Eritreden, Etiyopyadan, Sudandan, Somali, Gana, Liberya ve talan edilmiş Afrika kıtasının dört bir yanından göçmenler… Simsarlar hepsini toplayıp, denize açılmaya elverişli olmayan gemilere bindiriyor ve denizin derinliklerine gönderiyorlar.
“Ani bir hastalık sonucu yolculardan iki kişi öldü. Yedinci güne kadar cesetleri güvertede kaldı. Yedinci günün akşamı motorun çalışacağına ve yardımın geleceğine dair ümitler kaybolunca onları suya attılar. Ertesi sabah cesetleri geminin etrafında yüzüyordu.
Fırtına bulutları bir kez daha gemiyi kuşatmış, dalgalar bir saat boyunca acımasızca geminin gövdesini dövmüştü. Yağmur durmadan, dinlenmeden yağıyordu. Delik tekrar açılmış, Malukun tüm çabasına rağmen sular şiddetle içeri dolmaya başlamıştı. Geminin batmasından dört gün önce yani on sekizinci günde yolcular birer birer açlık ve susuzluğun kurbanı olmaya başladılar. Güneşin batmasından sabahın alaca karanlığına kadar yirmi kişi can çekişip günün doğmasıyla birlikte de ruhlarını teslim ettiler.”
Ebubekir Hamit Kehhal: Eritreli hikâye yazarı. Libyada ikamet ediyor. Uzun yıllar “Eritre Özgürlük Cephesi” üyesi olarak görev yaptı. Etiyopya ihtilâlına karşı özgürlük savaşına katıldı. İki hikâyesi var: “Silah Kokusu” ve ” Berkantiya: Bilge Kadının Toprağı”
***
Hartum-Umm Durman arasında gidip gelmekten ve kaçakçı simsarla görüşmek için orada burada araştırmalar yapmaktan çok bunalmıştım. Bazen Umm Durman’dan Hartum’a geçerken İngilizlerden kalma, eski, demirden yapılmış Şembat Köprüsü’nü kullanıyordum. Bu köprüden geçerken, arabanın bizi Nil Nehri’nin kollarından birine atacakmış gibi bir korku yaşıyordum. Ne kadar aksi gibi görünse de sanırım bütün yolcuların duygu ve endişeleri benimkiyle aynıydı. Bu gidiş gelişler sonucunda giysilerim, gün içinde, onlarca kez terden ıslanıp kururdu. Ayaklarımdaki sızıları ise anlatamam. Ayağımda oluşan nasır bir göz büyüklüğünde oluncaya kadar tedavisini ihmal etmiştim. Adım attığımda ya da sert bir şeye çarptığımda canım çok yanıyordu. Bu yüzden arkadaşlarım bana “Aksak” lakabını takmışlardı. Planlamış olduğumuz bu çöl yolculuğunu beklerken, arkadaşlarımın, bana lakap takmakta yarışıp eğlenmekten başka işleri de yoktu.
Gece yarısı kiralık evimize dönerken Umm Durman’ın ortasındaki 40. caddeden geçerdim. Henüz uyumamış olan hane sakinleri, kaçaklar alemine dair son haberleri almak için etrafımı sarardı. Bir gece onlara bekledikleri haberi vermek yerine; “Bakın, burada sizi benimle didişmekten ve olur olmaz lakaplar takmaktan alıkoyacak bir haber var” diyerek bir gazete verdim.
Gerçekten de gazetede oldukça ilginç bir haber vardı; Hartum Hayvanat Bahçesi sorumlularından biri görevden alınmış ve bir komite kurularak, görevini kötüye kullandığı, sayısız suç işlediği gerekçeleriyle hakkında soruşturulma başlatılmıştı. Haberin manşeti şöyle idi: “Aslanın Hakkını Yiyen Adam”. Anlaşılan hayvanat bahçesi görevlilerinden biri aylar boyunca aslana vermesi gereken yemeği kendine ayırmış, hayvana günde yedi kilo et vermesi gerekirken sadece üç kilo vermişti. Habere göre aslan bir süre sonra, aç kalması sonucu gözle görülür derecede zayıflayınca, yemeğinin nereye gittiği ortaya çıkmıştı. Bu ilginç haber gecemizi kahkahalara boğmuş ve ertesi gün aldatılan zavallı aslanı görmek için hayvanat bahçesine gitmeye karar vermiştik.
Aslanı ararken hayvanat bahçesinde uzun uzun dolaştık. Sonunda onu kafesinin içinde yapayalnız bir halde bulduk. Gelirken ona hediye olarak tavuk almıştık. Tam tavuğu poşetten çıkarıp aslana vermek üzereydik ki, birden bire bir adam ortaya çıktı:
– Ben buranın sorumlusuyum. Aslan yabancıların elinden bir şey yemez. Bu tavuğu ona akşam yemeğinde vereceğim. Ziyaretçilerin buradaki hayvanlara yiyecek getirmesi de nereden çıktı, diyerek tavuğu bizden aldı.
– Aslan’ın yemeğini çalan biri ile ilgili bir haber okuduk, dedim. Bu sözüm üzerine adam ağzı kulaklarına varırcasına gülmeye başladı. Katıla katıla gülerken;
– Bunu duymuştum. Gazetelerde çıkan haberlere hala inanan birileri var mı, dedi.
– Yani bu haber doğru değil mi?
– Adam cevap vermeksizin gülmeye devam etti. Bunun üzerine tavuğu ona bırakarak oradan ayrıldık. Tam kapıdan çıkarken arkadaşlardan biri;
– Bu kişi aslanın hakkını çalan kişi olabilir, belki de şu anda tavuğu kendine ayırarak aynı şeyi yapıyordur, dedi. Sessizce yürüdük ama olaydan sonra bana öyle bir lakap taktılar ki onu şimdi burada açıklamak istemiyorum.
Kim bilir hayatım boyunca kaç tane daha lakap taşıyacağım. Hartum’dayken göçmenlerin kaçak dünyasına dair yeni olayları, bilgileri ve haberleri almadan uyumadığım için bana “El-Avakis” derlerdi. Yaz boyunca Orta Afrika kıyılarından Avrupa’ya doğru yelken açan Titanikler’in sayısını bilirdim. Ya da hangi geminin ne zamandır denizde olduğunu, denize açılan gemiler sağ salim ulaşıp ulaşmadıklarını. Hatta lastik botları, bir kıyıdan diğerine sekiz saatte geçen, kaçışa hazır fiberglas botları… Her birine dair bir şeyler bilirdim. Aynı şekilde yapılan baskınları, insan kaçıran denizcilerin istediği ücretleri de çok iyi bilirdim.
Sudan’ın başkenti Hartum’a ayak basmadan önce hatırı sayılır bir bilgi birikimim olmuştu. Mesela simsarların lakapları ve isimlerini öğrenmiştim –ki bu isimlerin bazıları da sahteydi- Mesela; “Venas”, “Gece Tutkunu”, “Gece Yarısı” yine “Peçeli”, “Şeytan Aldatan”, “Sarhoş” gibi. (Sarhoş lakaplı kişi çölde pek çok kez kaybolduğu için bu lakabı almıştı. Bu, benim ileride kendisi ile beraber yolculuk yapacağım kişi idi). Hartum’dan ayrılıp çöl üzerinden Libya’ya giderken ise lakabım “Yarasa” idi. Gözlerimdeki zayıflığı telafi eden, uzaktaki sesleri dahi kolayca seçebilme kabiliyetimden dolayı bu ismi vermişlerdi.
Hayatım boyunca aldığım lakaplar saymakla bitmez. Doğum yerim olan Eritre’deyken, insanların kusurlarını bulup yaymakla uğraşan bir arkadaşın, benzine bulanmış bir kumaşın kokusunu alabildiğim yönünde dedikodu çıkarması neticesinde, iyi koku alan anlamına gelen “Şemmam” lakabını takmışlardı. Tabii bu söylenti tamamen uydurmaydı, ama yine de Şemmam lakabı, küçüklüğümden beri tanındığım, yöresel dilde aslan anlamına gelen “Umbusa” lakabını unutturmuştu.
