Ölümcül Bir Yetenek Yedi Krallığı Yıkabilecek Bir Sır
Sıradışı hünerlerle doğan insanlardan korkulan ama aynı zamanda güçlerinin sömürüldüğü bir dünyada Katsa, kendisinin bile tiksindiği bir yeteneğe sahiptir: Öldürme yeteneği. Middluns Kralı olan amcası Randa’nın buyruğu altında yaşayan genç kız ayrıcalıklı bir hayat sürmek yerine onun kirli işlerini yapmak, Kral’ın keyfini kaçıranları cezalandırıp onlara işkence etmek zorunda bırakılmıştır.
Savaşma yeteneği olan Prens Po’yla tanıştığındaysa hayatının tamamen değişeceğinden habersizdir.
Kendi yeteneğine dair yeni bir gerçeğin açığa çıkacağını ve çok uzaklarda, dehşet verici bir tehlikenin kol gezdiğini ise aklından dahi geçirmiyordur…
“İnce bir tutku ve yabani bir zarafet, gerçekçi kahramanlıklar ve sade bir güzellikle dolu bu öyküde hiçbir yenilgi kesin değil ve tüm zaferlerin bir bedeli var. Her anlamıyla yetenek dolu.”
-Kirkus Reviews-
“Yetenek, insanın içini titretecek bir romantizme sahip.”
-LA Times-
“Bu sürükleyici kitapla Cashore, çıtayı inanılmaz derecede yükseltmiş.”
-Publishers Weekly-
“Etkileyici bir roman. Okurlar bu incelikle yazılmış, muhteşem fantastik romanı okumaya doyamayacak.”
-Booklist-
“İşte harika bir kitap! Katsa’nın askerlerle, fırtınalarla ve kendi doğasıyla ettiği mücadele sırasında insanlığı öğrenmesi…
Büyük bir hevesle okudum.”
-Tamora Pierce-
“Olağanüstü bir hikâye; heyecan verici, çarpıcı ve rahat okunuyor. Hem fantastik hem de romans okurları bu kitaba bayılacaklar.”
-SLJ-
***
Zindan neredeyse zifirî karanlıktı ama Katsa’nm zihninde bir harita vardı. Oll’un haritaları gibi, şimdiye kadar doğru olduğunu ispatlamıştı. Katsa, elini soğuk duvara sürerek yanından geçtiği kapı ve koridorları sayıyordu. Dönmesi gerektiği yerde dönüp aşağı inen bir merdivenin olduğu açıklığın olması gereken yerde durdu. Çömeldi ve ellerini ileri doğru uzattı. Tuttuğu yerde nem ve yosundan kayganlaşan taş bir basamak ve onun altında da bir başkası vardı. Bu, Oll’un ona bahsettiği merdiven olmalıydı. Şimdi, kendisini arkadan ellerinde meşaleleriyle takip eden Oll ve Giddon’un kaygan basamağı görüp dikkatlice yürümelerini ve çok fazla patırtı yapmamalarını umuyordu.
1. BÖLÜM
Katsa sessizce merdivenlerden aşağı indi. Bir kez sola ve iki defa sağa döndü. Karanlığın, duvara asılı bir meşaleyle turuncuya dönmeye başladığı koridora girdiğinde sesler duymaya başladı. Meşalenin karşısında bir koridor vardı ve Oll’a göre buradaki koridorun sonundaki hücrenin önünde sayıları iki ila on arasında değişen bekçiler bekliyordu.
Bu bekçilerin işini halletmek Katsa’nın göreviydi.
Katsa ışığa ve kahkaha seslerine doğru yavaşça süzüldü. Durabilir ve kaç kişiyle karşılaşacağını daha iyi anlayabilmek için dinleyebilirdi ama zamanı yoktu. Başlığını geçirdi ve alelacele köşeyi döndü.
îlk dört kurban, vakit öldürmek için ellerinde, havaya ağır bir koku yayan içkileriyle aşağı inmiş ve sırtlarını duvara verip bağdaş kurarak oturmuştu. Katsa, adamların şakak ve boyunlarına o kadar sert ve ani vurdu ki dört adam da daha ne olup bittiğini fark edemeden boylu boyunca zemine yığıldı.
Koridorun sonundaki hücre parmaklıklarının önünde oturan son bir bekçi kalmıştı. Bekçi, Katsa’yı görünce ayağa fırlamış ve kılıcını çekmişti. Katsa ona doğru yürüyor ve arkasında kalan meşalenin yüzünü ve özellikle de gözlerini gizlediğini biliyordu. Bundan faydalanıp adamın boyunu, hareketlerini ve ona doğrulttuğu kılıcı tutan kolunun sağlamlığını kestirmeye çalışıyordu.
“Dur orada. Ne olduğun yeterince açık,” diye atıldı bekçi. Sesi pürüzsüzdü. Cesurdu. Uyarı amacıyla kılıcını havada savurdu. “Senden korkmuyorum.”
Bekçi, ona doğru hamle yaptı. Kılıçtan sakınmak için çömelen Katsa, ayağını savurdu ve şakağına yumruğunu gömdü. Bekçi yere düştü.
Üzerinden atladı ve parmaklıklara doğru koşup gözünü kısarak karanlığa baktı. Arka duvarın dibinde bir şeyin kımıldadığını duydu; olan biten kavgayı umursamak için fazla yorgun ve hasta görünüyordu. Kollarıyla bacaklarını sarmıştı ve başı dizlerinin arasındaydı. Titriyordu ve Katsa nefesini duyabiliyordu. Ona doğru gitti ve zayıf ışığın altında ona baktı. Beyaz saçları oldukça kısa kesilmişti. Kulağında parıldayan altını gördü. Oll’un haritası iyi iş görmüştü, bu adam Lienid’liydi. Aradıkları kişi buydu.
Kapı sürgüsünü çekmeye çalıştı. Kilitliydi. Sürpriz olmamıştı ve bu onun sorunu değildi. Tıpkı bir baykuş gibi sessizce ıslık çaldı. Cesur bekçiyi sürükleyip sırtını duvara yasladı ve haplardan birini onun ağzına koydu. Koridorun diğer ucuna gidip şanssız dörtlüyü sırtlan birbirlerine dönük şekilde oturttu ve her birinin ağzına aynı haptan koydu. Tam OH ile Giddon zindanda kayboldu mu, diye düşünmeye başlamıştı ki köşeden görünüp Katsa’nın yanından geçtiler.
“Yalnızca on beş dakika, daha fazla değil,” dedi Katsa.
“On beş dakika. Leydim,” dedi OU homurdanır gibi. “Dikkat et.”
Hücreye yaklaştıkça meşalelerindeki ışık büyümeye başladı. Lienid’li adam inliyordu ve kollarını iyice kendine çekti. Bu sırada Katsa adamın yırtık ve lekeli giysilerini gördü. Giddon’un kilidi açmak için kullandığı yüzüğünün sesini duydu. Orada kalıp kapının açıldığını görmek için beklemek istiyordu ama ona başka bir yerde ihtiyaç vardı. Haplarının içinde olduğu paketi giysisinin koluna soktu ve koşmaya başladı.
Hücre muhafızları zindan bekçilerine, zindan bekçileriyse üst nöbetçilere durumu bildirmekle görevliydi. Üst nöbetçiler kale muhafızlarına durumu iletirdi. Gece muhafızı, Kral’ın muhafızı, sur muhafızı ve bahçe muhafızı da kale muhafızına durumu rapor ediyordu. Bir muhafız diğerinin yokluğunu fark ettiği anda alarm sesi yükselmeliydi ve eğer Katsa ile adamları yeterince uzaklaşamamışsa bunun kötü sonuçlanacağını biliyorlardı. Takip ederlerse sonuç katliama dönüşebilirdi; gözlerine bakarlarsa onu tanırlardı. Bu yüzden hepsini alaşağı etmek zorunda kalacaktı; tüm nöbetçileri… Oll orada yirmi nöbetçi olacağını düşünüyordu. Prens Raffin ihtiyaç olur diye otuz hap hazırlamıştı.
Muhafızların çoğu problem çıkarmamıştı. Eğer onlara sinsice yaklaşacak olursa veya küçük bir grup halinde toparlanmışlarsa, başlarına ne geldiğini anlayamıyorlardı bile. Kale muhafızı biraz daha çetrefilli çıktı çünkü onun makamını beş muhafız koruyordu. Katsa, dönüp aralarına girdi ve ayağı ile diziyle tekme atarak adamlara günlerini gösterdi. Bu sırada, kale muhafızı makamındaki masadan kalkıp sıçradı ve kapıya yönelip kavganın tam içine doğru koşmaya başladı.
“Bir yetenekliyi nerede görsem tanırım,” dedi ve kılıcım ileri doğru savurdu ama Katsa kenara eğilerek bu hamleden kurtuldu. “Hadi evlat, bana gözlerinin rengini göster. Oyup yuvalarından çıkaracağım onları. Yapmayacağımı düşünme sakın.”
Kafasına bıçağının kabzasıyla vurmak Katsa’yı keyiflendirmişti. Muhafızı saçlarından yakaladı, sırtüstü yatırdı ve onun da ağzına bir hap koydu. Uyandıklarında hepsinin de baş ağrısı ve utanç içinde söyleyecekleri şey aynıydı: yetenekli bir çocuk bütün işi tek başına halletti. Onun erkek olduğunu zannediyorlardı çünkü pantolonu ve başına geçirdiği kapüşonuyla erkek çocuğuna benziyordu. Aslında bundan öte, saldırıya uğrayan hiç kimse, bunu bir kızın yaptığını düşünmezdi. Hem ortada ne Oll ne de Giddon vardı; oradaki tek kişi kendisiydi.
Yetenekli Leydi Katsa’nın ne olursa olsun, geceyarısı kılık değiştirip duvar diplerine sinecek bir suçlu olabileceğini kimse aklının ucuna bile getirmezdi. Hem ayrıca, Leydi Katsa’nın o sırada batıya doğru gidiyor olması gerekiyordu. Çünkü, Middluns Kralı, dayısı Randa, tüm şehrin gözleri önünde bu sabah onu yardımcıları Komutan Oll ve Giddon’un eşliğinde uğurlamıştı. Yalnızca ters yöne doğru oldukça seri bir yolculuk onu güneye, Kral Murgon’un sarayına getirebilirdi.
Katsa avlu boyunca, çiçek bahçelerinden, çeşmelerin ve Murgon’un mermer heykellerinin arasından geçerek koşuyordu. Sessiz ve güzel bir bahçeydi, Murgon gibi zevksiz bir kral için gerçekten de güzel bir bahçeydi; çimen, verimli toprak ve üzerine çiy düşmüş çiçek kokuyordu. Katsa, Murgon’un elma bahçesinde koşarken, uyuşturulmuş muhafızlar onun peşine takılamaımşlardı. Uyuşturulmuşlardı, ölü değil. Oll ve Giddon ve gizli Konsey’in çoğu üyesi onların öldürülmesini istiyordu. Ama Katsa bu görev için yapılan toplantıda öldürmenin onlara zaman kazandırmayacağını söylemişti.
Toplantıda, “Ya uyanırlarsa?” diye sormuştu Giddon.
Prens Raffin savunmaya geçmişti. “İlaçlarımın etkisinden şüphen olmasın. Uyanmayacaklar.”
“Onları öldürmek daha hızlı olacaktır,” demişti Giddon, kahverengi gözleri ısrarcıydı. Karanlık odada kafalar sallanıyordu.
“Belirlenen zamanda yapabilirim,” demişti Katsa ve Giddon karşı çıkmaya başlayacak olduğunda elini kaldırmıştı. “Yeter. Onları öldürmeyeceğim. Eğer öldürülmelerini istiyorsanız, başkasını gönderebilirsiniz.”
Oll gülümsemiş ve genç Lord’un omzuna vurmuştu. “Düşün, Lord Giddon, bizim için oldukça eğlenceli olacak. Muhteşem bir soygun, Murgon’un bütün muhafızlarını geç ve hiç kimse zarar görmesin. Güzel oyun olur.”
Tüm oda kahkaha seslerine boğulmuştu ama Katsa gülümsememişti bile. Mecbur kalmadıkça öldürmezdi. Cinayeti geri almak mümkün değildi ve şimdiye kadar bunu yeterince yapmıştı. Çoğunlukla dayısı için Kral Randa, Katsa’nın işe yarar olduğunu düşünüyordu. Sınır boyundaki haydutlar problem yaratmaya başladığında gönderilebilecek birisi varken neden koca bir ordu gönderilsindi ki? Gayet ekonomik oluyordu. Katsa, kaçınılmaz hale geldiğinde Konsey için de öldürmüştü. Ama bu sefer kaçınılabilirdi.
Meyve bahçesinin sonuna geldiğinde oldukça yaşlı bir muhafızla karşılaştı, belki en az Lienid’li kadar yaşlı bir muhafızdı. Yaşlı bir ağacın dibinde, kılıcına yaslanmış, kambur ve öne doğru eğik biçimde ancak ayakta durabiliyordu. Adamın arkasından sinsice yaklaştı ve bir an duraksadı. Adamın kılıcının kabzasını tutan ellerinin titrediğini fark etti.
Bir kralın, muhafızları bir kılıcı sabit tutamayacak kadar yaşlandıkları zaman, onları emekli edip etmediğini düşünmemişti daha önce.
Ama eğer onu orada öyle bırakacak olursa, diğerlerini bulup alarmı çalmasına ve onun peşine düşmelerine neden olabilirdi. Adamın kafasının arkasına sertçe bir kez vurdu ve adamdan sessiz bir, “Ah,” sesi geldi. Katsa, onu yakaladı ve olabildiğince dikkat ederek yere yatırıp ağzına bir hap koydu. Kısa bir süreliğine parmaklarını adamın kafatasında oluşan yumrunun üzerinde gezdirdi. Kafasının güçlü olmasını umuyordu.
Yalnızca bir kez kazara birini öldürmüştü ve bunu hiç unutmuyordu. Bu, doğanın ona yeteneğinin varlığını gösterdiği seferdi. Daha çocuktu, sekiz yaşında olmalıydı. Uzak bir kuzeni onları ziyaret etmeye saraya gelmişti. Onu hiç sevmemişti. Ağır parfümünü, ona hizmet eden kızlara bakışını, odada dolaşırlarken onlara bakışını, hiç kimsenin görmediğini düşündüğünde onlara dokunuşunu… Katsa’ya ilgi göstermeye başladığında Katsa daha temkinli hareket etmek zorunda kalmıştı. “Ne şirin bir kız bu böyle,” demişti. “Yetenekli gözler kimi zaman gösterişsiz olabilir. Ama sen, şanslı kız, seninkiler çok güzel. Nedir senin yeteneğin tatlım? Hikâye anlatmak mı? Akıl okumak mı? Biliyorum, ne olduğunu. . . Sen dansçısın.”
Katsa, yeteneğinin ne olduğunu bilmiyordu. Bazı yeteneklerin ortaya çıkması diğerlerinden daha uzun zaman alıyordu.
Ama zaten biliyor olsaydı bile bunu kuzeniyle tartışacak değildi. Adama surat asmış ve arkasını dönmüştü. Ama sonra adamın elleri bacağını okşamaya başlamıştı ve Katsa’nın eli hızla harekete geçmiş ve adamın yüzünde şaklamıştı. O kadar sert ve o kadar hızlıydı ki adamın burun kemikleri beynine dağılmıştı.
Saraydaki kadınlar çığlığı basmışlardı, bir tanesi ise baygınlık geçirmişti. Ne zaman ki adamı yerdeki kan havuzundan kaldırıp öldüğünü anlamışlardı o zaman saray sessizliğe gömülmüştü. Yalnızca kadınların değil aynı zamanda askerlerin ve lordların bile korkmuş gözleri Katsa’ya çevrilmişti. Kral’ın pişirme konusunda yetenekli aşçısının yemeklerini yemek ya da atlan yetenekli bir veterinerin gözetimine bırakmak gayet iyiydi. Ama ya öldürme konusunda yetenekli bir kız? Bu hiç de güvenli değildi. Bir başka kral olsa, bu kız kardeşinin kızı bile olsa onu sürgüne gönderirdi. Ama Randa akıllı bir adamdı. Daha o zamandan bu yeğenin pratik amaçlar için kullanılabileceğini öngörmüştü. Ceza olarak onu odasına göndermiş ve haftalarca orada kalmasını emretmişti, ama hepsi bu. Ortaya çıktığında ise herkes onun yolundan çekilmek için köşe bucak kaçışmıştı. Onu daha önce de sevmemişlerdi çünkü kimse yeteneklileri çok sevmezdi ama en azından herkes onun varlığına katlanabiliyordu. Ama artık samimiyete dair hiçbir iz yoktu. “Mavi-yeşil gözlüye dikkat edin!” diye fısıldıyorlardı misafirlerin kulağına. “Tek vuruşta kuzenini öldürdü… çünkü adam onun gözlerine iltifat etmişti.” Randa bile onun yoluna çıkmıyordu. Katil bir köpek krala faydalı olabilirdi ama bu köpeğin Kral’ın dizleri dibinde uyumasına hiç gerek yoktu.
Prens Raffin onunla arkadaşlık eden tek kişiydi. “Tekrar yapmayacaksın değil mi? Babamın bundan sonra istediğin kişiyi öldürmene izin vereceğini zannetmiyorum.”
“öldürmek istememiştim,” demişti.
“Ne oldu?”
Katsa hatırlamaya çalışıyordu. “Tehlikede olduğumu hissettim. Bu yüzden vurdum ona.”
Prens Raffin kafasını salladı. “Bir yeteneğin olduğunda, onu kontrol etmen gerek,” dedi. “Özellikle öldürme yeteneğini kullanırken… Bunu başarabilmelisin yoksa babam birbirimizi görmemizi engelleyecek.”
Bu onu korkutuyordu. “Bunu nasıl kontrol edebileceğimi bilmiyorum.”
Raffin bunun üzerine düşündükten sonra lafa girdi. “Oll’a sormalısın. Kral’ın ajanları öldürmeden nasıl zarar verileceğini bilir. Bu şekilde bilgi ediniyorlar.”
Raffin, Katsa’dan üç yaş büyüktü ve on bir yaşındaydı. Katsa’ya göre daha olgundu. Onun nasihatini ciddiye alıp Oll’a, Kral Randa’nın kır saçlı komutanı ve ajanlarının başına gitti. Oll, aptal bir adam değildi; sessiz, yeşil-mavi gözlü kızdan korkması gerektiğini gayet iyi biliyordu. Ama bir yandan da hayal gücünü çalıştırıyordu. Kuzeninin ölümü Katsa’yı diğer insanları etkilediği gibi etkilememişti ve Oll bu yüzden meraklanmıştı. Onun hakkında düşündükçe potansiyeline dair merakı daha da artırıyordu.
Eğitimine kurallar koyarak başladı. Katsa, onun veya Kral’ın adamlarından başka birinin üzerinde antrenman yapmayacaktı. Tahılla doldurulmuş çuvallarla alıştırma yapacaktı. Oll’un ona getirdiği ve çoktan ölüm cezası almış mahkûmlar üzerinde çalışacaktı.
Her gün alıştırma yaptı. Kendi hızını ve inanılmaz gücünü keşfetti. Öldürücü ve sakatlayıp darbelerin bıraktığı acıya, farklı duruşlar ve sertliklerine dair birçok şey öğrendi. Bir adamın silahını elinden nasıl alacağını, bacağını nasıl kıracağını ve kurbanının teslim olup serbest bırakılmak için yalvarmasını sağlayacak biçimde kolunu nasıl ve ne kadar sert çevireceğini öğrendi. Kılıç, bıçak ve hançerle kavga etmeyi öğrendi. O kadar hızlı, dikkatli ve yaratıcıydı ki, kollan bağlı ve etrafı adamlarla çevriliyken bile hiç zorlanmadan kurtulmanın bir yolunu bulup icaplarına bakabiliyordu. Onun yeteneğiydi bu.
Zamanla kontrol mekanizması da gelişti ve Randa’nın silahlı sekiz on adamıyla aynı anda antrenman yapabilir hale geldi. Eğitimleri dehşet vericiydi: Homurtular ve gürültülerle beceriksizce hamleler yapan yetişkin adamlar, aralarına dönerek dalan, herhangi bir koruması olmayan küçük bir kız çocuğunun diz ya da el darbeleriyle daha ne olduğunu anlayamadan kendilerini yerde buluyorlardı. Bazen saray eşrafından birileri gelip onun antrenmanlarını izlerdi. Ama bakışlarını yakaladıklarında gözlerini yere çevirip aceleyle oradan uzaklaşırlardı.
Kral Randa, Oll’un zamanını heba ettiği fikrinde değildi. Ona göre bu eğitimler gerekliydi. Katsa, eğer gücünü kontrol edemez olursa herhangi bir işine yaramazdı.
Şimdi, Kral Murgon’un avlusunda, hiç kimse onun kontrolünü eleştiremezdi. Çakıllı yolun ardındaki çimlerin üzerinde sessiz ve sakince ilerliyordu. Şimdiye kadar Oll ve Giddon, Konsey’in dostu olan Murgon’un iki hizmetkârının atları getireceği bahçe duvarına varmış olmalıydılar. İleride, zifirî karanlıkta siyah bir çizgi gibi görünen duvara neredeyse ulaşmıştı ki birdenbire durdu.
Kafası karışmıştı ama hayal görmüyordu. Duyulan oldukça keskindi. Bahçeye düşen her yaprağı görebiliyor, dallardan gelen her çıtırtıyı duyabiliyordu. Bu yüzden, karanlıkta birdenbire…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı) Tarihi Roman
- Kitap AdıYetenek - Yedi Krallık Üçlemesi - 1. Kitap
- Sayfa Sayısı472
- YazarKristin Cashore
- Çevirmenİlker Şahin
- ISBN9786053431701
- Boyutlar, Kapak13 x 21 cm , Ciltli
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Timsahların Sarı Gözleri ~ Katherine Pancol
Timsahların Sarı Gözleri
Katherine Pancol
Bu roman Paris’te geçiyor. Yine de yolu timsahlarla kesişiyor. Bu roman kadınları ve erkekleri anlatıyor. Yani bizleri; olmak istediğimiz kişileri, asla olamayacağımız kişileri, belki...
- Aşkale Yolcusu Kalmasın ~ Ahmet Aziz
Aşkale Yolcusu Kalmasın
Ahmet Aziz
“Aşkale Yolcusu Kalmasın”dan önceki ilk romanım “Triumvira” üzerine (yayın sırasına göre) şu ifadelerin yer aldığı yazılar çıkmıştı: “Diliyle, kurgusuyla, kişi ve karakterleriyle, yarattığı İstanbul...
- Watson Ailesi ~ Jane Austen
Watson Ailesi
Jane Austen
Jane Austen’ın 1803’te yazmaya başlayıp tamamlayamadığı romanı Watson Ailesi yazarın daha sonra kaleme aldığı diğer eserlerine bir girizgâh niteliği taşıyor. Kıvrak zekâsının ürünü müthiş ironisiyle, İngiliz...