Luxenler ve Arumlar, Lux serisinden bağımsız da okunabilecek Saplantı’da çok daha baştan çıkarıcılar.
Ukala, zorba ve tapılası bir adam. Korunmaya muhtaç, küfürbaz ve ateşli bir kadın.
Hunter acımasız bir katil. Devlet için kötü adamları öldüren bir uzaylı. Işığın çocukları Luxenleri yok etmek için doğmuş bir Arum. Yaptığı işten de çok memnun, ta ki, bir insanı korumak zorunda bırakılana dek.
Serena, en yakın arkadaşı, senatörün oğlunun doğaüstü bir varlık olduğunu söylediğinde, ona inanmamıştı. Kim inanır ki? Ne yazık ki sonrasında korkunç bir olaya şahit oldu.
Hunter ve Serena, ateş ve barut gibi… Bir arada olmaları çok tehlikeli…
Sonunda Hunter yapmaması gerekeni yapıyor. Hem de defalarca.
***
Bu dünyanın büyümüş hallerini görmek için bana yalvaran herkese…
Bu kitap sizler için.
1. Bölüm
Barın loş ışıkları altında en yakın arkadaşıma, olabilecek en itici halimle ağzım bir karış açık bakıyordum. Mel bu gece kesin kafayı yemişti.
Yaşananların tek makul açıklaması buydu.
Ya da Mel’in içkisi benimkinden çok daha sertti. ilkokul birinci sınıfta onunla çikolatalı topkeklerimi paylaştığım günden beri etle tırnak gibiydik. Gel gelelim çıngıraklı bir yılan ile bir tavşanın bizden daha çok ortak yönü vardı. Mel tam bir çılgındı, her zaman yapacak bir şey bulurdu; ben ise kitap okuyarak ya da televizyon izleyerek kendimi rahat hissederdim. Hayatlarımız boyunca kimse nasıl bu kadar yakın olduğumuzu anlayamadı fakat arkadaşlıklar topkekle başlayınca, hele ki çikolatalı olanlarla, bundan daha samimi bir bağ geliştirilemez.
içtiğim rom ve koladan büyük bir yudum aldım ve içim yanınca da yüzümü buruşturdum. “Mel, bu kulağa çok…” “Delice mi geliyor? Evet biliyorum. Kendimi deli gibi hissediyorum. Gözlerimle görmüş olmasam ben de buna inanmazdım ama gözlerimi lazerle çizdirdikten sonra artık bir teleskop gibi görüyorlar.” iki parmağıyla gözlerini işaret etti. Her iki tırnağının da ojeleri dökülmüştü ve bu, o bakımlı kızda görmeye hiç alışık olmadığım bir durumdu. “Ama ben ne gördüğümü biliyorum Serena ve sana şu kadarını söyleyeyim Phillip insan değil.”
Al işte. Yine aynı şeyi söylüyordu. insan değil. Mel’in yarısı dolu kadehine baktım. Biz buluşmadan önce de içmiş miydi acaba? Ya da ot mu çekmişti? Okuldayken Mel’in telesekreterime bıraktığı manyakça mesaj ve sonrasında gerçekleşen konuşmamız bir ölçü kabul edilecek olursa, meth bile çekmiş olabilirdi. Mel, partileri severdi ancak ağır uyuşturuculardan uzak dururdu. Yani öyle olmasını umuyordum. Meraklanmaya başlamıştım.
Öne doğru eğildim ve kollarımı yuvarlak masanın üzerine koyduğum sırada takım elbisemin ceketi sırtımda iyice gerildi. Kahretsin, keşke bir koşu eve uğrayıp üzerimi değiştirmeye zaman bulabilmiş olsaydım. Bu muhabbet için daha rahat giysilere ihtiyacım vardı. Çılgınca bir düşünceyi kabul etmeyi en kolaylaştıran şey bol pantolonlar ve parmak arası terliklerdi. “Mel, erkeklerin çoğu insan değildir zaten.”
Mel’in gözleri kısıldı. “Ya evet, ayrıca erkeklerin çoğu ampule dönüşmez! Fakat Vanderson’ın oğulları bunu yaptılar. ikisi de!”
Bir çift, meraklı gözlerle bize bakıyordu. Masanın altına girme isteğiyle Mel’in elini tuttum ve hafifçe sıktım. “Ampule mi dönüştüler?” Alçak sesle konuşmaya çalışıyordum ama bunun bir anlamı yoktu. Mel her zaman yüksek sesle konuşurdu. Üstelik seçim arifesinde olduğumuz için Senatör Vanderson’ın ismi telaffuz edildiğinde dikkatleri çekmesi çok doğaldı.
“Evet. Işıl ışıl parlayan fosforlu çubuklar gibi yanmaya başladı. Hani eskiden elinde sıktığın zaman ışık yayan oyuncaklar vardı hatırlıyor musun?”
“Glo Worm’u mu diyorsun?”
“Evet o!” Mel, elini geri çekti ve çenesine kadar inen, kuzgun karası saçlarına götürdü. “Tıpkı bir Glo Worm gibi ışıldıyordu ama daha parlaktı.”
Aman tanrım. Kesinlikle kafayı yemişti. “Siz içtiniz mi ya da bir şeyler mi çektiniz… ”
Mel elini sertçe masaya indirerek kadehlerimizi zangırdattı. “Bu dünyada bana öyle bir şeyi gördüğümü zannettirecek bir içki ya da ot yok.”
“Peki, tamam.” Ellerimi teslim olmuş bir edayla havaya kaldırdım. “Sadece şunu anlamıyorum Mel. Lütfen masayı yumruklama. Bu onun suçu değil.” Uzun uzun nefes verdi. “Korkudan ödüm kopuyor. Beni gördü. Kardeşi de beni gördü. Onları gördüğümün farkında olduklarını biliyorum.”
Ne diyeceğimi bilmiyordum. Mel’in gerçekten ne kadar korkmuş olduğunu görebiliyordum. Evet, Mel eve giren çekirgelerden, bahçedeki yılana benzeyen dallardan ve… etrafta uçuşan kelebeklerden korkardı ama onu hiç bu halde görmemiştim. Bu defa farklıydı.
Bir şey onu cidden çok korkutmuştu.
“Phillip’in kötü haber anlamına geldiğini biliyordum,” dedim, dalgalı saçlarımdan düşmüş bir perçemi kulağımın ardına atarak. “Bir senatörün oğlu olmak onu bozmuş olmalı. Muhtemelen o…”
“Muhtemelen o da onlardan biri; Senatör’den bahsediyorum!”
Off, Mel bunu böyle bağıra bağıra söylemeyi sürdürürse, bir daha buraya gelemezdik. Keşke müziğin sesini daha da açsalar ve ışıkları kapatsalar diye geçirdim içimden. Fast Times adlı bar bu pazartesi gecesi pek kalabalık değildi, bu yüzden insanların konuştukları yan masalar-dakilerin kulağına rahatça gidiyordu.
Mel içkisinden büyük bir yudum aldı. “Bu olay olduğunda Grandview’da değil, onun dairesindeydim.”
Grandview, Boulder’daki Richie Rich’lerin yaşadığı yerdi. Senatör ve diğer önemli adamlar Flatirons eteklerindeki bu ayrıcalıklı, kapısı özel güvenlikli mekânda otururlardı. Giriş kapısı altı metre yüksekliğinde filandı. Saçmalık. Ne zannediyorlarsa? Rus işgaline filan mı uğrayacaklarını sanıyorlardı?
“Ne zaman yaptı şu ampul olayını?” diye sordum, pipetimle oynarken.
Mel başını öne doğru salladı. “Salonda takılıyor, bir şeyler içiyorduk. Ciddi bir durum yoktu. Sonra arka taraftaki yatak odasına geçtik, seviştik; her zamanki gibi muhteşemdi. Phillip hiçbir erkeğin sahip olmadığı bir dayanma süresine sahip.”
Duyduklarım karşısında kaşlarımı havaya kaldırdım. “Sonra kardeşi Elijah çıkageldi.”
“ikiniz sevişirken mi?”
“ikiz oldukları göz önüne alındığında her ne kadar bu muhteşem bir şey olacak olsa da, hayır, Phillip ve ben seks yaparken gelmedi.” Gömleğinin düğmesini çekiştiriyordu. “Her neyse, balkona çıktılar ve tartışmaya başladılar. ikisi sürekli didişip dururlar ve ben de her şeye burnumu sokmaya bayılırım, bilirsin.”
Gülümsedim. “Evet.”
“Kapıya yaklaştım ve kulak kabarttım. Kartal Projesi ve Daidalos diye bir şeyden bahsediyorlardı… ”
“Daidalos mu? Yunanca değil mi bu?”
“Bunun bir önemi yok Serena. Beni dinle. Bunun hakkında tartışıyorlardı. Elijah babalarının Daidalos konusunda işleri batıracağı ve bu Kartal meselesinin kötü bir fikir olduğunu düşündüğü için kızgındı, fakat bunlar Phillip’in umurunda değildi. Elijah’ya kendi işine bakmasını ve boş vermesini söyledi. Bunun onlara düşmeyeceğini filan anlatmaya çalıştı.”
“Anladım.” Bunun Phillip’in ampule dönüşmesine nasıl bağlanacağını merak ediyordum.
“Ne var ki Elijah gerçekten kızgındı ve bunun ellerinde patlayacağını ve şu Kartal meselesinin hem yanlış hem de tehlikeli olduğunu söyledi. Pennsylvania’dan ve çocukların tutulduğu bir yerden bahsetti ve Daidalos ne planladıklarını keşfedecek olursa her şeyin sona ereceğini ekledi. Bu noktada benim de iyice merakım kabarmıştı, neler dönüyor acaba diye düşünüyordum.” Mel’in mavi gözleri kocaman açılmıştı. “Elijah benim duyamayacağım kadar alçak sesle bir şey söyledi ve bu Phillip’i çok sinirlendirmiş olmalıydı, çünkü kardeşini itti ve o da onu itti. iki yetişkin adamın bu şekilde kavga ettiklerini düşünsene. Birinin diğerini korkuluklardan aşağı düşüreceğini sandım. Ama sonra… o dediğim şey oldu.”
“Ampul dalgası mı?”
“Evet.” Avucunu alnına bastırarak gözlerini sımsıkı yumdu. Normalde esmer olan teni solgundu. “ilk başta soluklaşır gibi oldu. Giysileri, bedeni, her şeyi ortadan yok olmuşçasına soluklaştı. Sonrasında karşımdaydı ama insan gibi değildi Serena. Işığın içine hapsolmuştu. Tepeden tırnağa Serena.”
“Peki, ” dedim yavaşça. “Sen ne yaptın?”
“Aklımı kaçıracak gibi oldum ve sonra basıp çıktım ama…” Okkalı bir küfür savurdu ve elini masaya doğru indirdi. “Kahrolası bira şişesini devirdim. Beni duydular. Arkamı döndüm ve ikisi birden parlayarak balkon kapısında duruyordu…” Mel’in alt dudağı titremeye başladı. “Onları gördüğümü biliyorlar. Yani sonuçta binadan yangın varmış gibi koşa koşa kaçtım. Ne yapacağımı bilmiyorum. Eve bile gitmedim. Senin gelmeni bekleyerek otomobille döndüm durdum ki bu arada sen de bir türlü gelmek bilmedin. Arabam-dayken olanları bir kenara yazdım; her ihtimale karşı… ”
“Hangi ihtimale karşı?”
“Bilmiyorum. Yalnızca bir şeyleri unutmaya başlamadan yazmam gerektiğini hissettim ve şimdiden unutmaya başladığımı biliyorum. Kahretsin.” Oturduğu yerde kıvranarak öfkeyle homurdandı. “Vakit geçirmeye çalışıyordum ve postaneye gittim. Gelen mektupları kontrol ederken onu posta kutumda bıraktım, çünkü kafam çok dağınıktı.”
Ne diyeceğimi bilemeyerek bar sandalyesine yaslandım. Mel belli ki çok endişeliydi, bu yüzden de ciddi bir şeyler yaşanmış olduğu kesindi. Muhtemelen düşündüğü gibi değildi ama bir şeyler vardı ve onun sıkıntısını paylaşıyordum.
“Eve gitmekten çok korkuyorum. Phillip nerede oturduğumu biliyor,” dedi ve içkisini bitirdi.
“Ne zaman oldu bu? Sabah mı?” diye sordum kaşlarımı çatarak.
Mel başını salladı.
O an kafama dank etti. “işe gittin mi?”
“Ne? Hayır! Böyle bir şeyin ardından nasıl işe gideyim?” Mel hafifçe titredi. “Ayrıca Phillip beni orada da bulur.” Göğsüm sıkışıyordu. Tanrım, ya Mel’de ciddi bir sorun varsa? Fazla aktif bir hayal gücünden de öte bir psikolojik sorunsa bu? Uzmanlığım hemen devreye girdi, zihnimden bir alışveriş listesi yapar gibi olasılıkları sıralamaya başladım: gerçeklikten kopma, şizofreni, sanrılarla birlikte kaygı atağı ya da bir beyin tümörü? ihtimallerin sonu yoktu. “Mel… ”
“‘Mel’ deme bana.” Sesi titriyordu. “Oradan bakınca deli gibi göründüğümü biliyorum ve yerinde olsaydım ben de aynı şeyi düşünürdüm ama ne gördüğümü biliyorum. Phillip insan değil. Kardeşi de aynı şekilde. Ne olduğunu bilmiyorum; belki bir devlet deneyi ya da ne bileyim uzaylı filandır. Bilmiyorum.”
Uzaylı mı? Bu kadarı yeterliydi. Bardan çıkma vakti artık kesinlikle gelmişti. “Benim evime gelmeye ne dersin?”
Gözlerinde bir umut ışığı belirdi. “Gerçekten mi? Senin için sorun olmaz mı? Benim aklını kaçırmış bir manyak olduğumu düşündüğünü biliyorum.”
Elimi sallayarak onu susturdum. “Şekerim, en iyi arkadaşlar ne günler içindir? Bu bir kriz durumu ve ben nasıl yardım edeceğimi biliyorum. Dolapta dondurma ve dünden kalan lazanyam var. Tıka bısa yiyip bu sorunu nasıl çözebileceğimizi düşünürüz.”
“Koca gün hiçbir şey yemedim. Çok gergindim.” Mel gülümsedi ama bu zayıf bir gülümsemeydi. “Sen harikasın Serena. Ciddiyim.”
“Biliyorum.” Arsızca sırıttım. “Sen burada kal, ben hesabı hallederim.”
Mel başını öne doğru sallayarak çantasını kurcalamaya başlayınca ben kendi çantamı kaptım ve oturduğum sandalyeden atladım. Etrafımızdakilerin garip bakışlarına aldırmadan masalar arasından geçerek ilerledim.
Hesabı bir çırpıda ödedim; alışık olduğum bir şeydi bu. Mel’in pahalı zevkleri vardı ve bir işte adamakıllı bir maaşa hak kazanacak kadar uzun süre durmazdı. Bu bana çok saçma gelirdi çünkü Mel akıllı ve tahsilliydi ancak bunları kendisi için kullanmıyordu. Mel daha yirmi üç yaşındaydı, benimle yaşıttı. Yani Mel’in biraz durulması, manyak zengin tiplerden uzak durması ve uğruna bu kadar çalıştığı eğitim diplomasını kullanması için bol miktarda zamanı vardı.
Koluna girerek onun yanına sokuldum. “Hazır mısın?” Başıyla onayladı fakat ılık mayıs gecesine çıkarken tek kelime etmedi. Ceketlerini çıkarmış, kravatlarını çözmüş halde bara giren bir grup adamın yanından geçtik. içlerinden biri, uzun boylu bir sarışın, bize ıslık çaldı fakat bir karşılık alamadı. Mel’in ne kadar vahim durumda olduğunu, başka hiçbir sebep değilse bile, ona bakan bir adamı görmezden gelmesi yeterince anlatıyordu.
Onun için kaygılanarak onu otoparka doğru yönlendirdim. Eğer Mel lazanya ve dondurmaya boğulduktan sonra da tavrını değiştirmezse, onu biriyle konuşmaya ikna edecektim; benden başka biriyle. Arkadaşlığımız önyargısız bir tanı koymama engel teşkil edecekti ve daha önce kimseye tanı koymuş filan değildim. Lisede rehber öğretmenlik yapmak, her gün karşıma çıkan psikolojik bozuklukların çeşitliliği konusunda beni biraz kısıtlamıştı.
Otopark daha serin ve karanlıktı. Aracımı park etmek zorunda kaldığım arka sıranın tümü gölgeler arasında kalmıştı. Şansımıza Mel’in otomobili en önde, çıkışa yakındı.
Mel’in kırmızı Audi’sinin yanında durduk. Anahtarlarını ararken bana döndü. “Benim delirdiğimi düşünüyorsun değil mi?”
“Elbette hayır!” diye cevabı anında yapıştırdım.
Şüphe, Mel’in yüzünden bir gölge gibi geçti. “Yüzünde o ifade var da; mustarip olduğum zihinsel sorunların aklından bir listesini yapıyor gibisin.”
“Hayır yapmıyorum.” Anında sırıttım. “Onu daha önce yapmıştım.”
Mel kahkahayla güldü ve sonra bana sarılıverdi. “Teşekkür ederim. Cidden. Şu an gerçekten yalnız kalmak istemiyorum.”
Ben de ona sarıldım. “Bir şey değil. Dediğim gibi, bunu birlikte çözeceğiz.”
Benden uzaklaşan Mel, otomobilinin kapısını açtı. “Seni bekliyorum.” Ona güven verici bir şekilde gülümsedikten sonra otomobillerin arasında ortalığı çınlatan yüksek topuklarımın izin verdiği kadar hızla yürüyerek ilerledim. Bir an önce buradan çıkmak istiyordum. Otoparklardan oldum olası nefret etmişimdir. Buradan daha ürkütücü bir yer olamazdı bana sorarsanız.
Senatör’ün oğulları hakkındaki sohbetimiz de gayet ürkütücüydü. Göğsüm sıkışıyordu. Mel daha önce hiç… bu geceki kadar savunmasız ve aciz olmamıştı. Ona gerçekten nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyordum fakat Mel’in zihninde ne dönüyor olursa olsun, onun yanında duracaktım. Tıpkı üniversite birinci sınıftayken annem bir soygun girişimi sırasında öldürüldüğünde Mel’in benim yanımda olduğu gibi. Mel olmasaydı, kimsem olmazdı, uzakta yaşayan babamla asla yakınlaşamazdım. Ufak tefek olaylardan büyük krizlere kadar sayısız defalar birbirimize destek olmuştuk.
Bu defa da farklı olmayacaktı.
Honda’mın önünde durdum ve anahtarlarımı çıkardım. O an omzumda kayan çantamın sapı kolumun sarsılmasına neden oldu ve anahtarları pis beton zemine düşürdüm.
“Harika,” diye homurdandım ve boru eteğimin imkân verdiği ölçüde çömeldim. Anahtarlarımı yerden kapıp doğruldum. O an göz ucuyla otoparkta bir hareket algıladım. Başımı o yöne çevirdim. Otopark büyük değildi, bu sayede Mel’in arabasının arka camından başını görebiliyordum.
Dikkatimi çekenin bu olduğunu düşünerek arkamı dönüyordum ki geniş kapıların yanındaki direklerden birinin arkasından uzun boylu bir erkek çıktı. Kararlı adımlarla bir lambadan yayılan ışığa doğru ilerledi.
Çok çekici bir adamdı…
Adamın yakışıklılığı karşısında çarpılmıştım: Uzun boyluydu ve kum sarısı saçları vardı, bir moda dergisinin sayfalarından fırlamıştı sanki. Giydiği kot terzi elinden çıkmış gibiydi, uzun bacaklarına uyacak şekilde yapılmıştı adeta. Karanlıkta dikildiğim için bu güzel erkek numunesini incelerken yakalanma korkum yoktu. Beni görebilmesi mümkün değildi; o yüzden ben de rahat rahat onu seyrettim… hatta salyalarımı akıtmış bile olabilirim biraz.
Ya da birazdan fazla.
Tam kot pantolonun mükemmel poposunu sarmasını hayran hayran izliyordum ki tavandaki lambanın altından geçti ve —o da nesi?— yok oldu. Bir anda yok oldu! Sanki bir kara deliğe düşmüştü. Bir saniye önce oradaydı ve şimdi yoktu.
Şaşkınlıkla öne doğru bir adım attım. Ensemden aşağı bir ürperti indi. Bu bir rüya mıydı? Yoksa Mel’in sanrıları bulaşıcı mıydı? Bu tam da barda anlattıklarına benzeyen bir görüntüydü ama…
Ama sonra onu Mel’in arabasının arkasında, otoparkın sağ tarafında gördüm. Ben onu görmeden bulunduğu yere gitmiş olmasının imkânı yoktu. Bu imkânsızdı ama işte oradaydı, başını hafifçe yana eğmişti.
iliklerime kadar işleyen mutlak bir dehşet içime oturdu ve beni ayaklarımın altındaki betona sabitledi. Anahtarlar elimde yararsız bir şekilde sallanıyordu. Birden zihnimde bara döndüm ve Mel’in söyledikleri kafamın içinde yankılandı.
O insan değil. O insan değil.
Şoka girmiş ve tamamen aptallaşmış bir halde adamın kolunu kaldırmasını izledim. Aynı anda sürücü kapısı açıldı ve adam ona seslenmişçesine Mel’in kafası dışarı çıktı ancak kalbimin gümbürtüsünden adamın bir şey söyleyip söylemediğini duymamıştım. Mel’e bağırmak için ağzımı açtım fakat hava elektrik yüklüydü, tüm bedenimdeki tüyler diken diken olmuştu. Tavandaki lambalar titreşmeye ve sonra sırayla birbiri ardına patlamaya, cam kırıklarını yağmur gibi yağdırmaya başladılar. Her bir mini patlama bir silahın ateşlenmesini andırıyordu ve geriye doğru sıçrayıp arabamın kaputuna yapıştığım anda attığım çığlığı bastırmıştı.
Her tarafa karanlık çöktü ama yalnızca bir saniye sürdü bu. Doğal olmayan, yoğun bir mavi-beyaz ışık otoparkın ön tarafını aydınlattı. Aman Tanrım. Işık adamdan geliyordu. Tıpkı yıldırım gibi içinden doğuyor, omzundan çıkıp kollarına doğru yayılıyor, avucuna inerken de bükülüp çatırdıyordu.
Ben bağırdığım an Mel de çığlığı bastı.
Işık adamın kolundan fırlayarak bir yıldırım gibi eğilip büküldü ve arabanın arkasına çarptı. O an kalbim durdu adeta. Anahtarlar elimden düştü.
Beyazımsı-mavi ışık Mel’in arabasını yuttu. Bir saniye için hava duruldu ve her şey sessizliğe büründü. Isı vahşi dalgalar halinde yayıldı ve ışık parladı, bir an gözlerimi kör etti, ardından da meydana gelen patlama tüm otoparkı salladı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Edebiyat Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSaplantı
- Sayfa Sayısı352
- YazarJennifer L. Armentrout
- ÇevirmenSerkan Göktaş
- ISBN9786050917734
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDex Kitap / 2013-12
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kalp Asla Unutmaz ~ Candace Camp
Kalp Asla Unutmaz
Candace Camp
Aşk Bazen Küllerinden Doğar Leydi Francesca Haughston aşkı aramaktan vazgeçmiş, geçimini sağlamak üzere uygun çiftlerin arasını yapmayı kendine meslek edinmiştir. Bu nedenle uzun zaman...
- Krallık ~ Jo Nesbo
Krallık
Jo Nesbo
Roy Opgard aile çiftliğinde tek başına yaşayıp araba tamirciliğiyle uğraşır. Kardeşi Carl ise uzun zamandır yurtdışındadır. Carl bir gün havalı Cadillac arabası ve çekici karısı Shannon’la kasabaya döner. Aile arazisinde...
- Hiçbir Zaman Burada Değildin ~ Jonathan Ames
Hiçbir Zaman Burada Değildin
Jonathan Ames
Eski asker ve FBI ajanı Joe, hem kişisel hem de mesleki yaşantısında travma ve şiddetten nasibini fazlasıyla almıştır. Görünmez olmayı ve yalnız bir yaşam...