Göç… Bazıları için apansız geliveren bir dalga ya da bir şelale misali ortaya çıkmıştı. Bu dalganın ne zaman ve nasıl biteceğini ise kimse kestiremiyordu. Bu felaketin ülkede meydana getirdiği karışıklıklara tanıklık edip, tasalanan bir çok insan; “Bu gidişle Afrika, içinde rüzgarın yokluk türküleri söylediği ıssız bir kıtaya dönüşecek” şeklinde yorumlar yapıyorlardı. Bazıları ise yaşananların sorumlusunun meçhulden gelen gizemli bir büyücü olduğunu düşünüyordu. Ben de onlar arasındaydım. Büyücü, elinde devasa bir çan taşıyordu; çınlamaları Afrika’nın gençlerini uykularından uyandıran, sesinin ulaştığı her yerde hayatı altüst eden bir çan… Ülkelerin üzerine bela misali yağan, ardında kadın ya da erkek tek bir genç bırakmayan salgın bir hastalık gibiydi. Çın…Çın…Çın… “Bu, cennetin sesi… Sizi çağırıyor… Haydi gelin, gelin diyor…”
Çan, zihinlere göç mikrobunu bulaştırarak acımasızca çalıyor, çalıyordu. Ben onun sesini ilk kez beş yıl önce duymuş ancak başlangıçta hiç umursamamıştım. Bana göre bu seslerin, – İtalyan “Depanti” şirketinin, Eritre’nin dağlarını parçalamak için patlattığı dinamitlerin yankıları ya da “Sütçüüü, sütçüüü” diyerek eşeğinin sırtında mahallemizin loş sokaklarında dolaşan sütçünün sesi gibi- günlük hayatımızda hiçbir anlam ifade etmeyen seslerden bir farkı yoktu. Ancak onu duymazdan geldiğim bunca yılın sonunda birden bire sinsice kanıma giren bu mikrobun etkisiyle kendimi “Bunca yıl onu duymazdan geldiğim için ne kadar da aptalmışım” diye söylenirken buldum. Ve o andan itibaren her nereye giderse beni de peşinden sürükleyen o sesin tutkunu oldum.
Bu büyülü ses, beni adeta tutsak etti… Ülkemden, toprağımdan söküp aldı… Ve bir gece beni Sudan sınırından Libya’ya geçirdi. Çölde kayboldum. Neredeyse ölüyordum. Sonra yine gizlice sınırdan Tunus’a geçtim. Bunun, kendisini yaşamak için yaratıldığım kaderim olduğunu hissediyordum. Artık bu ölümcül döngünün ortasında turlar atmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu.
Aslında, hayatımın, sonraları “Korunmuş Yıllar” adını verdiğim bu beş yıllık döneminde, bu büyüleyici çağrıya uymamak için çok mücadele etmiştim. Geçtiğimiz yıllarda tüm bu mücadelemi “Maske ve Aldanış” adlı bir tiyatro eserinde bir araya getirdim –ki bu tiyatro o dönem şehir tiyatrosunda sahnelendi- belki sahnelemek isteyen olur diye ilk müsveddesini hala saklarım. Bu eserimde insanları akıllarını çelen tehlikelere karşı uyarıyordum. Konuyu hiçbir sınıf ya da grup ayrımı yapmaksızın ve her hangi bir yorum katmaksızın ele aldım. Olaylar mekanik sesli, maskeli bir hayaletin bir köye gelmesiyle başlıyordu; oyunun başında hayalet, önündeki cenaze arabasını iterek köyün sokaklarında yürür. Eski püskü şapkasından ve deri çizmelerinden insan kokusu yükselir (Şapka ve çizmeler sanki insan derisinden yapılmış gibidir.) Hayalet, insanların akılları ve iradelerini yakıp yok eden bir güce sahiptir. Bu gücün etkisiyle köy sakinleri uyurgezer misali onun peşine takılır ve bütün emirlerine boyun eğer hale gelirler.
Bunlar ve benzeri fikirler her ne kadar basit gibi görünse de, o yıllar boyunca beni o büyülü çağrının tuzağına düşmekten korumuştu.
