Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

27 Kemik
27 Kemik

27 Kemik

Jonathan Nasaw

St. Luke adasında her birinin sağ eli bileklerinden kesilmiş üç ceset bulunmuştur. Adanın tek gelir kaynağı olan turistleri kaçırmak istemeyen St. Luke polis şefi,…

27-kemik-jonathan-nasaw-pegasus-yayinlariSt. Luke adasında her birinin sağ eli bileklerinden kesilmiş üç ceset bulunmuştur. Adanın tek gelir kaynağı olan turistleri kaçırmak istemeyen St. Luke polis şefi, katil bir daha harekete geçmeden önce onu yakalamak için eski dostu emekli ajan Pender’ın yardımını ister.

Kariyeri boyunca Pender birçok tehlikeli ve sapık suçluyla karşılaşmıştır. Ancak cinayetlerin arkasındaki gerçekler Pender’ın şimdiye dek gördüğü her şeyden çok daha korkunç ve gariptir.

“Jonathan Nasaw tüylerinizi diken diken edecek.”
-Big Issue

“İyi yazılmış, sürükleyici bir aksiyon. Daha ne isteyebilirsiniz ki?”
-The Guardian

“Gerilim yüklü.”
-Library Journal

“FBI ajanı E.L. Pender’ın seri katil yakalamaktaki becerisi mükemmel… Nasaw öyle zeki bir yazar ki… Fazlasıyla gerilim uyandırıyor.”
-Publishers Weekly

“Psikolojik gerilim yazarları arasında ağır sıklet bir dövüşçü.”
-Toronto Sun

“Çok renkli… Keskin bir gözlem… Şimdiye kadar yazdıklarının en iyisi.”
-Kirkus Reviews

***

GİRİŞ

1985 yılında, Sumatra’nın batı kıyısından yetmiş beş kilometre uzaklıktaki Pulau Nios Adasındaki Lolowa’asi köyünde bir kabile reisi ölüm döşeğinde yatmaktaydı.

Ya da daha doğrusu ölüm döşeğinde oturmaktaydı. Lolowa’asi’de hâlâ süren geleneğe göre, kabile reisi ince ince işlenmiş ahşap oymalı gerdek yatağında, gerekirse bir veya iki karısı ta­rafından arkasından desteklenerek oturmuş vaziyette mecburi ölüm döşeği nutkunu verirdi. Bu esnada, öteki dünyaya giden köprüden geçerken kendisiyle birlikte götürmek üzere yanında düşmanlarından birinin sağ eli veya kafatası bulunurdu.

Ölüm döşeği nutku, köyün tarihçesinin yanı sıra büyük adamın hayatını ve saltanatını da kapsardı ve bazen günlerce sürerdi. Bu ise birkaç saat önce başlamıştı. Kabile reisinin kö­yünde hayat her zamanki gibi devam ediyordu; kadınlar patates haşlıyor veya tarlalarda çalışıyor, erkeklerse odun kesiyor veya ada ekonomisinde varlığın temel göstergesi ve kaynağı olan do­muzları besleyip onların bakımlarını yapıyorlardı. Fakat Omo Sebua denilen Büyük Ev’de, ölmek üzere olan kabile reisinin her iki potansiyel halefi de yatağın yanından kıpırdamamıştı.

Bu bağlılığın bir sebebi vardı. Lolowa’asi’de haleftik ve ve­raset hâlâ geleneksel şekilde bahşedilirdi: Varislerden hangisi o son anda kabile reisine daha yakın olup son nefesini içine çekerse halefi o olurdu. Reisin son nefesinin, onun hayati öneme sahip lakhomi’sinin yani kutsal nurunun yanı sıra, sofusunu ve fâ’atua-tua’sını yani otoritesini ve erdemini içerdiğine inanılırdı. Bunlar bir arada eheha’sını yani ruhunu veya ölümsüzlüğünü oluşturuyordu.

Nefesi içine çeken her şeye sahip olurdu: Domuzlar, mülk, ruh, Büyük Ev. Bu yüzden, ellerinde tahta tabaklarla tavuk, pi­lav ve kızarmış domuz taşıyan kadınlar gelip giderken, çıplak göğüslü iki varis, bellerine sarılı yaldızlı tören sarung’larıyla bekliyor ve dinliyorlardı.

Fakat orada ne yemek pişiren, ne de servis yapan bir kadın daha vardı. Genç, beyaz bir kadındı. Amerikalıydı. Karı-koca­dan oluşan bir antropolog ekibinin dişi yarısıydı. O ve kocası, Endonezya’nın Kuzey Sumatra bölgesinde kalan geleneksel kültüre sahip son köy olduğuna inanılan bu yeri belgelemek için çekim yapıyorlardı. Kendisinden epeyce genç karısı not alırken adam da kamerayı kullanıyordu. Ölüm döşeği törenini duymuş, fakat hiç şahit olmamış antropologlar bir sonraki aşamada ne olması gerektiğini biliyorlardı. Geleneğe göre, nutuktan ve ölüm döşeği kutsamalarından sonra (Amerikalılar dâhil, odadaki herkes nazik bir sözü ve kutsanmış bir domuzun çene kemiğinden bir parçayı hak ediyordu.) reis, iki oğlu yatağın ayak ucunda daire çizerek ayaklarını sürüyüp dolaşırken, karılarının desteğiyle oturur vaziyette kalacaktı.

İlk karısı kabile reisinin ölmekte olduğunu anlayınca diğer kanlarını uyaracaktı. Birlikte onu yatıracaklardı ve o anda yatağa en yakın olan şanslı varis ağzını açarak reisin üzerine eğilecek, reisin verdiği nefesi, sofu, fa’atııa-tua. lakhomi, eheha ve her şeyi içine çekecekti.

Zamanlama her şeydi. Amerikalılar, tabiri caizse son derece şiddetli bir mücadeleyle, müzik durduğunda sandalye kapma oyununa benzer bir dini merasim bekliyorlardı. Hatta aralarında bu konuda şakalaşmışlardı.

Fakat sonuçta bu yaz günü öğleden sonra gerçekleşenlerde komik bir şey söz konusu değildi. Kamera hepsini yakalamıştı. Hepimiz için kaçınılmaz olan vakit kabile reisi için geldiğinde Ölen adamın ilk karısı, diğer karılarına işaret vermeden, sanki kederlenmiş gibi elinin tersini alnına koyarak gizlice reisin en büyük oğluna işaret vermişti; yani kendi doğurduğu oğlu Ama Bene’ye. Büyük oğul, yaşlı adam batik desenli döşekte sırtüstü yatarken, adımlarını yavaşlatarak babasının başında durdu. Çıp­lak, cılız göğsü -Lolowa’asi’deki en varlıklı adamın bile vücudu çok yağlı olmazdı- inip inip kalkıyordu.

Kayıtlar ama Bene’nin babasının üzerine eğilmeye başla­dığında şiddetle kenara itildiğini gösteriyordu. Karenin dışına çıkacak kadar itilmişti. Odada kaos patlak verirken, kamera reisin bedeninin üzerine eğilmiş olarak küçük oğlunu, Ama Halu’yu görüntülemişti. Derin derin içine çekmiş, haykırır gibi büyük bir soluk alıp, kollarını zaferle havaya kaldırmıştı.

Fakat bir an sonra Halu yataktan geriye doğru sendelemişti. Kanlı bir mızrak ucu, kamının alt kısmından korkunç bir açıyla aşağı doğru çıkmıştı. Arkasından Bene tekrar kareye girmiş, mızrağı kavrayarak arkaya doğru eğilmiş ve güç almak için çıplak ayağını kardeşinin sırtına dayamıştı.

Mızrağın ucu gözden kaybolmuştu. Halu kadın antropoloğa doğru sendelerken, Bene de elinde kanlı mızrakla arka üstü düş­müştü. Kadın, onu kollarının arasında yakalamıştı. Ağzından kanlı köpükler çıkıyordu.

Aynı anda Bene tekrar ayağa kalkmış ve ikisine doğru hamle yapmıştı. Niyeti gayet açık bir şekilde babadan miras kalan ne­fesi içine çeken kardeşinden geri almaktı. Fakat Halu’nun başka fikirleri vardı. Omzunun üzerinden ağabeyine bir bakış attı ve kanlı ağzıyla sırıttı. Sonra kadına döndü. İki elini kadının başı­nın arkasında kenetleyerek yüzünü kendisininkine doğru çekti. Ağzını kocaman açarak dudaklarını onunkine yapıştırdı.

Kadın, ağzına kan bulaşmış bir halde mücadele etti. Başını çevirmeye çalıştı. Fakat Bene de ikisini ayırmaya çalıştığı halde, Halu’nun ölümcül kenetlenmesi kınlamadı. Halu şiddetli bir şekilde dizlerinin üstüne düştü ve kadın da kendi dizlerinin üstüne. Ağabeyi mızrağın sapıyla tekrar tekrar ona vururken, son nefesini kadının ağzının içine verdi. Kadın, darbelerin ha­fifleyen sarsıntılarından dolaylı olarak nasibini almıştı; o gün kırılan dişi hiçbir zaman kaplanamamıştı.

Son nefes ise, bir iç çekiş kadar hafifti, buruk ve bakır tadındaydı. Kadının aklında bunun karbondioksitten başka bir şey olmadığına dair hiçbir şüphe yoktu ve asla da olmayacaktı. Başının arkasında kenetlenmiş eller gevşedi ve ölü adam yere devrildi. Artık çömelir vaziyette tek başına kalan kadın kafasını kaldırıp yukarı baktı. Kardeş katili Ama Bene, yüzü hiddetle çarpılmış olarak üzerinde dikiliyordu. Ucunda pıhtılaşmış kan mızrak geri çekilmişti. Kadın ona kanlı, muzaffer bir edayla sırıttı. Kan ve zafer ondan çok ölen adama aitti ama sırıtma fazlasıyla kendisine aitti.

BİRİNCİ BÖLÜM

ı

Andy Arena gece yarısı Frederikshavn rıhtımına gidip eski, san Vosvos’unu söylenildiği gibi liman amirinin metruk barakasının bulunduğu sokağın karşısına park etti. Kimsenin gözetlemedi­ğinden emin olunca arabayı kilitledi, yolun karşısına geçti ve yine kendisine söylenildiği gibi spor çantasıyla birlikte barakanın yanında bekledi.

En sevdiği şarkı Jimmy Buffett’den “Kırkında Gösteren Bir Korsan” olan otuz dokuz yaşındaki barmen Andy, henüz kara yoluyla mı deniz yoluyla mı gideceklerini bilmiyordu. (Epp’ler bu noktada kasten belirsiz davranmışlardı.) Fakat hangi yoldan olursa olsun fark etmiyordu, heyecanına güçlükle hâkim ola­biliyordu. Çok gizli planlar, bir gece yarısı randevusu, mumlu bez üzerine elle çizilmiş bir harita, gömülü define; Elleri boş dönseler bile, sırf maceranın kendisi harcayacağı zamana ve gireceği zahmete değerdi.

Ne olursa olsun, kaybedecek bir şeyi yoktu. Yeni ortakları masrafları paylaşmayı veya ortaya güvence parası koymasını istemiş olsalardı bile Arena Ana’nın küçük oğlu dünkü çocuk değildi. Fakat Epp’lerin bütün gerekli gördükleri sadece Andy’nin ağzının sıkı, sırtının da sağlam olması gibi görünüyordu. Buna karşılık, elde edebildikleri takdirde net hâsılatın yüzde onunu ödemeye hazırdılar.

12.05’te camları perdeli, beyaz bir Dodge minibüs yanaştı. Andy kapıyı yana çekerek açtı, çantasını arkaya fırlatıp minibüse bindi. Arkada koltuk yoktu. Andy üzerine oturmak için boş bir plastik kovayı ters çevirdi ve arkadaki diğer adamı başıyla dostça selamladı. Sadece Bennie olarak tanınan, yaşı belli olmayan bir Endonezyalıydı. Arka kapının yanında çömelmiş olarak duru­yordu. Andy, Epp’lerle Bennie arasındaki ilişkiyi hiçbir zaman anlayamadı. Görünüşte onlann hizmetkârıydı ama çukur ve her an tetikte olan gözleri, kırışık yüzü ve temkinli tavırları Andy’ye bundan daha fazlası olduğu izlenimi uyandırıyordu.

Sıska ve sakallı Doktor Phil Epp yolcu koltuğunda arkasına dönerek, “Burada olduğunu bilen var mı?” diye sordu. Sakalı, şu bıyıksız Abraham Lincoln modelindendi. Lincoln’ü biraz andırı­yordu, ama daha çok Andy’nin fotoğraflarını gördüğü çılgın, yaşlı John Brown’a benziyordu, özellikle de göz çevresi. “Beklediğini kimse gördü mü?”

“Negatif ve negatif.”

Kırklı yaşlarının başlarında, iri göğüslü bir kadın olan Doktor Emily Epp, “Patronuna ne dedin?” diye sordu. Kocasından rahat yirmi yaş daha gençti. Kızıl saçları, gri gözleri, geniş, seksi ağzı ve hokka gibi burnuyla direksiyonun arkasındaydı.

“Ona bir şey söylemem gerekmiyordu. Zaten Pazartesi ve Salı benim izin günlerim.”

“Ya kız arkadaşın? Bir kız arkadaşın var mı?” Dikiz ayna­sını ayarladı. Böylece Andy’nin yüzünü görebilecekti. Andy ise onun sadece alttaki göstergelerin yeşil ışığıyla tuhaf bir şekilde aydınlanmış, hafifçe dışa doğru çıkık gözlerinin bir yansımasını görebiliyordu.

“Özel biri yok.”

Phil, “Bir barmen olarak bir sürü karı götürdüğüne bahse girerim,” dedi.

Andy, zamanında, barda yeterince övünmüştü ama tam ola­rak çözemediği nedenlerle bu ikisiyle seks hayatını konuşmak kendisini biraz… nahoş hissettirmişti. Alışılmadık bir kelime olarak aklına gelen buydu. “O halde nereye gidiyoruz? Şimdi bana söyleyebilirsiniz, öyle değil mi?”

“Al, bana sen söyle.” Phil ona meşhur haritayı uzattı veya daha doğrusu fotokopisini. Andy ye orijinalini yalnızca bir kez göstermişlerdi; geçen hafta ve o da sadece arkasından.

“Şey gibi görünüyor… Tamam, kesinlikle St. Luke. Tabii ki sırf teknede olmadığımız için bile bunu tahmin edebilirdim.” Emily, “Hadi bul Einstein,” dedi.

“Tamam… Peki, burası Fred’ın Limanı…” Phil koltuğunun arkasından eğilirken Andy işaret parmağıyla kuzey kıyısını ve sonra da doğuyu takip etti. “İşte Carib Uçurumu da burada. O halde… Kaçakçı Koyu’na gidiyor olmalıyız?”

“Ve şimdilik bütün bilmen gereken bu.” Phil kıllı bir elle haritayı kaparak tekrar katladı ve çok cepli, uzun kollu safari gömleğinin ceplerinden birinin içine sokuşturdu.

Sessizlik içinde, Andy’nin parmağıyla takip ettiği saat yönündeki kıyı rotasında yollarına devam ettiler. O gece ay yoktu fakat yıl­dızlar Karayip’e özgü bir parlaklıktaydı. Andy üzerine oturduğu kovayı minibüsün sol tarafına kaydırdı, (St. Luke kanunları ve geleneklerine göre yol iki şeridin solundan ilerlerdi) yan camın perdelerini aralayarak burnunu cama yapıştırdı. Dosdoğru aşağı baktığında Carib Uçurumu’nun dibinde kıyıya vuran köpüklü dalgalardan oluşan ince beyaz çizgiyi görebiliyordu. Buraya Carib Uçurumu deniliyordu çünkü dört yüzyıl önce o azdı, bahtsız Ca­rib kabilesinin son üyeleri, İspanyollara esir olup Dominik altın madenlerinde çalışmaya gönderilmektense erkekleri, kadınları ve çocuklarıyla, bu uçurumdan atlayıp ölmüşlerdi.

Andy perdeyi tekrar kapatarak, “Siz hiç uçurumun dibinde kazı yaptınız mı?” diye sordu. Epp’ler kan-koca bir antropolog ve/veya arkeolog ekibiydi. Andy arada bir fark varsa da, bunu hiçbir zaman tam olarak anlayamamıştı.

Emily omzunun üzerinden ona sıntıp kırık ön dişini göste­rerek, “Ah evet,” dedi. “Aşağısı tam bir kemik mezarlığı.” Sanki iyi bir şeymiş gibi söylemişti bunu.

Phil, “Tatlım, gözlerini yoldan ayırma, yoksa bizim kemik­lerimiz de aşağı, onlarınkilerin yanına gidecek,” diye uyardı.

Emily neşeyle, “Ve bu da arkeolojiyi bir dört yüzyıl sonra nasıl da içinden çıkılmaz hale getirirdi!” dedi. Ve sonra Andy’ye, “Biz aslında Caribleri araştırmak için St Luke’a gelmiştik. Onlarla ilgili en iyi şey ne biliyor musun? Onların soyunun tamamen tükenmiş olması: Onların soyundan gelenlerin olma ihtimali yok; kemiklerle uğraşırken sorun çıkaracak kimse yok.”

Otoban bir dizi virajla tepeden aşağı doğru indi. Bennie dengesini sağlamakta hiç zorlanıyormuş gibi görünmüyordu ama Andy’nin kovası altında kayıp duruyordu. Ayakları şanzıman tümseğinin her iki tarafında, elleri yolcu koltuklarının arkasında, neredeyse iki büklüm eğilmiş olarak ayağa kalktı ve deniz seviyesine inene kadar yolun kavislerinde sörf yaptı.

Zehirli manşinel ağaçlarıyla çevrili, yıldızlarla aydınlanmış geniş bir lagün olan Kaçakçı Koyu’nu geçtikten birkaç dakika sonra, Emily aracı epeyce yavaşlattı. Phil başını camdan dışarı uzattı. “Orada!”

Sağ tarafta tüy gibi hafif, rüzgârla şekillenmiş bir divi-divi ağacı sapağı işaret ediyordu. Emily direksiyonu ani bir hareketle çevirdi; minibüs otobandan çıkarak iç kısımlara doğru giden belli belirsiz bir tekerlek izini takip etmeye başladı. Sonra tekrar batıya, yağmur ormanı tepelerine doğru yöneldi.

İzler, orman üstlerini örtüp yıldızlardan gelen ışığı kapattıktan kısa bir süre sonra bitti. Emily farları kapatıp kontağı kapattı. Bir müddet sonra ormanın sesleri tekrar duyulmaya başladı. Firavun fareleri ve avlan çalılıklarda hışırdıyor, gececil kara cadı papağanlan ormanın yüksek çatısında çığlıklar atıyordu. Fakat Andy gözlerinin karanlığa alışması için boş yere bekliyordu.

Phil, “Kokuyu duyuyor musun?” diye fısıldadı.

Andy kokladı. “Şey gibi kokuyor… Juicy Fruit çikletleri gibi.”

Phil güldü ve Andy’nin yüzünden sadece beş, on santim mesafede sallandırdığı çikleti onun burnuna değdirdi. Bu kadar karanlıktı.

Bennie palasıyla yol açtı. Emily ve Phil takip ettiler. Her üçü de kırmızı lazer ve beyaz LED ışığı veren son model madenci kaskları takmışlardı. Andy alet edevatları taşıyarak arkadan takip edi­yordu. Yola çıkmadan önce üstlerine böceksavar ilaç sürmüşlerdi. Fakat Andy, böcekler pek de geri çekilmiş gibi görünmüyorlar, diye düşündü -en ufak bir rahatsızlık duymamışlardı.

Birkaç yüz metre sonra yıldızlar tekrar ortaya çıkarak göz kırpmaya başlamıştı. Burası, bir yangın ya da ağaçların kesilmesi sonucu tekrardan ağaçlandınlan bir alandı, karmaşık ve alçaktı. Mağara kompleksinin girişi sadece bir metre yükseklikteydi.

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. İki Ateş Arasında ~ Monica McCartyİki Ateş Arasında

    İki Ateş Arasında

    Monica McCarty

    “Duvar kağıdı gibi görünen tarihi aşk romanlarından bezmiş okuyucular bu kitapta hem romantizmin doruğuna çıkacaklar hem de İskoçya’nın tarihi derinliklerinde seyre dalacaklar.” Publishers Weekly...

  2. Sen Gittiğinde ~ Gayle FormanSen Gittiğinde

    Sen Gittiğinde

    Gayle Forman

    Her şey bitti derken… Sadece bir tesadüf yetebilir… “Ben bir nehrin akıntısına kapılmıştım, o ise kıyıda kalmıştı.” Adam’ın, Mia’yı aşkıyla hayata döndürmesinin ve Mia’nın,...

  3. Hüznün Gölgesinde Aşk ~ Susan MalleryHüznün Gölgesinde Aşk

    Hüznün Gölgesinde Aşk

    Susan Mallery

    Aşkla açılan gözler, gerçekler karşısında körleşebilir mi? Izzy, Titan kardeşlerin en cesurudur. Ama bir petrol kuyusunda gerçekleşen patlama yüzünden neredeyse kör olur. Patlamanın bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur