Hiçbir erkek ona sahip olamaz!
Rowena Dangerfield… Pek çok erkeğin arzuladığı ama hiçbirinin sahip olamadığı cazibeli ve akıllı bir kadın… Kaderinin çizdiği yoldan ilerler ve kendisine kalan mirası almak için gittiği yerde o güne dek yüreğini titreten tek erkekle karşılaşırsa? Hiç kimse onu istediğinden uzak tutamaz!
Yakışıklı bir yarı Apaçi ve bölgede korku salan eski bir suçlu olan Lucas Cord… Tüm bedeni ve ruhuyla, ansızın dünyasına dalan güzel ve inatçı yabancıyı arzularsa… Hem de ölüm tehlikesine ve aleyhinde işleyen başka planlara rağmen?
“Romanları macera, heyecan ve her zaman fırtınalı aşklarla dolu.”
-Fort Worth Star-Telegram-
“Tarihi aşk romanı türünün kraliçesi.”
-New York Times Book Review-
***
ÖNSÖZ
I
HİNDİSTAN – 1872
“Vahşi kan! Kanlarında bir bozukluk bu. Her Dangerfield neslinde bir tane çıkıyormuş zaten bunlardan. Dangerfield şeytanı diyorlar.”
Gittikçe daha sert bir şekilde yelpazesini sallayan Bayan Le-acock devam etti. “Nesiller boyu akrabaları arasında kız alıp verdiler… Ne bekliyordun ki? Melchester’e herkes arkasından ‘Garip Kont’ diyor ama en azından ama o bile bu kadar kabul edilemez bir şey yapmadı. Ki Rowena’yı böyle serbest bırakması da inanılır şey değil ya neyse. O kızın sonu fena olacak efendim, hissediyorum, her halinden belli. O öfkesi… Şu geçen sefer ki olayı hatırlıyorsunuzdur siz de. Atının tımarı yapılmadığı için gidip zavallı seyisi öldüresiye kırbaçlamıştı hani? Üstelik halkın içinde yapılan idama katılan Jhanpur bölgesindeki tek beyaz kadın da o. Kalabalığın içinde görünce şaşırmış Albay, o söyledi, adamın asılışını da gözünü kırpmadan izlemiş bir de!”
“Bir şeyler, ” dedi korkunç bir ses tonuyla Bayan Leacock. “Bir şeyler yapılmalı! Kocamın böyle işlere karışmaktan nefret ettiğini biliyorsun ama ona da valiyle konuşması gerektiğini söyleyeceğim. Burada böyle bir skandala izin veremeyiz, hem de böylesine… Bir İngiliz kadını gidip bir Hint prensiyle evlenecek! Olacak iş mi bu?”
Kocalarının ardından küçük bir yerleşim yeri olan Jhanpur’a gelen İngiliz kadınlarının her akşam buluşup çay içmesi bir gelenek haline gelmişti. Baş papazın karısı olan Bayan Leacock ya da kocası küçük bir İngiliz garnizonunun komutanı olan Bayan O’Bannion bu buluşmalara katıldığında, bu görüşmeler protokol ve görgü kurallarına sıkı bir biçimde uyulan çay partilerine dönüşürdü. Nefis pastalar, tatlı meyveler, iyi eğitimli aşçıların hazırladığı şirin şekillerde kesilmiş sandviçler asil bir şekilde sunulurdu. Genelde bu iki hanımdan birisi gümüş çay takımının hemen arkasında oturur ve isteyenlere çayı neredeyse bir seremoni eşliğinde doldururlardı.
Bu akşam, Bayan Leacock ev sahipliği görevini üstlenmişti. İleri doğru eğilip son kalan çayı yükselen buharlar içinde doldururken sesini hafifçe alçalttı.
“Disiplinden bahsetmişken,” diye devam etti. “İtiraf etmeliyim ki sadece yerliler disiplinsiz değiller! Bakın canım, söylüyorum, o kızın hareketleri her geçen gün daha da rezil bir hal alıyor!”
Jhanpur valisi de olan Melchester Kontu, torununu onunla beraber yaşaması için getirdiğinden beri, Rowena Dangerfield bu küçük İngiliz topluluğu arasında konuşma ve eleştiri konusu olmuştu.
“Ah, Tanrım!” dedi Bayan O’Bannion oturduğu yerde sırtını dikleştirerek. “Yoksa dedikodular doğru mu?”