Bu lanet olası iğrenç çağrı, sayısız şekillerde kendini gösterir; kâh göç eden gençlerden birinin lüks bir araba yanında çekilmiş fotoğrafında (fotoğrafta genç sanki arabanın sahibiymiş gibi dursa da aslında sadece köpek bakıcısı olarak çalışan bir işçidir), kâh şansı yaver giden göçmenlerden birinin bir süre sonra yanında güzel bir kadın ve arabayla dönmesinde, kâh gurbetçilerden birinin yazdığı ve artık sevgili vatanına dönmek istediğini, çünkü ülkesinde bir banka açabilecek kadar çok para kazandığını anlatan bir mektubunda kendini gösterirdi. Aslında bu kişinin ülkesine dönme vaadi hiçte doğru değildir. Doğru olan bir şey varsa o da, biriktirdiği servet hakkında söylediği yalandır. Diğer yandan Avrupa’dan yüksek okul diploması ile ama çoğu zaman iflas etmiş olarak dönenler de vardır ki hiç kimse onları dikkate almaz, yanlarında güzel bir kadın ve bir arabayla dönemedikleri için yediden yetmişe herkesin alay konusu olurlar…
Derin araştırmalarım sonunda –ki bazen gerçekten de araştırmalarım derin olurdu- bizi sakin hayatımızdan -her şeye rağmen bir hayattı- söküp, sarhoş eden bu ses ile başka bir ses arasında benzerlik buldum. Söz konusu ses, eski zamanlarda Avrupa’da yaşamış bir büyücüye ait olan çanın sesiydi. Okuduğum masala göre Avrupa şehirlerinden birinde aniden bir büyücü ortaya çıkar, elinde sürekli çaldığı bir çanla sokaklarda dolaşır. (Buraya kadar fazla bir gariplik yok). Büyücü elindeki çanı çalarak caddelerde dolaşmaya devam eder. İşte bundan sonra olanlar masala trajik bir boyut kazandırır. Çünkü masala ya da hurafeye göre söz konusu çanın, şehrin çocukları üzerinde büyülü bir etkisi vardır. Çocuklar bu sesi duyar duymaz tüm hisleri ile ona teslim olur, uyurgezer gibi büyücünün ardından şehrin dışındaki ormana doğru giderler. Hiçbir çocuk hatta bebekler bile bu büyülü sesin etkisinden kurtulamaz, mucizevî bir şekilde aniden yürümeye başlar, tüm benlikleri, ona katılma tutkusu ve özlemi ile şaşkın bir şekilde çanın sesine teslim olurlar. Anneler ise büyülenmiş yavrularını gördükçe acı çeker, çocuklarını koruyabilmek için tarih sayfalarına geçecek büyük bir mücadele verirler.
Ancak bizim acımasız büyücünün peşine takılmayalım diye bizi himaye edecek kimsemiz yok. Liberyalı Maluk, kendisi kaderin yollarımızı kesiştirdiği bir arkadaşımdır. Vefatı içimde öyle büyük bir boşluk oluşturmuştur ki, hala daha ne telafi edebilmiş ne de bu duyguyu yenebilmiş değilim- lanetli çanların ve Avrupalı annelerin verdiği savaşın hikâyesini anlattığımda bana şöyle demişti: “Afrika’nın mücadelesi de Avrupalı annelerin mücadelesine benziyor. Ama aralarında bir fark var. Avrupalı annelerin mücadelesi sadece bir masal; Afrika’nın son zamanlarda başına gelenler ise gerçek, ayrıca hikâyenin kahramanları hala yaşıyorlar.” Sonra bana Lulu Kacmokır’ın hikâyesini anlattı. Ama nereli olduğunu söylemedi. Hatta bütün hikâyeyi baştan sona kaleme aldığını söyleyerek bana verdiği kâğıtlarda onun nereli olduğundan bahsetmemişti. Lulu Kacmokır’ın, tıpkı az önce bahsettiğim Avrupalı anneler gibi, kız kardeşinin oğlu Buvara’nın göç etmesini önlemek için verdiği mücadele işte böyle ortaya çıkmıştı.
Bir buçuk yıl önce yazdığı nüshayı bana verirken;
– Al, oku! Umarım kötü üslubum kafanı karıştırmaz, dedi.
Maluk, hikâyesine “Kaci’nin Hikayesi” adını vermiş ve şöyle başlamıştı: “Zaman zaman göçmenlere dair, kaynağı zayıf olan haberler duyardık. Hayalperest ve uçarı gençler oradan buradan duydukları bu haberleri toplar, adeta eski bir define haritasıymışçasına bu haberlere tutunurlardı. Sonra da ya evlerinde ya gece kulüplerinde güvenilir haberlermiş gibi anlatırlardı. Birkaç kişiyi taşıyan kayıklardan biri, çetin bir yolculuğun ardından, karşı kıyıya ulaşır ulaşmaz yolcularının hikâyesi Afrika kıyılarından başlamak üzere kıtanın her köşesine yayılırdı. Tıpkı müjdeli bir haberin bir anda yayılması gibi. O zamanlar, insanların Akdeniz’de kaybolan teknelerle ilgili haberlerle ilgilenmesi ancak birkaç gün sürer, bu haberlerin yerini hemencecik başka haberler alırdı. Bazen göçmenlerden biri kaybolur, akrabaları ondan haber almak için çok uğraşırdı. Ama böylesi bir olayın unutulması bile çok zaman almaz, herkes yeniden Avrupa kıyılarına sağ salim ulaşan teknelerin tartışmasına girerdi.
Bir gün, Buvara oldukça gürültülü bir barda dayısıyla konuşurken:
– Benim haberlerin sıhhatinden şüphem yok, der.
