Tabiat bir gün verdiklerini geri alacak. Ve insanın kendi elleriyle hazırladığı kıyamette, Son, tahmin ettiğinizden de yakın olacak.
Gabrielle Fox bir süre önce geçirdiği korkunç kazadan sonra kariyerini yeniden inşa etmeye çalışan bir psikologdur. Doğal felaketleri önceden görebildiğini iddia eden, koyu bir Evanjelist inancın içinde yetişmiş Bethany Krall vakasına atanır. Gabrielle, genç kızda gördüklerini kıyamet paranoyasının bir semptomu olarak yorumlar. Ancak yeni felaketler gerçekleşip de Bethany’nin tahminleri doğru çıktığında kıyamet bulmacası daha da karışır. Artık risk küresel boyuta ulaşmıştır.
İstanbul’un da felaket senaryosuna dahil olduğu bu kitabı okurken kıyametin size nefesiniz kadar yakın olduğunu hissedeceksiniz.
“Müthiş bir psikolojik gerilim. Okuduklarınızı unutamayacaksınız.”
-Daily Telegraph –
“Kâbuslarımızın gerçeğe dönüştüğü bir senaryo. Elinizden bırakamayacaksınız.”
-The Times –
“Olağanüstü bir gerilim romanı; sert, gizemli ve dokunaklı.”
-Anthony Minghella –
“İnsan ruhunun en karanlık köşelerine giden tuhaf ve güzel bir yolculuk.”
-Mail on Sunday-
“Nefes kesici.”
-Independent on Sunday-
***
Birinci Bölüm
O yaz bütün kurallar değişmeye başladı. Binlerce yıldır haziran ayındaymışız gibiydi. Sıcaklık dayanılmazdı; gölgede bile otuz sekiz, otuz dokuz ve hatta kırk dereceydi. Bu, insanı öldüren ya da delirten bir sıcaktı. Yaşlı insanlar çöküyor, köpekler arabaların içinde canlı canlı pişiyor, âşıkların elleri birbirine yapışıyordu. Gökyüzü bir firın kapağı gibi bastırıyor, toprak altının büzülmesine, betonun çatlamasına neden olup bitkileri öldürüyordu. Dondurma arabaları, bebek melodileri çalarak katran kusan kavrulmuş caddelerde dolaşıyordu. Deniz, güneşi minik ve acımasız aynalar halinde yansıtıyordu. İnsanlar oksijensiz kalmış bir şekilde yağmur diliyor, yağmur gelmiyordu.
Ancak onun yerine başka şeyler geliyordu. Ergenlik çağındaki katil Bethany Krall onlardan biriydi. Kargaşanın belirli kurallara itaat ettiğini o zamanlar bilmesem bile artık biliyorum.
O gecelerin hemen her birinde o kadar canlı rüyalar görüyordum ki rüyalarım dijital olarak büyütülmüş gibi geliyordu. Bazen yalnızca yürüyüp koşmak ve sıçramaktan fazlasını yapabiliyordum. Parende atabiliyordum ve hatta neredeyse uçabiliyordum. Bir akrobat olabilir, kendimi havaya atabilir, stratosferde Chagall’ın’ kızları gibi uçabilirdim. Bazen kendimi Alex’le görüyordum. Hiçbir şey olmamış gibi başını geriye atıp kahkaha patlatıyordu. Ya da telaşla seks yapıyorduk. Ya da hızla uzmanı olduğumuz başka bir şeyle meşgul oluyorduk; kavga etmek. Hem de haşin bir şekilde. Yine hiçbir şey olmamış gibi…
Sonra uyanıyordum. Bedenimin üst kısmı hâlâ ter içindeyken öylece yatıyor, posta yoluyla gelen fen çıplak derimin üstündeki havayı çalkalarken yeni günün aşamalar halinde odaya nüfuz etmesine izin veriyordum. Yıkanıp giyinmek ve saçlarımla mücadele etmek için, gazozuna ilaç karıştırılıp tecavüz edilmiş birisi gibi, yataktan kalkmadan önceki son aşama hayatımdaki güzel şeyleri saymak oluyordu. Bu geleneksel tören pek uzun sürmüyordu çünkü gördüğüm kadarıyla hayatımdaki güzel şeyler fazla değildi.
