İki elimi de ikisinin göğsüne koydum. Sağ elim sıcak kalp atışıyla yanarken, sol elim buz gibi soğuk kaslı göğüste donuyordu. Aralarında yaklaşık iki adımlık mesafe vardı ve o mesafeyi de ben dolduruyordum.”
Daha dün inanmadığım bir dünyanın aslında tam ortasında olduğumu öğrendim. Keşfedeceğim sırları,efsaneleri, benden saklanmış gerçekleri de unutmamak gerek. Büyük bir patlamayla eski dünyamı yenisine bıraktım. Bana yeni dünyamı öğreten, bir o kadar da bu dünyayı benden saklayan kişi ağabeyim Jack ‘ti. Ateşi kontrol edebilmem yetmiyormuş gibi iki mezhebi birbirine bağlayan büyük bir gücüm var. Ben Jasmine Nova işte bu benim hikayem…
İşte size sır labirentiyle çevrelenmiş gerçek bir macera, okuyun ve kaybolmaya hazır olun…
-Eserin başındaki efsane bir harika ve modern öyküyle bağı çok kuvvetli, güzel kurgulanmış… Keyifle okunacak bir roman… (Başak İngin- Edebiyat Öğretmeni…)
***
Merhaba!
15 yaşında lise öğrencisiyim. Sizlerle böyle bir ortamda buluştuğum için çok mutluyum. Bu yaşta bir çocuk nasıl kitap yazar diye şaşırdınız değil mi? Sizde benim kadar çok kitap okursanız emin olun bu bir yerden patlak verecektir. İlkokulda Gülten Dayıoğlu serileriyle başlayan okuma maceram sonraki yıllarda P.C. Cast/ Kristın Cast, Becca Fitzpatrick, Ulysses Moore, Cassandra Clare, Jennifer L. Armentrout, Suzanne Collins, Rick Riordan, Aprillynne Pike … Bu yazar isimleri daha uzar, gider. Bütün çıkan fantastik film ve fantastik romanları takip eder, okur ve kütüphanemin baş köşesinde saklarım. Kitap okuma alışkanlığımın sınırı yoktur. Tenefüste arkadaşlarım dışarı çıkarlarken ben kitap okurum. Boş derslerde, öğlen aralarında, arabada, alışverişte, yatmadan önce, kalktıktan sonra sürekli okurum. Hem de bazen okuduğum kitapları tekrar tekrar okurum. Sakın palavra attığımı sanmayın mutlaka çevrenizde benim gibi kitap takıntılıları vardır.
Şimdi siz bu romanı nasıl yazdığımı merak ediyorsunuz? Minicikken, televizyonda sürekli üstün güçleri olan kahramanların çizgi filmleriyle başladı benim hayal dünyam. İsim vermeyeyim, mutlaka sizde izlemişsinizdir. Oyun oynarken bile sürekli aynı karakter olurdum. (Bloom) Kendimi hep onların yerine koyar, süper güçlerimin olduğunu hayal ederdim. Yine aynısını yaptım. Ama bu sefer kendi hayal dünyamdaki kahramanları kendim oluşturdum. Onlara en derin arzularımı, hayallerimi, düşüncelerimi, isteklerimi kattım. Hayalimdeki üstün yetenekli kızları, erkekleri, arkadaşlık entrikalarını, okul yaşantılarını yarattım. Sonra kalemimi 7. sınıfta defterime dokundurdum. Böylece hayal dünyamı gerçeğe dönüştürdüm. Kitabımı yazdıkça oradaki kahramanlara dönüşüyor, sanki sonunu bilmediğim bir kitabı okuyordum. Rüyalarımda gördüklerimi hemen defterime karalıyor, sonsuz resimler çiziyordum. Kafamda tasarladığım her şeyin önce resimlerini çizdim. Karakterler, süper güçleri, okul, derslikler, kaldıkları odalar, mekân, kullandıkları eşyalar. Hemen hemen her şeyin resmini çizdim. Sonra onları betimleyerek kelimelere döktüm. 7. sınıftan beri yazdığım, her gün yeni bir anlam kattığım defterim, benden hiç ayrılmadı. Bazen yeni bölümler yazdım sonra beğenmeyip karaladım.
İşte sonunda bitirdim. Artık kendi hayal dünyamın kusursuzlaştığını düşündüğüm zaman, herkesin bu dünyayı keşfetmesini, bu harika dünyayı öğrenmesini istedim. Karşınızda 15 yıldır izlenen ve okunan fantastik bir dünya. Umarım benim dünyamı keşfederken hayallerimi, düşüncelerimi, isteklerimi anlar, düşlerimde kaybolursunuz.
.
Efsaneye göre Yedi Büyük Ruh, dünyaya kötülüğün iyice yayılmasından ve insanlığı tehdit etmesinden çok sıkılmıştı. Cadılar, iblisler, yakalayıcılar, kötü büyücüler insanlığı tehdit ediyor, onları öldürüyordu. Üstelik bu katliamlar olurken insanlar ne yapacaklarını bilmiyordu, kendilerini savunamıyorlardı. Yedi Büyük Ruh –Ateş, Su, Toprak, Hava, Kan, Gölge ve Ölüm Ruhları insanlığı korumaları ve kötülükle savaşmaları için insanlara koruyucular atamaya karar verdi. Her ruh biri kız, diğeri erkek olmak üzere iki kişiyi kaçırdı. Kaçırılan insanların içlerine kendi ruhlarının bir parçasını koydular ve onlara varlıkları öğrettiler. Görevleri insanlığı kötülükten korumak ve dünyaya barışı getirmekti. Bazı ruhlar insanlığa zarar veren varlıklarla beraber vermeyenlerin de ölmesi gerektiğini savunurken diğer ruhlar insanlara zarar vermeyen varlıkların insanlarla barış içerisinde yaşayabileceklerini savunuyordu.
Öncelikle birlik olan Yedi Ruh anlaşmazlıklara düştüler. Ateş, Su, Toprak, Hava Ruhları bütün kötü varlıkların öldürülmemesi gerektiğini savundular. Onlara dünyada barış içinde yaşamaları için bir şans daha verilebilirdi. Ama Gölge, Kan ve Ölüm Ruhları bu varlıkların kesinlikle öldürülmesi taraftarıydı. Ruhlar iki farklı gruba ayrıldılar. İki ayrı Mezhep oldular. Işık ve Karanlık… On dört çocuk içlerinde bir parça ruhla dünyaya döndü. Birlikte yapamayacakları şey yoktu. Görevleri açık ve netti: İnsanlığa zarar vermeye çalışanları yok etmek. Bunlar ilk Ruh Çocukları’ ydı. Bu çocuklar ilk ruhların içlerine koyduğu ruh sayesinde onların gücünün bir parçasına sahip oldu.
.
Işık Mezhebi’nin çocukları içlerine güç koyan ruhların elementlerine hükmedebiliyordu. Ateş Ruhu’ndan güç alan ateş elementine, topraktan alan toprağa, sudan alan suya ve havadan alan havaya hükmedebiliyordu.
Karanlık Mezhep ise Işık Mezhebi’nden daha güçlü ve tehlikeliydi. İçlerinde hep bir öldürme isteği vardı. Onlara hükmeden içlerindeki bir parça ruh, öldürmek için yanıp tutuşuyordu. Bu da Ölüm, Kan ve Gölge Ruhları yüzündendi. Dünyayı tamamen kötülükten arındırmak istiyorlardı ama bu imkânsızdı. Kötülük ve iyilik arasındaki bağ korunmalıydı. Denge bozulamazdı. Kan Ruhu’ndan güç alan iki çocuk diğer Ruh Çocukları’na dokunduklarında kısa süreliğine güçlerini ellerinden alabiliyordu. Üstelik ikna yetenekleri çok güçlüydü. Gölge Ruhu’ndan güç alan iki çocuk görünmez olabiliyor, nesnelerin içinden geçebiliyordu. Bir de inanılmaz hızlıydılar. Ama en önemli ve en güçlü ruh Ölüm Ruhuydu. Ölüm Ruhu’nun çocukları zihin gücüyle istedikleri varlıkları öldürebiliyor, nesneleri hareket ettirebiliyordu. En güçlü Ruh Çocukları Ölüm Ruhu’nun çocuklarıydı.
Çocuklar kendilerine Ruhlar tarafından verilen görevi yapmaya başladılar. İnsanlara göstere göstere, açıkça yapıyorlardı bunu. İnsanlar önce yadırgasa da sonradan onları kahraman gibi görmeye başladı. Ruh Çocukları kurtarıcıları, koruyucularıydı artık onların. Ruh Çocukları’nı soylular haline getirdi insanlar. Zenginleştirdiler, ünlüleştirdiler. Onları şımarttılar. Karanlık Mezhebin çocukları kendilerini herkesten üstün görmeye başladı. Hatta bu durum öyle bir hal aldı ki kendilerini dünyanın hâkimi sıfatına koymaya başladılar. İstedikleri her şeyi elde edebiliyor, dedikleri anında yapılıyordu. Çocuklar görevlerini aksatıyor, önemsemiyorlardı. Üstelik dünyadaki kadınlarla ilişkiye girip onları hamile de bırakıyorlardı. Doğan çocuklar babalarının güçlerini alıyordu. Bir tür soy oluşturmaya başladılar. Soyadlarını da gücünü aldıkları ruhun adını verdiler.
Işık Mezhebindeki Ruh Çocukları görevlerini yapıp insanlığı korurken, Karanlık Mezhebin çocukları gününü gün ediyor, görevlerini umursamıyordu. İçlerine konan ruhun neden konduğunu unutmuşlardı neredeyse. Yıllar geçtikçe Işık Mezhebi de kendilerine eş arayışı içine girdi. İnsan kadınlarla ve erkeklerle evlendiler. Onlarda kendi soylarını oluşturmaya başladı. Dünyaya getirdikleri her bebek artık Ruh Çocuğuydu. Genetik olarak annesinden ya da babasından geçen güç onların da içinde vardı. Anne ve babalarından hangisinin gücü varsa bebeklere de o güç geçiyordu.
.
Yüzyıllar geçti. Toprak Soyu’nun 12. dereceden Ruh kızı Annabell ile Gölge Soyu’nun 11. dereceden Ruh çocuğu Rick birbirlerine âşık oldu. Ailelerine evlenmek istediklerini belirttiklerinde onları sevinçle karşıladı aileleri. Soylar birleşecekti. Bütün soyların davet edildiği büyük ve güzel bir düğün yapıldı.
Daha önce iki Ruh Çocuğu hiç evlenmemiş, birlikte olmamıştı. Bu onlar için yeni ve heyecanlı bir keşif olacaktı. Bütün yeni doğan Ruh Çocuklarının ebeveynlerinden biri her zaman insandı. Peki, ikisi de Ruh Çocuğu olursa doğan bebek kimin gücünü alırdı? Annenin mi, babanın mı? Evlendiler, iki yıl sonra beklenen gerçekleşti ve bir oğulları oldu. Adı Ethan olan bu bebek büyüdükçe güçleniyor ve harika bir erkeğe dönüşüyordu. Onların mutluluğunu gören diğer Ruh Çocukları da birbirleriyle evlenmeye başladı. Işık Mezhebi’nden iki kişi evlendi önce. Doğan bebekleri ebeveynlerinden daha güçsüz soya mensup olanının gücünü aldı. Işık ve Karanlık Mezhebin birleşmesinden meydana gelen Ethan ise annesinin soyunun gücünü gösteriyordu. Toprak elementine hükmedebiliyordu. Bütün Ruh Çocukları, Karanlık ve Işık Mezhep’lerinin birleşmesi dâhilinde çocuğun Işık Mezhebine mensup ebeveyninin soyunun gücünü alacağını düşünmeye başladı. Ta ki Ethan 17. yaş gününe basana kadar.
17. yaş gününde aslında Ethan’nın iki soyun da gücünü aldığı ortaya çıktı. Üstelik Ethan diğer Ruh Çocukları’ndan daha güçlüydü.
Ruh Çocukları kendi mezheplerinden ya da insanlarla beraber oldukları zaman çocuk tek bir soyun gücünü alıyordu ama iki farklı mezhebin birlikteliğinden doğan çocuklar iki soyun gücünü de içlerinde barındırıyordu.
Ruh Çocukları ölümsüz değildi ama ilk Ruh Çocukları, işte onlar ölümsüzdü. İlk Ruh Çocukları’na kendi güçlerinden bir parça yerleştiren Ruhlar, kendilerini temsil etmeleri için onlara ölümsüzlük bahşetmişti. Üstelik İlk Ruh Çocukları gücünü aldıkları ruhlarla konuşabiliyordu. On dört kişilik, yedisi kadın yedisi erkek olan İlk Ruh Çocukları kendilerine ‘Asiller’ ismini verdiler ve bir meclis oluşturdular. Ruh Çocukları’nın yöneticileri, efendileri, akıl hocaları ve ruhlarla iletişim halinde kalmalarını sağlayanlardı onlar.
Ruh Çocukları Ethan’ ı Asillerin karşısına çıkarttı. Asiller Ethan gibi birini ilk defa görüyorlardı. Ethan’ ı çok tehlikeli buldular ama onu öldürmediler. Ethan serbest bırakıldı. Ama konsey onu hep izledi. Gözleri uzaktan da olsa hep Ethan’ nın üzerindeydi. Bir süre sonra olaylar unutuldu ya da kimse üzerinde pek düşünmedi. Ethan bütün genç erkeklerin yapacağı gibi bir kıza âşık oldu. Âşık olduğu kişi Hava Soyu’ndan Mary denen bir kızdı. Mary de ona âşık oldu. İlk defa öpüştüklerinde Mary Ethan’ nın kollarında öldü. İçine büyük bir güç dolmuştu Ethan’ nın. Mary’ nin gücüydü bu. Hissediyordu. Asiller bunu kabul etmedi. Ethan’ ı çok tehlikeli bulup, sorgulamadan herkesin önünde öldürdüler. Üstelik Işık ve Karanlık Mezhep’lerin birbirine karışması kesinlikle yasaklandı. Doğan çocuk safkan olarak nitelendiriliyordu. Safkanlar ise normal Ruh Çocukları olan melezlerle ilişkiye girince onları öldürebiliyordu. Melezlerin güçlerini kendilerine çekiyorlardı. Bu engellenmeliydi. Kendi iyilikleri için. Aralarında aşk, temas, istek olmamalıydı.
Asiller bir lanet koydular. Safkan çocuklar mutlaka olacaktı ama öyle bir lanet koymalıydılar ki melezlere dokunup enerjilerini içlerine çekememeliydiler. Zaten güçlü olan safkanlar melezlerin gücünü aldıklarında yenilmez olurlardı. Lanet şöyleydi; “ Melez ya da safkan birbirlerine isteyerek, arzu ederek dokundukları zaman kendilerine yüklü voltajlarla uyarı amaçlı elektrik çarpacaktı. Bu elektrik arkadaşça dokunmalar için geçerli değildi.” Ama eğer bu uyarıyı dikkate almazlar da fiziksel bir temasta bulunurlarsa yapılacak bir şey yoktu. Safkan,melezin bütün gücünü emip onu öldürecekti. Üstelik kendi gücünü de ikiye katlayacaktı. Bu yüzden safkan eğer melezi öper onu öldürürse yakalandığı yerde öldürülecekti. Bu yüzden safkan ve melezlerin bir araya gelmeleri de kesin olarak yasaklandı ve bu olay Ruh Çocukları’ nın tarihinde büyük bir çığır açtı. Hiçbir şey artık eskisi gibi olamayacaktı…
.
Bir Fransız restoranının tuvaletindeydim. Ellerimi lavabonun iki yanına dayamış, aynada kendimi inceliyordum. Sesli bir biçimde söylenmeye başladım: “Jasmine Nova, yeter artık! Sen 16 yaşındasın, 17 olmana da çok az kaldı. Restorandaki yakışıklı erkekler artık seni korkutmamalı.” Aynada kendimi incelemeye başladım. Belime kadar uzanan açık kahve ile sarı karışımı dalgalı saçlarıma, açık mavi gözlerime, zayıf bedenime baktım.
Üzerimde koyu mavi bir bluz, altımda ise kot pantolon vardı. Aklımda dışarıdaki masada oturan ve tuvalete girene kadar bakıştığım yakışıklı gençler… Annem çocuklarla bakıştığımı fark etmemişti. Özellikle de aralarındaki biriyle… Yirmili yaşlarında görünen çok yakışıklı biriydi. Simsiyah saçlara ve bir kuyuyu andıran karanlık gözlere sahipti. Sağ kulağındaki siyah taşlı küpe restoranın loş ışığında parıldıyordu. O siyah atletinin altında tek bir yağ bile olmadığına ve vücudunun tamamen kasla kaplı olduğuna her iddiasına girebilirdim. Masanın altını göremiyordum. Büyük ihtimalle kot pantolon giymişti. Tanrı biliyor ki zaten yüzüne bakmaktan üzerindekileri tam inceleyememiştim. Bu genç çok seksiydi! Tek kelimeyle Uyuyan Güzel ya da Külkedisi masalından çıkmış yakışıklı prenslere benziyordu. Ama ben asla o prensin âşık olduğu prenses olamayacaktım. O sert yüz hatlarının altında çekicilik vardı. Çocuğu düşündükçe yüzüm kızarıyordu. Musluğu açarak yüzüme su çarptım. Hiç değilse şimdi birazcık serinlemiştim. Tuvaletten çıktım. Çaktırmadan arkadaşlarıyla oturduğu masaya doğru baktım. Arkadaşları masadaydı ama kendisi orada değildi. Annemin karşısına oturduğumda nerede olabilir diye düşünüyordum.
“Nerede kaldın? Hesabı bile ödedim. Kalkalım artık.” dedi annem. Sonra onun da hesabı ödemeye gitmiş olabileceğini düşündüm. Doğru tahmin! Çocuk arkadaşlarının yanına geldiğinde elinde bir fiş ve siyah deri bir cüzdan vardı. Arkadaşlarından biri alaycı bir biçimde kolunu onun omzuna attı. “Hadi ama Will, dışarıda daha çok işimiz var.” dedi. Sonra beni gördü, bakıştık. Bu çocuğu bir yerlerden tanıdığıma yemin edebilirim. Bana göz kırpıp gülümsedi. Arkasından arkadaşlarıyla beraber restorandan dışarı çıktılar. Nefesim kesilmişti. Onlar çıkınca, kendimi biraz toparlayarak anneme baktım.
“Anne?” dedim en içten ve sevecen sesimle.
“Bu sırıtışı ve sesi iyi biliyorum. Ne isteyeceksin?”
Anneme gülümsedim. Kırk yaşında olmasına rağmen modellere taş çıkartacak bir yüzü ve bedeni vardı. Annemin tek kusuru ön dişlerindeki çatlaktı. Ama annem o kadar güzeldi ki bu kusur, kendine has bir özelliğe dönüşüyordu. Açık dalgalı kahve saçlarımı annemden, açık mavi gözlerimi ise babamdan almıştım. Biyolojik bir birliktelik olarak ortaya ben çıkmıştım. Güzel olduğumu söyler hep annem, ama bence o kadar da güzel değilim. Özellikle annemin yanında…
“Uzun zamandır lunaparka gitmedik ve restoranın yakınında çok güzel bir lunapark var. Üstelik…” annem lafımı bölmüştü.
“Jasmine, çok yorgunum ve senin de evde tekrarlaman gereken piyano parçaların var. Hem akşamın dokuzu…”
“Ama anne, ikimiz de çok yoruluyoruz. Biraz eğlenmeye hakkımız yok mu sence? Sadece bir geceliğine…” Annem durum değerlendirmesi yapıyordu. Sonra bana gülümsedi.
“Hadi kalk, çantanı da unutma.” Le Cinqer restoranından çıkarken, gözlerimin önünde hâlâ o çocuğun gülümsemesi vardı.
Annemle cadde boyunca kol kola yürüdük. Paris sokakları ışıltılı, insanlarla dolu ve harikaydı. Yanından geçtiğimiz fırınlar sayesinde sokaklar kek kokusuyla doluydu. Burnumdan içeriye hava çekerken kekin Paris sokaklarına ne kadar yakıştığını düşündüm. Sonra lunaparkı gördüm. İçimden bir ses lunaparka girmememizi ve hemen oradan koşarak uzaklaşmamızı söylüyordu. İçimdeki bu sesi kontrol altına almalıydım. Sesi es geçip kafamı yukarı kaldırdım. Kocaman renkli bir tabelada ‘Hoş geldiniz’ yazıyordu.
***
Dönme dolaba bindiğimizde etrafa bakındım. Nefes kesiciydi. Lunapark büyük bir tepenin üstünde olduğundan Paris rahatlıkla görünüyordu. Bir de bu tepenin üstünde kocaman bir dönme dolap vardı. Fransa’ nın tamamen ayaklarımın altında olması nefesimin kesilmesine neden oldu.
“Çok güzel…” sesli düşünmüş olacaktım ki annem bana cevap verdi.
“Kesinlikle gelmemiz iyi olmuş. Bu kekleri yiyebileceğimiz başka güzel yer düşünemiyorum.” Elindeki poşetten iki tane büyük kek çıkarttı.
“İnanamıyorum! Bunlar o beğendiğim kekler mi? Ama bunların çok pahalı olduğunu söylemiştin!” bu kekleri iki gün önce kaldığımız otelin yanındaki pastanede görmüştüm. Annem çok pahalı olduklarını ve bu yüzden onları alamayacağımızı söylemişti… Otelde kalıyoruz, çünkü annemin işi yüzünden sürekli kaldığımız bir ev yok. Annem iç mimar, hem de en iyisinden. Bu yüzden de kaldığım bir ev, arkadaşlarım ve okuduğum bir okul yok. Evde eğitim alıyorum. Zaten annem Paris’e bir günlüğüne geldiğimizi söyledi. Bu güzelliğin tadını çıkarmalıydım.
“Tabii ki de o kekler. Ne zannettin? Güzeller güzeli kızımdan bu kekleri esirgeyeceğim mi? Sürpriz olsun diye öyle demiştim, pahalı olduklarından değil.” Anneme gülümsedim ve diğer elindeki pembe kremalı keki aldım. Afiyetle yerken birbirimize gülümsedik. İçimde bir ses bana bu anın fotoğrafını çekmemi, daha sonra hatırlamak istersem yanımda bulundurmamı söyledi. Bu sese yenik düştüm, haklıydı. Elimi kotumun cebine götürdüm ve telefonumu çıkardım.
“Anne, çekinelim mi?” Annem gülümsedi.
“Çok iyi fikir, hadi gel Jasmine.” Telefonumun flaşı patladığında gözlerim çok kötü oldu. Başım dönüyordu. Geriye doğru yaslandım. Alnımda terlerin biriktiğini hissetmiştim. Annemi net göremiyordum, Çevremdeki insanlar bulanıklaşıp kayboluyordu.
Sadece gökyüzündeki yıldızları görebiliyordum. Annemin, “Görüyorsun değil mi? Yıldızlar buradan harika görünüyor. ” diye söylendiğini duydum.
Dönme dolap döndükçe benim de başım dönüyordu. Annemin, durumumu anlamadığını düşündüm. Yavaş yavaş kendime gelmeye başladım.
Annem elini alnıma dayamış, bir şeyler mırıldanıyordu. Diğer elinde ise bir çakmak vardı. Çakmaktaki ateş nasıl oluyorsa ısınmama ve kendime gelmeme neden oluyordu. Annem sesli bir biçimde bir şeyler dedi. Birden ateş titreşti. İçimde bir ses yankılandı. Bir kızın sesi,
“İyileştir…”
Tam bu sırada dönme dolap durdu. Annem:
“Neler oluyor?” dedi. Etrafa bakındı, aslında bütün lunaparktaki insanlar neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kolumu sıkıca tuttu.
“Jasmine, bir şey yok, iyileşeceksin. Sadece dönme dolap arızalanmış.” Annemin sesiyle birlikte büyük bir patlama duydum. Sanki biri bir şeyi patlatmıştı ve yangın vardı. Annem bana sıkıca sarıldı. Sonra düşme hissi…
Yerde yatıyordum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Yanımda biri olduğunu hissediyordum, çünkü birisi sanki kaçmayayım diye kolumu tutmuştu. Gözlerimi açtım. Ağabeyim Jack elinde bir kılıçla yanımda duruyordu. Kılıçla mı duruyordu? Elinde kılıcın ne işi vardı ki?
“Jack?” dedim. Sesimin çıktığından emin değildim. Ona bağırmayı denemiştim ama sesim bir fısıltıdan fazla çıkmamıştı. Bana bakmadı. Sanki bir şeyi izliyordu. Etrafıma bakındım. Lunapark yanıyordu! Her yer… Dönme dolap yana doğru düşmüştü, bütün oyuncaklar yanıyordu ve herkes çığlık atarak lunaparktan dışarı kaçıyordu. Sonra en son yaşadıklarım aklıma geldi. Dönme dolabın tepesindeyken dolap durmuştu ve sonra… O düşme hissi… Nasıl sağlam bir biçimde yerde yatıyor olabilirdim? Belki de bayılmıştım. Elimi kaldırıp Jack’ in kolunu sıktım. Jack bana baktı.
“Jasmine? Sen iyi misin? Öldüğünü zannettim!” dedikten sonra bana sarıldı.
“Hayır, ölmedim. Senin burada ne işin var? Nasıl buraya geldin? Babamla New York’ ta olman gerekmiyor muydu? “Jack bana gülümsedi.
“Kurallara hayatım boyunca hiç uymadım, bunu sanki bilmiyorsun Jasmine. Yaklaşık bir yıldır görüşmüyoruz ve sen beni hemen unuttun mu?” Sonra bir çığlık sesi Jack’in gülümsemesini kesti.
“Burada kal ve sakın yerinden kalkma!” dedi, beni yerde bırakarak ayağa kalktı. Jack çığlık sesinin olduğu yere gider gitmez yerimden kalktım. Biraz sendeledim ama sonuçta kalkmayı başardım. Sesli bir biçimde söylendim:
“Biz kardeşiz ve sen de benim kurallara uymayı sevmediğimi hatırlamıyorsun galiba?” dedim.
Jack’in gittiği yöne yavaşça yürümeye başladım. Sonra annemi gördüm. Annem, uzun suratlı, çekik gözlü bir adamla bağırarak konuşuyordu. Dediklerinin bir kısmını duydum. Adam:
“Onu güç hattının en yoğun olduğu yere getirerek ne yapmayı planlıyordun Seraphina?” Annem ellerini beline koydu:
“Onu buraya isteyerek getirmediğimi sen de biliyorsun! Kendisi gelmek istedi. Onu buraya çekmeye çalıştılar ve başardılar!” dedi annem.
“O zaman çekmemelerini sağlayacaktın! Neden Paris’e geldiniz ki? Sanki güç hattının Paris’te olduğunu bilmiyorsun!” diye bağırdı Jack.
“Jack, bana patronluk taslamaya kalkma! Ben senin annenim!” Annemin bağırarak konuştuğuna ilk kez şahit oluyordum. Ne yaparsam yapayım o, her zaman bana karşı sakin ve hoşgörülüydü.
“Hayır, benim annem yıllar önce, babamdan boşandığı gün öldü!” diye bağırdı Jack. Sonra annemlerin etrafında çember şeklinde yanan ateşi gördüm. Çemberin içine hiçbir şekilde ateş girmiyordu fakat çemberin dışı yanıyordu. Neredeyse her yer yanıyordu ama annemlerin olduğu yerde hiçbir şey yoktu. Yanmıyordu. Sonra Jack’ in onların yanına giderkenki halini görmüştüm. Alevler Jack’i es geçmişti. Hatta o, yollardan geçerken alevler sönmüştü. Yanlarına doğru yürümeye başladım. Sonra bir patlama daha oldu. Arabaların benzin deposu patlamıştı galiba. Alevler her yanımı sarmaya başladı. Elimi yüzüme siper ettim ve çığlığı bastım. Sonra ellerimi gözümden çektim. Alevler her tarafımdaydı ama hiçbir şey hissetmiyordum.
“Bu imkânsız…” Ağzımdan bu kelimeler döküldü. Jack’ in bağırdığını duydum. Bütün alevler sönmüştü. Artık ayaklarım beni taşımayacak hale geldi. Dizlerimin üstüne düştüm. Jack yanıma geldi:
“Jasmine sen ne yaptın?”
Jack’e bakakaldım. Birkaç dakika birbirimize öylece baktık. Sonra annemle dönme dolabın tepesindeyken ve annem elinde çakmakla bir şeyler yaparken, içimde yankılanan sesi bir daha duydum. Bana ‘Kendimizi koruduk’ dedi. Bütün olanlar bünyeme çok fazlaydı. Şimdi de kafamda saçma sapan sesler vardı. Elimi Jack’ in yanağına koydum.
“Jack, ben deliriyor muyum? Neler oluyor? O adam da kim?” Annemle adamın olduğu yere baktığımda, onların orada olmadığını gördüm. Gözlerim şaşkınlıktan açık kalmıştı. Jack’ten yardım alarak ayağa kalktım. İleriye doğru yürüdüm. Jack’e sırtım dönüktüm. Elimle, annemin o adamla önceden bulunduğu noktayı işaret ederek:
“Jack! Annem yok. Jack, annem nereye gitti? Jack!”
Sesimde bir feryat vardı. Üzüntü, yakarış… Jack’e döndüm. Jack bana bakmıyordu. Aramızda yaklaşık iki adım vardı.
“Ateşin Büyülü Dansı” için 6 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıAteşin Büyülü Dansı
- Sayfa Sayısı192
- Yazarİrem Türkeli
- ISBN9786054532339
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviÖzlem Yayınevi / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dört Ayak Üstünde ~ Ekin Tümer
Dört Ayak Üstünde
Ekin Tümer
Yolda bulduğu ve “Sokö” adını verdiği köpeği teslim etmek üzere 19 Numaralı eve yolu düşen bir kadın… Evde yalnız bir anne olan Saba ve...
- Pandora’nın Kalbi 1 ~ Dilara Keskin
Pandora’nın Kalbi 1
Dilara Keskin
Eğlenceli bir tatil ne kadar ölümcül olabilir? Elisa Yıldırım, erkek arkadaşı ve dostlarıyla birlikte dağ evinde yapacağı tatil için heyecan içindedir. Issız ve telefonun...
- Karıncanın Su İçtiği / Bir Ada Hikayesi 2 ~ Yaşar Kemal
Karıncanın Su İçtiği / Bir Ada Hikayesi 2
Yaşar Kemal
Bir Ada Hikayesi dörtlüsü, savaşlardan, kırımlardan, sürgünlerden arta kalan insanların, Yunanistan’a gönderilen Rumların boşalttığı bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarını konu alır. Umut,...
15 (on beş) yaşında lise öğrencisinin yazdığı ve hayal gücüyle gerçek yaşam arasında kurulan fantastik roman her gencin okuması, gerektiğine inanıyorum…
oldukça güzel bir kitap olmuş çoğu yabancı ve yaşça büyük yazarların yazdığı kitaplarla boy ölçüşebileceğine inanıyorum ilkini okudum efsaneyi ilginç buldum şu an ikincisinin çıkmasını bekliyorum
Ve yil 2018 oldu hala bekliyorummm
Yıl 2019 hala bekliyorsun ama fazla beklemene gerek kalmadı. İkinci kitap Asiller çıkmak üzere. Ağustos ayında tüm satış noktalarında.
2.baskısı çıktı… Daha güzel…
Asilleri mutlaka okuyucam.