Bunun üzerine Lulu Kacmokır onun sözünü keserek:
-Dinle bak yeğenim. Bu zayıf haberlere kulak asmamanı tavsiye ediyorum, deyince
-Zayıf mı? Zayıf olduğunu da nereden biliyorsun? Bana bak Lulu Kacmokır. Asıl tavsiyeye ihtiyacı olan sensin. Hem ben ne diye seninle bu anlamsız, sonu gelmez tartışmaya giriyorum ki, şeklinde karşılık verir.
Kacmokır kız kardeşinin oğlunun isteği sonucunda istemeye istemeye bu köhne barda oturmayı kabul etmişti. Aralarındaki büyük yaş farkına rağmen yıllardır geceleri birbirlerine arkadaşlık ederlerdi. Bir şartla; Buvara içkiye yaklaşmayacak sadece meyve suyu içecekti.
Gözlerini, üzerinde tepelerine sarkan birkaç ağır kirişten başka bir şey olmayan çatıya çevirdi. O an bar sahibi ile bu çıplak çatı hakkında konuşmayı istedi. Çatının aralıklarından ay’ı görebiliyordu; küçük, gökyüzünün derinliklerine çekilmiş, etrafına engin gökyüzünde solgun görünen yıldızlar serpilmiş… Bu konuda konuşmaktan vazgeçti, kendi kendine “Bu tatsız konuyu neden ben konuşayım ki? Hem buraya gelmeyi isteyen ben değildim. Çatı hakkında konuşması gereken kişi de ben değilim” dedi.
Buvara: “Hadi Kacmokır itiraf et. Sen de benim gibi teknelerin İtalya kıyılarına ulaşabildiğine inanıyorsun değil mi?” dedi.
Kacmokır başka bir âlemdeydi. Her ne kadar bu garip bardan ve gürültücü müdavimlerinden şikâyetçi olsa da, bu barda bütün bu insanları çeken bir şeyler olduğunu düşündü. Belki de gökyüzünün derinliklerindeki ay’dı bunu sağlayan. “Etrafındaki narin yıldızlara çobanlık eden ay” dedi.
Kadehinden kocaman bir yudum aldı. İçi yandı. O an birilerinin yiyecek bir şeyler getirmesini istedi.
Kacmokır’ı tanıyanlar bu saatlerde acıkmasını yadırgamazlardı. Çünkü o, yıllar boyunca çocukları daha çok yiyebilsin diye günde sadece bir öğün yemeyi adet edinmişti. Şimdi de yemek yeme zamanı gelmişti. Kaci (bu Kacmokır’ın kısaltılmışıdır) sarhoş olduğu zamanlarda hoş bir türkü tuttururdu. Buvara, dayısının bu özelliğini çok severdi. Kaci’nin mutlu olduğu zamanlarda söylediği “Sevinç” isimli bu etkileyici türkü, ilk insanın yeryüzünde kadını ilk kez gördüğü zaman yaşadığı sevinç ve heyecanı anlatıyordu.
Türkü, insanın gözlerinde pırıltılar, dudaklarında gülücükler oluşturuyordu. Sözleri hoş bir hikâye gibi akıcıydı. Türküyü söyleyenler, adeta hikâyenin bölümlerini temsil eden doğal vurgu ve ritimlerle söylerdi.
“Sevgi ve merhameti sonsuz Allah’ın adıyla.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Hikaye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAfrika Titanikleri
- Sayfa Sayısı112
- YazarEbubekir Hamit Kehhal
- ISBN9786055793814
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm , Karton Kapak
- YayıneviMANA YAYINLARI / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kağıttan Gemi ~ Scott Spencer
Kağıttan Gemi
Scott Spencer
Yaşayan hiç bir romancı insan kalbini Scott Spencer’dan daha iyi tanımıyor. Kimse tutkuya onun kadar ciddi, kavrayışlı ya da duyarlı yaklaşmıyor. Tutkunun sanatçısı Kâğıttan...
- Kızıl ~ Stefan Zweig
Kızıl
Stefan Zweig
Zweig gençlik dönemi yapıtlarından Kızıl’da öğrenim için Viyana’ya giden genç bir tıp öğrencisinin büyük kentin gerçekliğine uyum sağlama ve yetişkinliğe adım atma sürecini anlatır....
- Ölümsüz ve İşsiz ~ Mary Janice Davidson
Ölümsüz ve İşsiz
Mary Janice Davidson
Hiçbir şey Betsy Taylor’ı ayakkabı fetişinden vazgeçiremez -ölmek ve yeni Vampir Kraliçesi olarak dirilmek bile. Hem kraliyet ailesi mensubu bir ölümsüz olmak hiç de...