Gökyüzü nihayet ağardığında yukarıdaki kızgın bir Tanrı tarafından düzenlenmiş gibi muazzam, megalomanik bir his veriyordu insana. Sahillerde yamaçlar alçalıyor, kumsallarda biriken toprak, moloz ve alüvyon küstah yığınlar halini alıyordu. Ufukta kömür bulutları patlıyor, tehlikeli hava kitleleri halinde toplanıyordu. Denizde, limanın gri taş dalgakıranlarının ötesinde zikzaklar çizen yıldırımlar suyu elektriklendiriyor, rastgele nesneleri hortumun içine çekip sonra da bırakan öcü rüzgârları getiriyordu. Tutkulu rüzgârlar demir atmış gemilerin yelkenlerine saldırıp karaya yöneliyor; mısırları yatırıp ağaçların köklerini söküyor; siloları, ahırları yerle bir edip çöp çuvallarını dans eden hayaletler gibi uçuruyordu. Dizginsiz hava dünyanın her yerinde normal hale geliyordu, şimdiye kadar bunu hepimiz öğrenmiştik. Havanın bu teatral dikkat çekme çabaları ve aşırılıklarının neden olduğu dertler hepimizi düş kırıklığına uğratıyordu. Neden-sonuç. A’nın B’ye neden olmasına alışın, ilginç zamanlarda yaşamaya alışın. Hiçbir şeyin rastgele olmadığını öğrenin. Bardağı taşıran son damlayı izleyin. Arkanıza bakın; belki geldi ve gitti.
Psişik devrim, altüst olan dünya, statükonun sorgulanması, cehennemin ebedî yakınlığı; bunlu şu ara bana hitap eden konular. Popüler akıl, insanın, özel hayatında meydana gelen korkunç olaylardan sonra büyük değişiklikler yapmasının bir hata olduğunu söyler. Sevdiklerinize yakın durmalısınız — onların yokluğunda yeni şekilsiz hayatınızın korku gösterisi boyunca elinizi tutmaya en çok istekli olanların yanında olmalısınız. O zaman ben neden kazadan sonra inatla bunun tam tersini yaptım? Zihinsel olarak artıları eksileri listeledikten sonra bu karan aldığımda Londra’dan ayrılma kararımın doğru olduğuna çok emindim. Ama Chagall- kızı rüyalarım ve içimi saran huzursuzluk daha başka, daha kötü bir olasılığın kanıtı gibi görünüyordu: hayatımın bir kez daha içine etmiştim – hem de yalnızca profesyonel bir psikologun yapabileceği gibi mükemmel ve kesin bir şekilde, inkârla aşırı mesai yapan beynim tam hız çalışan hasta bir makine gibiydi.
Sabahlan Hadport’un mütevazı gökyüzü, ilk ışıkla delinen sahil sisiyle yavaşça kabarıyordu. Suyla buluşan berrak hava püskürüyor, hassas kimyasal auralar birbirine kanşıp stratosfere yükselmeden önce birbirinin etrafında dans ediyordu. Gökyüzündeki emekli maaşlarının kısıtlılığının farkında olan ve başka yere taşınmak zorunda kalan muhafazakâr melekler ömürlerinin sonbaharını geçirmek için böyle bir kasaba seçebilirlerdi. Bir zamanlar enerjik ve kültürlü olan babam aklım, alzaymır yüzünden bakımevine düşüp günlerini çizgi film seyrederek ve salyalarını naylon önlüğüne akıtarak geçirmek yerine emekli evlerine ait broşürleri inceleyecek kadar başında tutabilseydi o da bu kasabayı seçebilirdi — eski bir diplomat için akla gelebilecek en üzücü son. Dışarı erken çıkmaya cesaret edebilirseniz ağzınızda ozon tadını hissedebilirdiniz. Pratik düşünen babam yeni kasabamın çiklet yapışmış kaldırımları boyunca yaptığım sabah gezilerimde bana eşlik etse güzel park yeri, derdi. Senin durumun için uygun Gabrielle. Günün daha sonraki saatlerinde bu fikri değişebilirdi. Manş Tüneline yakın olduğu için Hadport’ta çok sayıda yasadışı göçmen ve akıl hastanesi kaçkını vardı: pansiyonlarda kalanlar ve şefkat yorgunluğundan gazete editörlerinin haklı kızgınlık olarak ifade ettikleri daha ileri patolojik kızgınlık düzeyine geçen, kökleri derine inmeyen alt sınıftan insanlar. Gün biterken çöp tenekeleri Starbucks bardakları, dedikodu dergileri, buruşturulmuş bira kutuları, midyeler gibi ağzı açık duran strafor burger kutularıyla dolup taşardı: İngiliz ruhunu besleyen şeylerin kabukları. Alacakaranlıkla birlikte uyuz tilkiler çıkıp yakıcı sıcakta çöpleri karıştırmaya başlardı.