“Seyisimiz Muhammed Han’dan öğrendim… Genç prensle at sürerken buluşmaya başlamışlar. Ki hatırlarsınız, oğlunun ziyaret için bu kadar uzun kalmasına mihrace ne kadar sevinmiştir diye daha geçen hafta konuşmuştuk.”
“İnanılmaz! Prensin gerçekten bu yüzden mi kaldığını düşünüyorsunuz?” dedi küçük Bayan Loving, mavi gözleri ardına kadar açılmıştı. Kocası düşük rütbeli bir teğmendi sadece.
Bayan Leacock, sözünün kesilmesini bağışladığını belirten merhametli bir gülümseme sundu.
“Shiv Jhanpur’un Mumbai ve Delhi’nin lüks hayatını, bir süre sonra yöneteceği ilden daha çok sevdiğini herkes biliyor. Babası gibi o da Oxford’da eğitim almış ama tabii söz konusu Hint prensler olunca, bunun hiçbir anlamı yok. Buraya geri geldikleri gibi hemen eski hallerine dönüyorlar!”
“Ama Marion!” dedi Bayan O’Bannion yüzünde sıkkın bir ifadeyle. “Yani, biliyordur herhalde… Demek istediğim, valinin bundan haberi vardır, değil mi? Bazı fikirleri ne kadar garip de olsa, böyle bir şeye… ”
“Sen de benim kadar farkındasın Amy, o kızı böyle serbest bırakan kendisi! Sarayı ziyaret etmesine izin veriyor, hatta harem bölümüne gitmesine bile bir şey demiyor! Dinimize de hiç uygun değil. Bu prenslerin çok eşlilik geleneklerine devam etmelerine izin verilmesi bu inançsızlığı özgür bırakmaktan başka bir şey değil! Bu prensin bile en az beş tane eşi var. İlkiyle daha bebekken evlendirilmişler üstelik!”
“Oh!” diye mırıldandı Bayan Loving, ondan daha yaşlı olan diğer kadınlarsa anlayışlı bir şekilde baktılar ona sadece.
“Canım, sen burada daha yeterince süre kalmadın, bu insanların ne kadar ilkel olabileceklerini anlayamazsın,” dedi Bayan O’Bannion, bilgece gülümseyerek.
“Kesinlikle!” diye ekledi Bayan Leacock. “Hem sen daha valiyle de tanışmadın değil mi? Benim kocacım ki kendisi dünya iyisi, yardımsever, tatlı bir adamdır, onun bile canına tak etti. Yani valinin insanlara bir örnek teşkil etmesini beklerken biz, ne kendisi, ne de o garip torunu yıllardan beri kiliseye adımlarını bile atmadılar. Kendisine de dedim ki Rowena’yı da pazarları kilisede görmek isteriz, sonuçta inançsızların ülkesindeyiz ve çocuklar etkilenecek kadar küçükken dinlerini öğrenmezlerse. ve sonra canım, sözümü kesti. Bir kelime daha etmeme izin vermedi, o kalın kaşlarını çattı ve torununun aklının dinle karışmasını istemediğini söyledi! Ne diyeceğimi bilemedim! Bazen onun Hris-tiyan olduğundan bile şüphe ediyorum!”
“Rowena’dan bahsediyordun,” diye araya girdi Bayan O’Bannion ve arkadaşı abartılı bir biçimde iç çekerek cevap verdi.
“Evet, tabii ki. Yani benim düşünceme göre, bütün suç yetiştiriliş şeklinde. Hiç okula gitmemiş. Bir keresinde benim canım
Marcia’mın tavsiye edilen saygın bir yatılı okula başlayacağından bahsettiğimde, tek kaşını kaldırdı ve şöyle suratıma bakıp “Öyle mi hanımefendi? Ben torunumun aklının o piyano dersleri ve sulu boyalarla mahvedilmesine izin veremem! O eğitimini bizzat benden alacak,” diyerek neredeyse homurdandı. Bazıları Fransa’dan, bazıları Almanya’dan buraya kutu kutu kitap getirtti. Eğer kız at sürmede ya da kaplan avında değilse, burnu sürekli kitaplara gömülü. Bazılarının o yaşta bir çocuk için pek de uygun olmadığına eminim.”
Bayan Leacock’un duraksaması tamamen hitabetle alakalı bir şeydi ancak Bayan Loving, bu boşluğu yumuşak sesiyle doldurdu: “Ah! Daha bir çocuk olduğunu bilmiyordum ben. Sanıyordum ki- demek istediğim birilerinden onun on sekiz yaşında olduğunu duyduğuma eminim… ”
“Rowena Dangerfield sadece on yedi yaşında ama ona baktığınızda asla anlayamazsınız. Nasıl giyindiğine hiç dikkat etmiyor ve at binme alışkanlıkları nedeniyle çok dar ve kısa giyiniyor. Günün en sıcak zamanında çıkıp at binmeye gidiyor, hem de başında bir şapka bile olmadan, şimdiye kadar güneş çarpmaması bir mucize! Benim Marcia’m şapkasını her zaman takar ve yanında her zaman güneş şemsiyesini taşır. Benim kaymak ve salatalık kremlerim sayesinde tenini böyle açık renk ve güzel tutabildik. Rowena ise güneşten yanmış ve hiç taramadığı o yele gibi siyah saçlarıyla, bir Hintli’yle yan yana gelse farkı anlayamazsınız. Böyle merhametsiz konuştuğum için üzgünüm ama bu gerçekten utanç verici bir durum ve yerlilere çok kötü bir örnek. Ve şimdi de bu çıktı!”
“İçler acısı bir durum,” dedi usulca Bayan Carter, kafasını sallayarak. Bütün bu dedikoduları duyacak kadar Jhanpur’da yaşamamış olan Bayan Loving’e neredeyse acıyan bir bakışla baktı ve ekledi: “Ama tabii ki kızın geçmişine bakınca, o korkunç skandal… Valinin onu buraya getirmesine ve İngiltere’ye neden daha dönmediğine hiç şaşmamak lazım!”
Bayan Loving’in gözleri korku ve beklenti karışımıyla ardına kadar açıldı.
“Skandal?” diye yumuşakça mırıldandı.
“Ah sevgili çocuğum, sen nerelerdeydin?” diye şaşkınlıkla sordu Bayan O’Bannion “Londra’da birkaç yıl önce bundan başka şey konuşulmuyordu.”
“On beş yıl önceydi tam söylemek gerekirse ve Rowena, onun tarafından buraya getirildiğinde daha bir bebekti.” Bayan Leacock başını tekinsiz bir şekilde sallıyordu dinlerken. “Çok üzücü bir olay! Ama o zamanlar da Guy Dangerfield belalı birisiydi. Küçük çocuk işte, annesi tarafından şımartılmış, başka ne olabilirdi ki? Oxford’dan başını soktuğu belalardan dolayı iki defa uzaklaştırıldı. Sonra da işleri daha da karıştırarak, Amerika’ya kendi servetini kazanmaya gitti.
“Ancak birkaç yıl sonra bir anda geri döndü! Asıl varis olan William da bir av kazasında vefat etmişti, bu yüzden unvanı Guy devraldı. Sanırım Kont onu çağırttı. Bir anda, insanlar tam da onu unutmuşken ortaya çıktı, üstelik evlenmek üzere olduğu bir nişanlıyla! Fanny Tolliver. Minik güzel bir kız, okuldan yeni çıkmış ve on yedisinde. Yeterince iyi bir ailedendi ama halleri çok iyi değildi elbette. Biz o sırada tatil için evdeydik, Times’ta gördük duyuruyu. Çok iyi hatırlıyorum, Albay’a, ‘Bak sözlerimi unutma. Bu birleşmenin sonu iyi olmayacak,’ dedim. Haklı da çıktım tabii ki.”
Burada bir nefes almak için ara verdi ama arkadaşı sözü hemen devraldı.
“Amy haklı. Hiç de iyi bitmedi sonları. Fanny Dangerfield üflesen uçacak minik bir şeydi, bir çocuk doğurmaya daha hazır değildi. Söylediklerine göre çocuğu olacağını öğrendiği zaman sinir krizi geçirmiş. Ardından Fanny, teyzesiyle Londra’da yaşamak için Guy’dan izin aldı ve o Londra’dayken, Guy da bebekle Melchester’de kaldı. Onunla ilgili söyleyebileceğim tek iyi şey kızının üzerine titrediği ama karısını ihmal etti. Londra’ya gidip karısını da alıp yanına getirmeliydi. Öyle karısına başkalarının eşlik etmesine izin vermeler, o akşam partileri… Ama ne oldu, gittiğinde karısı onu da kalmaya ikna etti. Bundan da iyi bir şey çıkmadı elbette. Kumara ve içkiye verdi adam kendini. Soho’daki o evlere gitmeye başladı. Ve sonra…”
Bayan Leacock etkiyi arttırmak için abartılı bir biçimde sessizleşti.
“Ve sonra…” diye tekrarladı muzaffer bir edayla, “gitti bir kart oyunu yüzünden adamın tekini vurup öldürdü! Duyduğuma göre Amerika’da herkes yanında böyle tabanca taşıyormuş fakat bu olayda Guy Dangerfield için olaylar hiç de iyi gitmedi. O Fransız kumarbazı öldürdüğü gibi, onu tutuklamaya çalışan bir polis memurunu da vurmuş. O akşam bir gemiye atlayıp Amerika’ya nasıl kaçtığını kimse bilmiyor ama şöyle diyebilirim ki, o zamanlar oldukça merak konusu olmuştu!”
“Tanrım!” diyerek içini çekti Bayan Loving, küçük ellerini birleştirmişti.
“Sonra her şey daha da kötüleşti, Fanny Dangerfield kocasından boşandı. Fransa’ya gitti ve alçak adamın teki olan Sör Edgar Cardon’la evlenmiş olarak geri geldi. Bir baronet ama parasını ticaretten kazanmış. Şöhreti oldukça kötü olan bir adam. Şimdi valinin torununu yanına almayı niye istediğini anlamışınızdır herhalde.”
Bayan Leacock eğer o an Rowena Dangerfield’ın nerede olduğunu bilse daha da çok kaygılanırdı büyük ihtimalle.
Bir hanım eşlikçiden yoksun olarak, Rowena eski bir harabenin yıkık duvarlarından birisine tünemiş, prensle konuşuyordu.
“Shiv,” dedi yumuşak ve sakin bir sesle. “Saçmalıyorsun! Neden seninle evlenip, kadın koleksiyonuna katılmak isteyeyim ki?”
“Ama sana hepsini bırakacağıma söz verdim!” dedi hemen ince yapılı genç adam ve alnına düşmüş olan siyah saçını geriye attı. “Senin dışında bir eşim olmaz, benimle halk içinde istediğin yere gelirsin. İnsanlarımı yönetmeme yardımcı olursun. Dinimi değiştirmek haricinde her istediğini yaparım!”
“Tanrım!” dedi kız sakince. “Bazen kendimde olup olmadığıma emin olamıyorum. Ama neyse konu bu değil zaten. Seninle evlenmem olası değil Shiv, istesem bile olmaz bu ki ben istemiyorum zaten. Hatta hayatım boyunca evleneceğimi de sanmıyorum. Niye yapayım ki böyle bir şey? Bir adamın evcil hayvanı olmak için mi, aklı olmayan bir çocuk gibi davranılmak için mi her hareketimin ve evet paramın bile başkasının kontrolü altında olması için mi? Hayır, ölüm bile daha iyidir bundan!” “Rowena! Neden böyle şeyler söylüyorsun? Kadınların varlığının nedeni evlenmek, çocuk yapmak ve kocalarını mutlu etmektir. Bu sadece benim ülkemde böyle değil üstelik, İngiltere’de de böyle. Benden hiç mi hoşlanmıyorsun yoksa?”
“Hoşuma gitmesen burada olmazdım. Seninle konuşmayı seviyorum Shiv, hem atlardan da anlıyorsun…”
“Atlar!” Eliyle alnına, tabii ya anlamında vurdu ve abartılı biçimde öfleyip püfledi. “Ben evlilikten, aşktan bahsediyorum, sense atlar diyorsun! Ben at meraklısı İngiliz kızlarıyla yeterince vakit geçirdim. Hiçbiri de ilgimi çekmedi, İngiltere’deyken bile. Sen tanıdığım gerçekten zeki olan, karşıma alıp konuşabildiğim tek akıllı kadınsın. Ve…” Burada sesi anlamlı bir şekilde alçaldı ve o kahverengi gözleriyle içini kıpırdatan bir şekilde ona baktı. “Ve sen saklamaya çalışsan bile çok güzelsin. Bir sariyi Hintli bir kadın kadar güzel giyebilen tanıdığım tek İngiliz kadınısın ve tenin de Hint güneşiyle altın rengine döndü. O lotus havuzundaki gün gibi saçlarını açtığında ve kulaklarına, çıplak bileklerine o altın takıları taktığında… ”
“Shiv, lütfen, dur! O gün öyle bir anda ortaya çıkmamalıydın, buna hakkın yoktu! O gün sadece eşlerini memnun etmek için öyle giyinmiştim, sonra öyle pat diye içeri girip, aptal gibi bakıp durdun bana!”
Shiv kahkahalara boğuldu. “Ama benim küçük lotusum, uzun bir yolculuktan döndükten sonra neden evimde eşlerimi görmeye gelmeyeyim? Yüzünün kızarışını asla unutmayacağım, yanaklarının o gül rengine dönüşü hep aklımda olacak. Tam o anda aklıma bir yıldırım gibi düştü işte. ‘İşte bu kadın benim gerçek eşim olmalı!’ dedim kendi kendime. ‘Altın evlilik thalisini boynundan geçirmeli ve onu sonsuza kadar benim yapmalıyım!’ ”
“Prens olacağına şair olsaymışsın sen,” dedi Rowena sert bir şekilde. “Nasıl utandığımı lütfen hatırlatma bana, lütfen! Ayrıca bu evlilik konuşmalarını kesersen çok sevineceğim, çünkü tekrar söylüyorum, böyle bir şeyin olmasına imkân yok, tamam mı?”
Shiv’in yüzü düştü. “Neden imkân yok? Ben Hint, sense İngiliz aristokrasisinin bir üyesi olduğun için mi?”
“Beni daha iyi tanıdığını sanırdım Shiv!” Mavi gözleri o kadar koyuydu ki menekşe rengine yakınlardı ve hayal kırıklığına rağmen bu genç adam ona arzuyla bakmaktan kendisini alıko-yamıyordu. Kendisini çirkin görse de o kadar tatlı ve o kadar güzeldi ki. Genç bir tanrıçaya benziyordu, vahşi, dizginlenemez bir tanrıça, siyah yele gibi saçları ve at sürmekten sertleşmiş kaslı ince vücuduyla bir doğa harikasıydı. Hiç korse takmamış incecik beliyle, tanrıçalara özgü o özgürlük hissiyle sürüyordu atını. Şimdi olduğu gibi öfkeyle parladığında bile o iri, kalın kirpikli gözleri o kadar güzeldi ki. Ve yüzü ona bir şekilde apayrı bir karakter katan o keskin düz çenesi olmasa yuvarlak sayılabilirdi. Gülümsediğinde dudakları kulaklarına varırdı, cömert ve erotik bir kadın ağzıydı bu.
Onu böyle yavaşça, neredeyse eriyerek izlerken, Rowena’nın sinirlenmiş sesiyle dünyaya geri döndü.
“Shiv! Neyin var senin böyle? Umarım seninle evlenmeyeceğim için böyle suratını asıp dolaşmazsın. Hatta kurtulduğun için mutlu olmalısın, çünkü ben hiçbir erkek için söz dinleyen, uysal bir eş olamam.”
“Ah Rowena, daha uyuyorsun sen. Bazı konularda hâlâ o kadar çocuksun ki! Belki bir gün, seni kendime aşık ederim ve o zaman asla Hindistan’ı bırakmazsın. Buraya ve bana ait olduğunu fark etmeni sağlayacağım senin.”
“Ben hiçbir adama ait değilim Shiv Jhanpur!” Rowena’nın kaşları çatılmış, sesiyse boyun eğmez bir ton almıştı. “Asla da ait olmayacağım! Eğer arkadaşım olarak kalmak istiyorsan bunu hatırlaman iyi olur.”
“Göreceğiz!” dedi Shiv kışkırtırcasına, sonra da ikna etmeye çalışan bir sesle devam etti. “Senin arkadaşın olmak istiyorum tabii ki. Başka kimle konuşurum yoksa buralarda? Babam eski nesilden biri, onunla sadece görevler ve sorumluluklardan konuşabiliyorum. Burada tanıştığım İngiliz gençlerin hepsi sıkıcılar, beyaz tenlerinin getirdiği üstünlük duygusu o kadar sinmiş ki içlerine, saklasalar bile görebiliyorum. Ama büyükbaban başka tabii, tıpkı senin gibi, siz farklısınız.” Bir anda ellerini tuttu kızın ve tutkuyla konuşmaya başladı. “Benim ailem de tıpkı sizinkiler gibi, hatta belki daha bile geçmişe gidiyor soyumuz. Jhanpur küçüktür ama mihraceleri çok uzun bir geçmişi olan krallar ve prensler soyundan gelir. Rowena eğer fikrini değiştirirsen, eminim büyükbaban hiçbir şekilde karşı çıkmayacaktır bize. Lütfen düşün bunu.”
Jhanpur’un genç veliaht prensi kusursuzca Savile Row’da dikilmiş at binme kıyafeti içinde yakışıklı ve ukala bir genç adamdı. Şimdi ayakta ona bakıp, başını inatla sallayan kız da en az onun kadar ukalaydı, ancak ona bakan biri eski moda, hırpani binici kıyafetlerine bakarak onu çingene sanabilirdi. Eski atalarından birisi çingene bir kızı kaçırmış ve onu kontesi yapmıştı. Rowena bu hikâyeyi sayısız kere dinlemişti.
Ama şu an görünüşünü düşünmüyordu. İşin doğrusu görünüşünü düşündüğü zamanlar çok nadirdi. Başını olmaz anlamında Shiv’e sallıyordu, çünkü onun bu ısrarından rahatsız olmaya başlamıştı ancak farkında olmaksızın, bu genç adam aklına küçük de olsa bir iz bırakmış, Rowena’nın bilincinde kadın olduğu algısını başlatmıştı.
“Gitsek iyi olur artık,” dedi Rowena sessizce. Bu sefer Shiv onu iyice korkutup kaçıracağından endişe ederek karşı çıkmadı.
Daha sonra, onun Şeytan ismini taktığı siyah aygırına binmesi için yardım ederken kendi kendine düşündü Shiv. Çok erken konuştum. Onun yaşında ve onun geçmişini paylaşan bütün İngiliz kadınları gibi o da utangaç, yarı vahşi bir varlık daha. Evet, o kadar kitap okumasına, zekâsına rağmen, hâlâ bir bakire ve erkeklerden korkuyor. Ancak o hazır olduğunda yeniden zamanı gelecek…
Shiv’in tekrardan arkadaş rolüne dönmesinden rahatlamış bir şekilde Rowena, Şeytan’ın böğrünü topuklarıyla tekmeledi ve büyük aygırı dörtnala harekete geçirdi.
“Duvarlara ve sonra da eski çite,” diye bağırdı omzunun üstünden Shiv’e. Sesi, yere hızla çarpan toynakların gürültüsünden duyulmayacaktı neredeyse. “Saraya kadar senle yarışalım, sonra da eve giderim. Hadi!”
LONDRA – 1873
“Edgar! Nasıl böyle ilgisiz davranabiliyorsun? Oku şunu, tam şurası bak.” Leydi Fanny Cardon’un normalde zaten yüksek olan ses tonu, şimdi neredeyse bir feryada dönüşmüştü. “Melchester’in öldüğünü duymak zaten kötüydü, Guy eğer yaşıyorsa yeni kont o olacaktır… Şimdi bir de bu geldi başımıza, o uyuz kız ortadan kaybolmuş!”
Hâlâ pembe ipek sabahlığının içinde olan Leydi Fanny, aynalı tuvalet masasında oturmuş, elinde küçük dantelli bir mendili gözlerine abartılı bir şekilde tutuyor, bir taraftan da kocasına üzeri sık satırlarla dolu olan kâğıtları gösteriyordu.
“E güzel işte. Kaybolduysa bize de sıkıntı olmayacak demektir, değil mi? Tanrım, Fan! Ne diye üzüyorsun kendini? Bu kadar yıldan sonra bir de çocuk mu alacaktın başına?”
“Edgar!” Leydi Fanny’nin çatlayan sesi yaklaşan bir sinir krizini belirtir gibiydi. Kocası omuzlarını silkerek, onun elinden mektubu aldı.
“Peki, tamam! Sadece için rahatlasın diye okurum hayatım ama sorun olacağını sanmı… ”
“Okuduğun zaman anlayacaksın! Tanrım! Guy hakkındaki skandal zaten yeterince kötüydü, tam da insanlar unutmaya başlamıştı. Şimdi bir de bu çıktı! Guy her zaman Rowena’nın üzerine titrerdi, çocuk isteyen oydu ben değil. Neredeyse öldürüyordu beni o çocuk, sen de biliyorsun bunu. Neden onu alacakmışım? Hem neden şu yetiştirilmiş diğer kızlar gibi olamıyor ki? Kaçmış, hem de tek başına, o vahşi ve ilkel ülkede. Bayan Leacock ne yazmış, oku!”
“Okuyacağım, eğer susarsan okuyacağım aşkım.”
Sör Edgar, güçlü yüz hatlarına sahip, kuvvetli yapılı bir adamdı. İngiltere’de o dönem moda olan çene hizasına kadar uzanan favorilere sahipti. Şimdi arkasını şömineye dönmüş, yumuşak ses tonuna hiç uymayan sert bakan gri gözleriyle, karısının sıkıntılı yüzüne bakıyordu.
Parmakları arasında küçük mendili bükmeye başlayan Leydi Fanny, onun bakışını gördü ve hafiften ağlar gibi inledi.
“Bazen yüreğinin olmadığını düşünüyorum! Ne yapacağım şimdi ben?”
Kadının öfkesine aldırmadan, Sör Edgar gözlerini bir kere daha elindeki mektuba dikti. Tek eliyle arada favorileriyle oynuyor, sonra okumaya devam ediyordu.
“Yani ne yapacakmış şimdi? Huzur ve doğru bir bakış açısı bulmak için- “ Burada bir süre duraksadı Sör Edgar. “Ne biçim kelime bu? Bir ‘aşram’a mı ne ona gidecekmiş. Tamam Bayan Leacock açıklamış. Sanırım bir tarz Hint tapınağı anlamına geliyor. Gerçekten şaşırtıcı. Fan, ne diyeyim, bu kız da aynı büyükbabası gibi garip biri! Hatta bana sorarsan, bildiğin çatıya kapatmalık bir deli bu kız! Bir İngiliz hanımefendisinin öyle bir yerde ne işi var?”
“Bayan Leacock’un son mektubunda ne dediğini sen de biliyorsun! Rowena’nın bir vahşi, bir çingene gibi yetişmesine izin vermişler. Disiplin ne bilmeyen bir kız olup çıkmış. Resmi bir eğitim görmemiş, kendi yaşında arkadaşlar edinmeyi reddetmiş. Bayan Leacock’un dediğine göre tam bir skandal var ortada! Bir de şu sürekli görüştüğü Hint prensi var, neyse o duruma da baş papaz bir son vermiş. Edgar!”
Adam gülümsemeye başlamıştı. “Sadece yumurcağın sana çekmiş olabileceğini düşünüyordum o kadar Fan! Biraz daha az kaşlarını çatıp bağırmasan, hâlâ çok güzelsin. Hint prensi ha? Belki de çözüm budur. Evlensinler gitsin.”
“Ne diyorsun sen Edgar? Bir Hintli ile evlenemez! Ah Ed-gar, bir skandala daha katlanabileceğimi sanmıyorum. Hem, Rowena daha çocuk!”
“Çocuk mu? Kız on sekizinde değil mi? Çocuk falan değil işte. Sen o yaştan çok önce evlenmemiş miydin?” Sör Edgar’ın sesi şimdi ciddileşmişti. “Bak şimdi Fan, tereddüde gerek yok. Bu Leacock denen kadın kimse her şeyden haberi var, ufaklığın kendi parası olmadığını söylüyor, bütün orman tarafında da kızı arıyorlarmış zaten. Diyor ki, onu buldukları gibi buraya göndereceklermiş. Daha reşit de değil. Ne dersen onu dinlemek zorunda, istesen de istemesen de Guy ortaya çıkmadıkça sen onun tek vasisisin. Ve onun da ortaya çıkmaya cesareti olmadığını biliyoruz, değil mi?” Karısına manalı bir şekilde bakıyordu şimdi. “Ama… ”
“Hayır, bir dakika Fan, eğer gelirse onu eve almak zorundayız. Sadece dedikoduyu durdurmak için bile olsa bu yapılacak. Onu sokakta bırakamayız değil mi? Sonuçta annesi sensin. Kızın disipline ihtiyacı olduğu ortada. Onu bir okula göndeririz, sonra da evlendiririz. Eğer gerekirse çeyizini ben sağlarım, tamam mı?” “Ama nasıl birisi olduğunu bilmiyoruz!” Leydi Fanny’nin sesi ağlayacakmış gibi titriyordu. “Bana düşman yetiştirmişlerdir onu kesin. Biliyorum, kesin öyle yapmıştır o yaşlı, korkunç adam. Ondan hep korkardım!”
“O artık yok. Kız da yola gelecektir. Ben öyle saçmalıklara katlanamam, beni bir tanısın sözünü dinleyecektir. Görürsün.” Sonra Sör Edgar kulübe gitti, Leydi Fanny de alışverişe çıkma ihtimaline karşılık at arabasının hazırlamasını emredecek kadar kendisini toparladı.
Mektubu her zamanki dikkatsizliğiyle, pudraya bulanacak biçimde, yarı boşalmış parfüm şişelerinin arasına öylece tuvalet masasında bıraktı.
“Şuna bakar mısınız Bayan Jenks?” Bayan Adams, Leydi Fanny’nin on yıldır yanında çalışan özel hizmetçisiydi, ondan daha da uzun süredir burada çalışan sert kâhyayla eşit mertebede olan tek çalışandı. Kâhya Bayan Jenks, bu evlilikten önce de Sör Edgar’ın hizmetindeydi ve bunu evdeki daha yeni hizmetkârlara sık sık anımsatmaktan geri durmazdı.
“Hindistan’dan bir mektup daha gelmiş. Sanırım yine aynı konuda. Orada yaşayan kızıyla alakalı galiba. Leydimin saçını yapmaya geldiğimde ağlıyordu. E üzgün olmasına şaşırmamak lazım. Düşünsenize en baştan istemediğiniz çocuk o kadar yıl sonra başınıza kalıyor. Hem de böyle arsız kızın teki. Bana kalırsa…” Burada Adams sesini kibarca alçalttı ve devam etti: “Bana kalırsa Bayan Rowena’dan hayır gelmez. Babasına çekmiş. Kanlarında var bunların. Bu son mektup geldiğinde Sör Edgar’a öyle demişti leydim. Bütün Dangerfield’lar biraz delilerdir, demişti.”
“Arsız marsız, artık Leydi Rowena diyeceksin, unutmasan iyi olur bunu,” dedi sertçe Bayan Adams, mektubu olduğu yerden kaldırırken.
Bayan Jenks’in mektubu okuyan keskin siyah gözleri kırışmış kâğıtlar üzerinde gezinirken, Bayan Adams, okuması yazması olduğu için çok şanslı, diye düşündü kıskançlıkla.
“Şimdi anlaşıldı!” dedi sonunda ve Bayan Jenks’in ağzı sıkıca kapandı.
“Kaçmış. Hem de tek başına.”
“Kaçmış mı?
“Evet kaçmış ama arkasından askerleri göndermişler, mektubu yazan kişiye göre buldukları gibi bir gemiye koyup buraya, İngiltere’ye göndereceklermiş kızı.”
“Ah, hayır!” diye inledi Bayan Adams. “Ah, zavallı Leydi Fanny. Öyle bir kızla ne yapar şimdi? Böyle vahşi bir şeyle?” “Sör Edgar yola getirir onu. Böyle şımarıklıklara göz yumacak bir adam değildir o. Hiç korkun olmasın.”
“Başka ne yazıyor? O kadar uzun mektup, başka bir şeyler de vardır herhalde.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bestseller Dizisi Edebiyat Roman (Yabancı) Tarihi - Aşk Tarihi Roman
- Kitap Adıİçimdeki Fırtına
- Sayfa Sayısı591
- YazarRosemary Rogers
- Çevirmen Emirhan Aydın
- ISBN9789944827577
- Boyutlar, Kapak13 x 21 cm , Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2013-12
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Taht Oyunları ~ George R. R. Martin
Taht Oyunları
George R. R. Martin
Buz ve Ateşin Şarkısı 1 Yazların on yıllar, kışların bir insan ömrü sürebildiği diyarda, dehşetli ve soğuk zamanlar yaklaşmaktadır. Kışyarı’nın kuzeyindeki buzul topraklarda, Yedi...
- Büyüdüğün Zaman Anlayacaksın ~ Virginie Grimaldi
Büyüdüğün Zaman Anlayacaksın
Virginie Grimaldi
Bazen en ummadığın yerde ve kişide bulursun aradığını… “Başımı Marc’ın karnına yaslamıştım ve birlikte Game of Thrones’u izliyorduk. Keyfimize diyecek yoktu. Telefonum çalmaya başlayınca...
- Kabalist Yaradılışın Sırlarını Arayan Adam ~ Geert Kimpen
Kabalist Yaradılışın Sırlarını Arayan Adam
Geert Kimpen
Kabalist… Bir gecede başarı… Kitabı okurken, bir marka haline gelen Dan Brown’u anımsamadan edemiyorsunuz. -HET LAATSTE NIEUWS (Main Belgian Daily) …bu romanda anlatılanlar Paulo...