe olarak taç giydikten hemen sonra suikasta uğramıştı ve galaksinin büyük kısmı onun öldüğünü sanıyordu. Ancak o eski hayatına geri dönmüştü ve...

  2. Oz ~ Adam FawerOz

    Oz

    Adam Fawer

    Dorothy ilk defa öldüğünde on iki yaşındaydı. En azından bana söylediği buydu. Delirdiğini düşünmüştüm ama şimdi ona inandığım için esas deli ben miyim diye...

  3. Cicim ~ ColetteCicim

    Cicim

    Colette

    On dokuzuncu yüzyılın sona erişiyle birlikte toplumda ağır basan muhafazakârlığın yerini modernleşmenin aldığı bir “fin de siècle” dönemini çarpıcı biçimde temsil eden, Fransız edebiyatının...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur