İki yabancı… Tutkunun yönettiği, kalp atışlarını hızlandıran bir ilişki… Kurallara uymaya hazır mısınız?
80 Gün serisinin Üçüncü kitabı Nefesinizi Kesecek Bir Aşk Hikâyesi…
Dünyaca ünlü kemancı Summer Zahova, onun için her şeyin başladığı şehre, Londra’ya döner. Yalnız ve özgür bir kadın olan Summer, bu zevk düşkünü şehirde tutku dolu ilişkiler yaşar. Genç kadının paha biçilmez kemanı çalındığında, kader zengin ve karizmatik Dominik’i tekrar karşısına çıkarır. Aralarında hâlâ var olan çekimi ne Summer ne de Dominik inkâr edebilir ama geçmiş izlerini bırakmıştır. Aşk ve tutkunun her zaman bir arada olamayacağını ikisi de bilmektedir. Summer ateşle oynarsa yanacağını biliyordur ama reddedilmesi çok zor zevkler de vardır…
Summer ve Dominik nihayet önlerindeki engelin üstesinden gelebilecek mi? Summer mantığının mı, yoksa kalbinin mi sesini dinleyecek?
“Grinin Elli Tonu’nu sevdiyseniz merak uyandırıcı, tutku dolu bu serinin bağımlısı olacaksınız. Vina Jackson bu işi kesinlikle biliyor.”
Book Diva
“Ustaca.”
Stern
“Bir kadının arzularının tek renginin gri olmadığını ve elliden fazla tonu olduğunu görmek rahatlatıcı!”
Belle de Jour
“Nefesinizi kesecek bir aşk hikâyesi.”
Look
“Kalp atışlarınızı hızlandıracak, aklınızdan çıkmayacak ve duyularınızı harekete geçirecek bir seri.”
Orion
***
1
Koşmak
Ayaklanın kalbimin temposuna ayak uyduruyordu.
Central Park beyaza bürünmüştü. Park nispeten sessiz olmasına rağmen sere serpe önümde uzanan şehrin her yandan etrafımı sardığının farkındaydım. Şehir, tam ortada sıkışıp kalan küçük bir toprak parçasıyla kocaman, açık bir el gibiydi. Çimlerin üzerindeki ayak basılmamış geniş kar örtüsünü çevreleyen binalar, kirli parmaklar gibi gökyüzünü işaret ediyordu. Kar hâlâ taze ve toz halindeydi ve ayaklarımın altında hafifçe ezildiğini, basışımı yumuşattığını hissedebiliyordum. Parktaki renk eksikliği diğer duyularımı kuvvetlendirdiği için doğaüstü bir varlığın dokunuşu gibi tenime değen kuru ve dondurucu havayı hissedebiliyordum. Nefesim sigara dumanı gibi yüzümün önünde buharlaşıyor, soğuk hava boğazımı yakıyordu.
Dominik’in kitabını Broadway’in aşağısındaki Shakespeare & Co.’da gördükten sonra bir ay boyunca her gün koşmuştum. Simon’un dikkatli bakışlarından sakınıp evde yalnız olduğum nadir zamanlarda kitabı hızlı hızlı okuyordum.
Dominik’in eserini okumak garip bir duyguydu. Kadın kahraman bana çok benziyordu. Bazı sohbetlerimizi diyaloglara eklemiş, küçük bir kasabada büyümenin baskıcı doğası ve bundan kurtulma çabama dair ona anlattığım çocukluk anılarıma da yer vermişti. Kahramanı da benim gibi kızıl saçlıydı.
Kitabı okuduğum süre boyunca Dominik’in sesini de zil kadar net bir şekilde duyabiliyordum. Üslubu, okuduğunu bildiğim kitaplardan ve sevdiği müziklerden bahsetmesi…
Ayrılmamızın üzerinden iki yıl geçmişti. Birbirimizi fena halde yanlış anlamıştık ve gururumun beni alt etmesine izin vermiş, bugün bile pişmanlığını hissettiğim bir şey yaparak onu terk etmiştim. Aramızdaki gerginliği düzeltmek için tekrar dairesine uğradığımdaysa gitmişti. Kapı aralığından içeri baktığımda tek gördüğüm bomboş bir oda ile kapıda birikmiş postalarıydı. O günden beri ondan haber almamıştım.
Ta ki koşu ayakkabısı almak için Manhattan’a gidip bir kitapçının vitrininde kitabım görünceye kadar. Merakla kitabı karıştırmış, çalkantılı ilişkimize ve kötü şekilde ayrılmamıza rağmen kitabı bana adamasına şaşırmıştım: “S.’ye. Her zaman sevgiyle.”
O gün bugündür başka bir şey düşünemiyorum.
Koşmak, duygulan vücudumdan atma yöntemim olmuştu. Özellikle kış aylarında, yerler karala kaplanıp sokaklar her zamankinden sakin olduğunda. Kışın Central Park kardan bir çöle benziyordu, bir saatliğine şehrin keşmekeşinden kurtulabileceğim bir yerdi.
Simân’dan uzakta, düşünmeye firsat bulduğum bir yerdi ayrıca.
Onunla ilk tanıştığımı* Gramercy Senfoni Orkestrası’nı yönetiyordu hâlâ.
Üç yıl önce katıldığım yaylı çalgılar bölümünde Dominik’m bana hediye ettiği Bailly kemanı çalıyordum. Simön orkestra şefiydi ve onun himayesinde kendimi büyük ölçüde geliştirmiştim. Beni solo çalmaya teşvik edip bir ajansla tanıştırmıştı. Şu zamana kadar da birkaç defa turneye çıkmıştım ve bir iki albüm kaydım piyasaya sunulmuştu.
İlişirimiz profesyonel boyutta olsa da zaman zaman cilveleştiğimizi inkâr edemem. Simon bana âşıktı, bense onu caydıracak hiçbir şey yapmıyordum ama Dominik’le tartışmamıza kadar onunla aramda bir şey geçmemişti. Turneye çıktığım dönemdi ve gidecek başka yerim yoktu. Prova yapma imkânı da sunan Lincoln Centre yakınlarındaki, Simon’un otelden daha kullanışlı ve konforlu evinde kalmaktan başka seçeneğim de pek yoktu.
Ama sonra Dominik ortadan kaybolmuş, Simonla geçirdiğim birkaç gün, birkaç yıla dönüşmüştü.
Bu ilişkiye de kolaylıkla ayak uydurmuştum. Simon sıkıntı vermeyen biriydi ve ondan hoşlanıyordum, hatta sevdiğimi bile söyleyebilirim. Arkadaşlarımız ilişkimizi heyecanla karşılamıştı. Çok da mantıklıydı, genç orkestra şefi ile gelecek vaat eden keman virtüözünün aşkı. Azimle yalnız kaldığım ya da arkadaşlarım ve ailemin doğru kişi olduğuna dair şüpheleri olan adamlarla geçirdiğim yılların ardından aniden uyumlu birine dönüşmüştüm.
Kendimi kabul gören, normal biri gibi hissediyordum.
Provalar, konserler, kayıt stüdyoları, ilk ve ardından ikinci albümümün çıkma heyecanı arasında hayat akıp gidiyordu. Arkadaşlar ve akrabalarla geçirilen keyifli partiler, Noel’ler ve Şükran Günü yemekleri eksik olmuyordu. New York’un müzik alanındaki en parlak çifti olarak birkaç dergide de boy göstermiştik. Came- gie Hall’daki bir konser çıkışında fotoğrafımız çekilmişti. El ele tutuşmuştuk ve başımı Simön’un omzuna yaslamıştım, dalgalı kızıl saçlarım onun gür siyah buklelerine karışmıştı. Sırtı açık, uzun, siyah, kadife bir elbise giymiştim.
Hampstead Heath’deki açık alanda Dominik’e ilk kez Vivaldi’nin Dört Mevsimi’’ni çalarken giydiğim elbiseydi bu.
Dominik’le bir anlaşma yapmıştık. Kendi kemanım Tottenham Court Road metrosundaki kavgada kırıldığı için bana yeni bir keman alacaktı, karşılığında da ona kırda keman çalacaktım. Bir sonraki özel performansımızdaysa tamamen çıplak çalmıştım. Bu bir yabancıdan gelebilecek utanmazca bir istekti ama bu fikir o zamanlar açıklayamadığım bir şekilde beni heyecanlandırmıştı. Dominik bende, benim kendimde henüz göremediğim bir şey görmüştü. Henüz keşfetmeye bile başlamadığım ahlaksızlık ve arzu. Bana hem zevki hem de acıyı tattıran yanım.
Gerçekten de sözünde duran Dominik eski, kırık kemanımın yerine bana Bailly aldı. Provalar için yedek kemanlarım olsa da o günden beri bütün konserlerde o kemanı çalıyorum.
Simön bana yeni bir keman almak istedi. Daha berrak tonlu modem enstrümanları daha çok seviyordu ve yeni bir şeyler denememi istiyordu. Hayatıma hâlâ bir şekilde renk veren Dominik’e dair her şeyden arınmamı istiyordu sanld. Bailly’yi değerinin on katı fiyatına değiştirmem için sponsor ve enstrüman üreticilerinden teklifler de alryordum tabii ki.
Ama Dominik’m hediyesi benimle çok uyumluydu. Başka hiçbir enstrümanda aynı ton yoktu, hiçbiri elime onun gibi oturmuyor, çenemin altında mükemmel biçimde durmuyordu. Bailly’yi çalmak kaçınılmaz olarak aklıma Dominik’i getiriyor, Dominik’i düşünmek de beni kusursuzca çaldığım o yere götürüyordu. Zihinsel olarak gözden kaybolma oyunu; bedenim zihnimden arınıyor, aklım bir hayale dalıyor. Müziğin canlandığı ve artık çalmanla gerek kalmayan bir hayal bu. Yayı tutan elim benim yerime tellere dokunurken ben hayallerime dalabiliyorum.
Bir kadın şaşkınlıkla bana bakıyordu. Soğuktan korunmak için şapkasını sıkı sıkı kafasına geçirdiği kalın bir palto giymiş, yine sıkı sıkı sarıp sarmaladığı bir çocuğun içinde olduğu parlak mavi bir çocuk arabasını itiyordu. Baştan ayağa yansıtıcı çizgili, parlak san termal eşofman giymiş erkek bir koşucu yanımdan geçerken beni tanımış gibi bir bakış attı.
Noel’de Simon, diğer hediyelerin yanı sıra bana koşu kıyafeti de almıştı. Sanırım bu koşmak yerine spor salonuna gitmem için dırdırlanmayı kesmeye niyetli olduğuna dair bir işaretti. Simon, Central Park’ta koşmamdan nefret ederdi, özellikle de sabahın erken, akşamın geç saatlerinde. Central Park’ta koşan kadınların saldırıya uğrama istatistiklerini bulmuştu. Özellikle de sarışınsanız, saçınızı atkuyruğu yapıyorsanız ve pazartesi sabahı saat 06.00’da koşuyorsanız. Kızıl saçlı olduğum ve yataktan asla saat 06.00’da önce kalkmadığım için bu maddelerin bana uymadığım söylesem de dırdırlanmaktan vazgeçmiyordu.
Bana güzel tasarımlı termal eldivenler, onlara uygun uzun bir pantolon, tişört ve mont, bir de kısa süre önce kendime bir çift almış olmama rağmen dükkânlardaki en pahalı koşu ayakkabılarını almıştı.
“Buzda koşuyorsun, ayağın kayar,” demişti.
Onu mutlu etmek için ayakkabıları giyiyordum ama fiyakalı görünsün diye beyaz bağcıkların yerine kırmızı bağcık takmıştım. Eldivenleri de takıyordum. Ama termal eşofman üstünü genellikle evde bırakıyordum. Kışın bile atletle koşmayı tercih ediyordum başta korkunç soğuk oluyordu. Rüzgâr tenimi ısırsa da bir süre sonra ısınıyordum. Üstelik temiz havayı ve beni daha hızlı koşmaya teşvik eden soğuk rüzgârı hissetmek hoşuma gidiyordu.
Eve döndüğümde tenim kaçınılmaz biçimde parlak, kırmızı bir tona bürünür, parmaklarım soğuktan yanmış gibi şişerdi.
Simön beni ısıtmak için kollarının arasına alıp öper, cildim acıyana kadar çıplak kollarımı ve omuzlarımı ovalardı.
Venezuelalı atalarından aldığı kahverengi teni, kocaman kara gözleri, gür ve kıvırcık saçtan, iri yan vücudu, yani her şeyi sıcaktı. Boyu neredeyse bir seksen beşti ve birlikte yaşamaya başladığımızdan beri düzenli olarak kilo alıyordu. Şişman denemezdi ama birlikte akşam yemeği yememiz ve kanepede otunıp DVD izlerken birkaç şişe şarap içmemiz sayesinde zayıflığı gitmiş, iri kıyım birine dönüşmüştü ve vücudunun dolgunluğu da ona ayrı bir yumuşaklık vermişti. Göğsü, seviştikten sonra yatakta uzanırken elimi arasında gezdirmekten hoşlandığım siyah ve gür bir kıl kitlesiyle kaplıydı.
Fazlasıyla erkeksi bir tipi vardı ve tavırları sevgi doluydu. Birlikte geçirdiğimiz iki yıl köpüklü bir küvette dinlenmeye benziyordu. Onunla ilişki yaşamak yorucu bir iş gününün ardından eve gelip penye pijamalar ile eskimiş çorapları giymek gibiydi. Sizi sorgusuz sualsiz bütün kalbiyle seven bir adamla birlikte olmak gibisi yoktu. Simonla birlikteyken sevildiğimi, korunduğumu, yatıştığımı hissediyordum.
Ama bir yandan da sıkılıyordum.
İlişkimizdeki gizli kalmış tatminsizliği bastırmak için kendimi hobilere vermiştim. Deli gibi çalışıyordum. Kemanımı, her performans son performansımmış gibi çalıyordum. New York maratonuna katılmıştım. Koşuyordum, koşuyordum, sürekli koşuyordum ama her defasında tekrar eve dönüyordum.
Dominik’in kitabınıokuyana kadar.
O zamandan sonra Dominik’in sesini neredeyse sürekli aklımda duyar olmuştum.
Önce romanındaki kelimeler; okumuyordum da sesli kitaptan dinliyordum sanki.
Ardından anılar dalga misali yükseldi.
İlişkimiz seksle renklendirilmişti ama Simonla paylaştığımız sevgi dolu ve düzenli cinsellikten farklıydı bu.
Dominik, ortalamanın üzerindeki karanlık arzuların adamıydı ve onunla birlikteyken hayatıma ışık saçılmış gibiydi. Daha önce hayalini bile kurmadığım fantezileri Dominik’le birlikte gerçeğe dönüştürmekten çok zevk alıyordum. Başkalarının lafını bile etmediği şeyler yapmamı istiyordu onun için. Vücudumu kendi zevki için kullanmasına izin vermem, dışarıdan bakan birine bana hükmetmesine izin veriyormuşum gibi görünmesine rağmen aslında suç ortağı olduğumuz, fiziksellikten çok ruhsallığın ağır bastığı bu garip oyuna katılmam onun maceraperestliğinden çok dayatmacı tavrından kaynaklanıyordu.
Sim6n cinsel yönden Dominik’in neredeyse tamamen tersiydi. Üstte olmamı seviyordu ve birlikte geçirdiğimiz akşamların çoğunda ona yaslanıp aklımı işle ilgili düşüncelerden, alışveriş listelerinden ya da gözlerimi yatak başının arkasındaki parlak beyaz duvara bakmaktan uzak tutmaya çalışıyordum.
Pantolonumun cebindeki telefonum çaldığında şaşkınlıktan buzlu yolda neredeyse düşüyordum. Telefon numaranı çok az kişide vardı ve beni pek fazla arayan olmazdı. Arasa arasa Simon ya da menajerim Susan arardı ama Simon koştuğumu badiğinden, Lexington ile 56. Cadde’nin köşesindeki şarküteriden kahvesine babnp yemeği sevdiği şekerli çörek gibi kahvaltılık bir şeyler almamı istemediği sürece aramazdı.
Eldivenlerimden birini aceleyle çıkardım. Ellerim o kadar üşümüştü ki telefonu güçlükle tutabildim. Kimsenin numarasını telefonuma kaydetmemiş olsam da Yeni Zelanda numarası olduğunu anlamıştan.
Biraz korkuyla “yanıtla” tuşuna bastım. Ailemle nadiren telefonda konuşurdum. Sürekli iletişimde olan tiplerden değilizdir ve e-posta ile Skype’i tercih ederiz. Üstelik de orada geç bir saat olmalıydı.
“Alo?”
“Selam Sum, nasıl gidiyor?”
“Fran?”
“Sesimi tanımayacak kadar uzun zaman geçti deme sakın bana ufaklık.”
“Tabii ki tamdım, yalnızca aramam beklemiyordum. Orada saat kaç?”
“Uyuyamadım, Düşünüyordum.”
“Sakın alışkanlık haline getirme.”
“Ziyaretine gelmek istiyorum.”
“NewYork’a mı?”
“Açıkçası Londra’yı tercih ederdim ama denize düşen yılana sarılır. Te Aroha’dan sıkılmaya başladım.”
Bunlar ablamın ağzından dökülmesini hiç beklemediğini sözlerdi. Doğup büyüdüğümüz Te Aroha’ya tutunup kalmıştı ve bana göre hiç de kasaba insanı değildi. Buna rağmen hayatı boyunca, yaklaşık otuz yıldır orada yaşıyordu. Liseden sonra yerel bir bankada çalışmaya başlamıştı. Aşağı yukarı on iki yıldır aynı işyerindeydi. Veznedar olarak başlamış, ekip liderliğine, ardından da finans danışmanlığına yükselmişti ama kurum içinde verilenin dışında resmi bir eğitim almamıştı. Her ne kadar okulu ilk yılımda bırakmış olsam da ailede üniversitenin kapısından giren tek kişi bendim.
Onu kolayca gözümde canlandırabiliyordum. Burada cumartesi sabahı olduğuna göre, orada cumartesi gecesiydi. Kot şortu, parlak renkli yırtık tişörtü ve seksenlerin punk stili saçıyla evinde oturmuş, ellerini kırpık san saçlarında gezdirerek ya da perçemlerini parmağına dolayarak sürekli kıpırdanıyordu. Orada yaz ortası olduğuna göre hava muhtemelen sıcaktı ama onun evinde sürekli bir hava akımı vardı ve sanki bütün kasaba dağın gölgesinde kalmış gibi Te Aroha hep soğuk olurdu.
“Nereden çıktı bu fikir?” diye sordum ona. “Sonsuza dek orada kalırsın sanıyordum.”
“Hiçbir şey sonsuza dek sürmüyor, değil mi?”
“Evet, haklısın ama senin adına büyük bir değişim. Bir şey mi oldu?”
“Sana söylemeli miyim, bilmiyorum. Annem söylemememi tembihledi.”
“Ah, Tanrı aşkına, artık söylemelisin. Beni merakta bırakamazsın.”
Koşmayı bırakıp hızlı yürümeye geçmiştim ve buzun üzerinden hızla geçtiğim koşma devinimi olmadan her adımımda kayıyordum, ısınmamı sağlayacak kadar güç harcamadığım için…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) +18 Kitaplar Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap Adı80 Gün Aşkın Rengi
- Sayfa Sayısı336
- YazarVina Jackson
- ÇevirmenSolina Silahlı
- ISBN9786053430803
- Boyutlar, Kapak13 x 21 cm , Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2013-11
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sherlock Holmes – Suç Detayda Saklıdır ~ Sir Arthur Conan Doyle
Sherlock Holmes – Suç Detayda Saklıdır
Sir Arthur Conan Doyle
Bir kadının sezgileri bazen en mantıklı çıkarımlardan bile daha değerli olabilir. Karmaşık beyinleriyle art arda sıraladıkları senaryoları mutlaka dikkate alın. Bunlar sizi hiç tahmin...
- Trendeki Yabancılar ~ Patricia Highsmith
Trendeki Yabancılar
Patricia Highsmith
“Bruno bozulmuştu, karşı kaldırıma geçti, gerisingeri birkaç adım attı. Durdu, döndü, dudaklarını ısırarak inceledi evi. Görünürde kimse yoktu, köşedeki evin verandasındakinin dışında bütün ışıklar...
- Bir Şey Olduğu Yok ~ Kevin Wilson
Bir Şey Olduğu Yok
Kevin Wilson
Lillian ve Madison’ın yatılı okulda başlayan beklenmedik dostlukları, Lillian’ın olaylı bir şekilde okulu terk etmesiyle mektuplara kalmıştı. Ta ki yıllar sonra yine bir mektupla...