Yeni hayatımda çoğu hafta sonunu kasabanın iki kilometre dışında, sıkışık anayol ağından ve minik kavşaklardan uzakta geçiriyordum. Doğu Yolu boyunca terk edilmiş endüstri bölgelerinden geçin, Sleepeezee deposunu, Souls Harbour Apostolic Kilisesi’ni, yakıt hücresi santralini, domuz çiftliği olacağı söylenen çok katlı binayı geçip belirli bir açıdan bakınca rodeodaki eyerlerine benzeyen devasa direkten, World of Leather’dan sağa dönün, işyerimin mütevazı tabelasını görürsünüz.
Birilerinin binayı uzun zaman önce gülleyle yıkması gerekirdi. Yirminci yüzyılın başlarında inşa edilen ve elektrikli tellerin ardından görülen beyaz malikâne, selvi ve çam ağaçlarının arasına -Edward döneminden kalma Gulf Stream ağaçları- demir atmış çürük bir yolcu gemisine benziyordu. Bir zamanlar nekahet dönemindeki hastalar için deniz havası önerilen bir otel olan binanın beyaz tuğladan yapılma ön cephesinde ve dağınık müştemilatlarında bayatlamış badem ezmesindekileri andıran çatlaklar vardı. Morsalkım ve hanımelleri demir balkonlardan yukarı tırmanıyordu. Kafesler ve parmaklıklar pasla kabarmıştı. Binayı görünce resepsiyonun ilerisinde bir yerlerde, cam tabutun içinde yatan Uyuyan Güzel’i bulmayı bekleyebilirdiniz. Ama onun yerine lambrilerin, pervazların, tavan göbeklerinin ve soyulan sıvaların sergilendiği bir müze bulurdunuz. Bina kendi havasını üretiyordu, Henüz modern zamanların kokulu mum kültürüne yetinemeyen bir havaydı bu. Forest Glade oda parfümü, Toilet Duck banyo temizleyicilerinin, kuru çürüklerin ve psişik acının hüzünlü, tatlı kimyasal kokusunu bastırıyordu.
Oxsmith Yüksek Güvenlikli Ergen Psikiyatri Hastanesi’ne hoş geldiniz. Burası ülkenin en tehlikeli yüz çocuğunun evidir.
Bunların arasında Bethany Krall da vardı.
Zemin kattaki ofisimden bakınca uzaktaki, denize şık mikserler gibi kök salmış beyaz metal rüzgârgüllerini görebilirdiniz. Onların zarif mühendisliklerine, inceliklerine hayran olurdum. Hepsini boyamayı düşünürdüm ama bu istek fazla teorik, hâlâ işleyen kısmımdan fazla uzaktı. Sık sık rüzgâra verdikleri gayretli tepkiyle büyülenmiş bir şekilde ufka bakardım. Bazen odada oturmaktan çok sıkıldığımda harekederini taklit edip kollarımı bir ritimle havada döndürürdüm – ama enerji toplamak için değil, boşaltmak için yapardım bunu. Farkında olmadan aynadaki görüntümü yakaladığımda saçlarımı, gözlerimi, ağcımı, yüzümün eğimini fârk ederdim ama görünüşüme önem vermemem gerektiğini bilirdim. Bugüne kadar bana bir faydaları olmamıştı.
Bethany Krall’la ilk karşılaştığımda Joy McConey in yerine geldiğim alu aylık bir görevin ikinci haftasındaydım. McConey in araştırma izniyle kurumdan ayrılan bir psikoterapist olduğu söyleniyordu ama ben dile getirilmeyen bir ayıbın örtülmeye çalışıldığı hissine kapılıyordum. Yeni meslektaşlarımdan hiçbiri onun hakkında konuşmak istemiyordu. İnsan çöplüğü olmakla ün kazanmış yerlerde çalışan değişimi çok hızlı olurdu. Çoğumuzun sözleşmesi esnekti. Bu presdjli bir iş değildi. Oxsmith’în temelli kapanmasına yol açabilecek yeni kesintilerin olacağı söyleniyordu. Ama rehabilitasyonda “ateşli tartışma”dan zorla dışlanmanın acısını hâlâ yaşadığım için İşim konusunda seçici olamazdım. Uzun vadeli planım olmadığı İçin yeni düzenlemeler yapmaya karar verirken kendimi ikna ettiğim iddiaların bir kısmı da yabancı bir yerde kısa süreli stratejinin hiç yoktan iyi olduğu şeklindeydi.
Joy McConey’in boş ofisindeki kırık tel zımbalar; cılız sarmaşık ve eski köpük kahve bardaklarının arasında, özel mesajınız için boş bırakılan türde bir hoş geldin kartı vardı. Birisi içine küçük, telaşlı görünümlü bir el yazısıyla şifreli bir şekilde şöyle yazmıştı: ‘Joy ‘a. O gerçekten inandı? Neye gerçekten inandı? Tanrıya mı? İsrail ve İran’daki acının sona ereceğine mi? Bir hastanın psikotik fantezilerine mi? İmza okunmuyordu. Bitkilere de bayılmazdım. Ama bir şey -belki içimdeki kırılgan, tutarsız Buda- besin zincirinin en alt seviyesinde yer alsa bile bir canı gereksiz yere almamı önledi. Bırak bitki yafasın. Ama lanet feyi teptik etme. Görünüşe göre plastik kapağa rağmen kahvede küf oluşabiliyordu. Tortuları saksının mineralli toprağına döktüm. Kapağı da Joy un kartıyla birlikte çöp kutusuna yolladım.
Ben iyi biri değildim.
Endişe verici iş arkadaşlarımdan şunları öğrenmiştim: Ana vakalarımdan biri olacak olan Bethany Kralla atanmıştım çünkü onu kimse istemiyordu. Yeni gelen olarak bu konuda bir seçeneğim yoktu. Bethany bugüne kadar onunla uğraşan herkes taralından kontrol edilemez olarak nitelendirilmişti. Muhtemelen hiç yazmadığı için notları dosyada bulunmayan Joy McConey hariç… Bethany Krall’u listeme alma konusunda gergin olmasam da coşkulu da değildim. Geçirdiğim kazadan beri fiziksel şiddete bakış açım değişmişti. Şimdi ne pahasına olursa olsun şiddetten uzak durmak istiyor ve bunun için gereken her türlü önlemi alıyordum. Tek istisna bir insanı boğmaya yetecek uzunluktaki saçlarımı kestirmememdi çünkü saçlarımı beğeniyordum. Ama belki Bethany listemde olduğu için yakında kuaföre gidebilir dim; vaka notlarına göre yeni hastam agresyon konusunda sınır tanımıyordu.
On yıl boyunca suçlu psikotik çocuklarla uğradığım için Bethany Krallunki gibi hikâyelere alışıktım ama annesinin öldürülmesiyle ilgili raporlar hâlâ tamdık, yürek burkan bir mide bulantısına, ahlaki bir acıya neden olabiliyordu. Renkli polis fotoğrafları gözlerimi kapatıp açmama, bakımlarımı pencereden dışarıya çevirmeme ve ne dir bir insanın adli patoloji alanında bir kariyer yapmayı seçeceğini merak etmeme neden olacak kadar çok ediciydi. Uzaktaki rüzgârgüllerinin dışında gözlerimi rahatlatacak fazla bir şey yoktu. Boş basketbol sahasının titreşen asfaltı, sanayi tipi çöp tenekeleri, elektrikli tellerin dışında da içimdeki taşra- ve-batı tarzı kendine acıma telini tıngırdatan bir manzara vardı. Buraya ilk geldiğimde kısa bir an için bilgisayarımın yanına, aile koleksiyonumla birlikte Alex’in bir fotoğrafını -Rulet Masasında Kahkaha Atan Alfa Erkeği- koymayı düşünmüştüm: Çakıl Taşı Kaplı Sahilde Gözlerini Kısan Merhum Anne, Lohusa Karısı ve İkiz Oğullarıyla Kardeş Pierre, Dailiy Telegraph’ın Bulmacasıyla Uğraşan Aldı Başında Baba. Ama kendimi hemen engellemiştim. Gömdüklerimi neden her gün kendime hatırlatacaktım ki? Üstelik meslektaşlarım meraklanacak, benim verdiğim cevaplar ruh halime bağlı olarak hastalıklı, tatsız ya da acımasız olacaktı. Geçmiş varoluşumun hatıraları ve onu takip eden gelecek, Vazelinlenmiş güzel nostaljik süsler şeklinde başlayabilirdi. Ama sonra korku tüneli treni gibi hızla kötücül kısa filmlere dönüşebilirdi ve bu filmlerin alt temasında bütün durum kurbanlarının en kötü düşmanı “iş işten geçtikten sonra olanları anlama konusuna yer verilmiş olabilirdi. Bu yüzden kendi akıl sağlığım için Alexten sessizce özür dileyip resmini acil durum şişesi Laphroaig ve kendini çamaşır ipiyle asan bir hastamın verdiği el yapımı çiçek baskısının durduğu çekmeceye koymuştum.
Mutlu çekmece.
Asansörle ürkütücü kurumsal bir ciddiyetle Yaratıcılık Atölyesi adı verileri odaya çıkmadan önce Bethany Krall’un dosyasının geri kalanını taradım, ilaç düzeni ve fiziksel kontrolleri daha sonra incelemek için bir kenara ayırdım. Gerçekler yeterince sertti. İki yıl önce nisanın beşinde, Paskalya tatili sırasında Bethany Krall çılgınca ve açıklanamayan bir saldırıyla annesini tornavidayla öldürmüştü. On dört yaşındaki Bethany Krall ufak tefek ve yaşına göre zayıf bir kızdı. Bu yüzden annesine yaptığı saldırı çok vahşi ve uzun süreli olmalıydı; çocuk bir yerlerden büyük bir güç almıştı. Ama cinayeti onun işlediğine kesin gözüyle bakılıyordu; ev içeriden kilitlenmişti. ve silahın her yerinde Bethany’nin parmak izleri vardı. Bethany’nin bir vaiz olan babası Leonard, o sabah Birmingham’daki bir konferansa gitmişti. Trajediden bir saat önce karısı ve kızıyla ayrı ayrı konuşmuştu. Karen’in kızının iştahının kesilmesi yüzünden endişelendiğini, Bethany’nin ise şiddedi baş ağrılarından yakındığını bildirmişti. Karen Krall hoparlörü açmış, hep birlikte dua etmişlerdi. Bu bir aile geleneğiydi.
O akşam saat on buçukta bir komşu şiddetli bir çığlık ve alarm sesi duymuş ama polis gelene kadar Karen Krall ölmüştü. Kızı annesinin yanında yerde, fetüs pozisyonunda yatarken bulmuşlardı. Bu fotoğrafta Bethany’nin yüzü görünmüyordu ama annesinin yüzünün kanla kaplı olmayan kısmı görünüyordu. Tornavida Karenin sol gözüne saplanmış, sarı plastik sapı dışanda kalmıştı. Tornavidanın tuhaf bir kaygısızlığı vardı, az pişmiş ete ya da yarısında bırakılan bir yemeğe saplanan bir çatal gibiydi. Yerdeki kan gölü akrilik ya da emülsiyon boyanın oluşturacağı türde bir deriye dönüşmüştü. Yukarıdan çekilen başka bir fotoğrafta açık bir çöp tenekesi görünüyordu. Nodara göre içinde “Kral James Incili’nin yanmış kalıntıları” vardı. Trajediden hemen sonra yapılan fiziksel muayenede Bethany’nin vücudunda, özellikle kolunun üst kısmında ve bileklerinde morluklar görünüyordu. Buradan ciddi bir fiziksel mücadelenin gerçekleştiği sonucuna varmak mümkündü.
Sonraki sayfada Kralların çökmeden önce çekilen mutlu bir portresi görünüyordu. Koyu renk saçlı, keskin yüz hadi bir çocuk vardı. Kızın iki yanında anne babası duruyordu: yakışıklı bir baba ve solgun, sıska anne. Hepsi kocaman gülümsüyordu – hatta gülüşleri o kadar kocamandı ki Bethany’nin diş telleri fazlasıyla belli oluyordu. Mutsuzluğun pek çok {ekli var, diye düşündüm. Ama mutluluk ya da benzerleri “peynir” sözcüğü kadar sınırlı ve işe yaramaz olabilirdi. Bethany’nin öğretmenleri onu çok zeki ama rahatsız olarak tanımlıyordu. Satır aralarını okurken onun kuşağındaki çocukların çoğu gibi Bethany’nin de son on yılın “ilginç zamanlarının, yiyecek kıtlıklarının, toplu isyanların ve kıyamet gibi genişleyen Orta Doğu savaşının ve küresel ekonomik çöküşü takip eden İnanç Dalgası’nın klasik ürünü olduğunu düşündüm: hayatındaki baskın köktenci Hıristiyanlığın rolünü sorgulayıp reddeden ergenlik çağındaki inatçı kız. Okulda kendine zarar veren davranışlar içindeydi, muhtemelen oğlanlarla cinsel ilişkiye giriyordu ama derslere dikkatini veriyor, bilim, sanat ve coğrafya konusunda özel bir yetenek sergiliyordu. Akıl hastalığına dair belirgin bir işaret göstermiyordu ama o dönemin sonundaki öğretmenler toplantısında “her zamankinden daha mutsuz” göründüğü konusunda endişeler dile getirilmişti.
Polis psikiyatrının raporunun yer aldığı sonraki bölüme geçtim. Doktor Waxman’in raporu fazlasıyla ayrıntılıydı ama anlattığı hikâye yeterince açıktı. Cinayetin hemen sonrasında Bethany nin başa çıkma mekanizması savaş zamanında cephede yapılan uzuv kesme ameliyatları kadar vahşi ve etkiliydi: hafızasını kaybetmişti. Cinayeti işlediğini inkâr etmiyordu ama cinayeti ya da böyle korkunç bir harekete neden olacak olayları hatırlamadığını iddia…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıElçi
- Sayfa Sayısı400
- YazarLiz Jensen
- ÇevirmenZeliha Babayiğit
- ISBN9786053432715
- Boyutlar, Kapak13 x 21 cm , Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2014-04
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yazgı ~ Julie Garwood
Yazgı
Julie Garwood
New York Times çok satanlar yazarı Julie Garwood’dan sürükleyici bir hikaye… kalbinizi ısıtacak karakterler… Leydi Madelyne acımasız ağabeyi Baron Louddon’ın zalimce planlarının cezasını çekmektedir....
- Gece Kuzgun ve Ölüm ~ Dean R. Koontz
Gece Kuzgun ve Ölüm
Dean R. Koontz
Uzun yıllar önce Alton Turner Blackwood adlı katilin yolu küçük bir kasabaya düşer ve otuz üç gün arayla dört aileyi vahşice katleder. Bu cinayetlerden...
- Kadının Fendi ~ Erlend Loe
Kadının Fendi
Erlend Loe
“Aşk ne kadar çok şey olabilirdi, bunu anladım.” Eserleri yirmiden fazla dilde okunan Norveçli yazar Erlend Loe, kült metinlere dönüşen “Doppler” ve “Bildiğimiz Dünyanın...