Bedeli ağır olsa da aşkın önünden hiçbir engel duramaz…
Fionna Hawkes o güne kadar baştan çıkarılmanın ne demek olduğunu bilmemektedir. Sadece ay ışığının aydınlattığı bir caddede, cazibesiyle onu büyüleyen bir yabancıyla karşılaştığında bu esmer ve yakışıklı talibe karşı kendisini savunmasız hisseder. Ama tüm endişelerinden sıyrılıp Lord Aidan McBride’a âşık olduğunda daha büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalır.
Güçlü bir kadın olan Fionna, genç adamın gözlerindeki
arzuya karşı koyamaz. Acı verici sırlarla dolu hayatını
sadece onun kollarındayken unutmak ister.
Aidan, bu büyüleyici genç kadınla ilgili sır perdesini aralayana kadar onun peşini bırakmaz. Fionna’yı her köşe başında takip eden, her türlü tehlikeye göğüs geren Aidan onu savunmaya kararlıdır… Tıpkı ona sahip olmaya kararlı olduğu gibi.
“Türünün yıldızlarından Samantha James okurlarını tamamen büyüleyecek.”
-Romantic Times-
“Kimse Samantha James’in tarzında bir romans yazamaz.”
-Catherine Anderson-
Birinci Bölüm
Geri dönmüştü.
Onu ilk kez küçük bir çocukken görmüştüm, sanki bu dünyaya ait olmayan bir varlıktı. Şimdi bile ensemdeki tüylerin diken diken oluşunu hatırlayabiliyorum… tıpkı şu anda olduğu gibi.
Şimdiyse Ravenın Kapısındaki odamın balkonunda duruyor ve ay ışığını seyrediyorum.
Onu hissedebilmek için.
Onu hissedebiliyordum.
Bu, insanın kısa sürede unutacağı bir his değildi. Dartmoor İblisi, EJ. Sparrow
Londra, Ocak 1852
“Ekselansları,” dedi kusursuz bir şekilde giyinmiş, beyaz eldivenli uşak Carlton. “Kardeşiniz, Lord Aidan.”
Aidan McBride, kardeşinin oturma odasına hızlı adımlarla girdi ve uzun bedeniyle, alev alev yanan ateşin önünde duran tekli koltuğun yumuşak, kaliteli minderlerine oturdu hemen. Öne eğildi ve ısıtmak için ellerini birbirine sürtmeye başladı.
Bitişikteki koltukta, tek elinde tuttuğu bir gazeteyle rahatça oturan Alec McBride simsiyah kaşlarım kaldırdı. Alec bakışlarını okuduğu şeyden ayırmayarak, “Brendi mi?” diye sordu. ‘Viski mi?”
Aidan ikisini de kesinlikle reddetmezdi. Kardeşi Alec’in gıpta edilecek -ve geniş- bir şarap mahzeni de dâhil olmak üzere, kaliteli bir içki koleksiyonu vardı. Ah, evet, konu alkole geldiğinde kardeşinin hem seçkin hem de pahalı bir zevki vardı. Ve yan İskoç olduklarından, doğal olarak evlerinde her zaman viski bulunurdu. Gleneden viski imalathanesiyle ünlü bir yer olduğundan, Gleneden Dükü Alec McBride zevklerinin maliyetini çok rahat bir şekilde karşılayabiliyordu.
“Brendi,” dedi Aidan, “tam ihtiyacım olan şey.”
Carlton, cömertçe doldurulmuş bir içki sürahisinin ve süslü iki bardağın bulunduğu parlak gümüş bir tepsiyle kısa bir süre sonra döndü. Uşak ikisine de kusursuzca eşit oranda içki koydu ve başıyla selamlayıp çekildi. Aidan eğildi ve en yakındaki bardağı aldı. Dimdik duruyordu; bu, sıkı askerî eğitim ve İskoç Kraliyet Alayı’ndaki albaylık günlerinden kalma bir alışkanlığıydı.
Ama artık o günler geride kalmıştı. Şimdi yeniden, Ingiltere’nin batısındaki her yerden, Amerika’dan tütün ve pamuk, Karayipler’den de rom getirerek servet kazanma yolunda olan sıradan bir vatandaştı. Çay ticaretini aklından bile geçirmiyordu. Tanrı biliyor ya, Hindistan’la ilgili hiçbir şey yapmak istemiyordu.
Kardeşinin açık mavi gözleri en sonunda ona döndü. Aidan, Alec’in elindeki gazeteyi sayfalarını kapayıp masanın üzerine bırakmasını izledi. Aidan bunu oldukça isteksiz bir şekilde yaptığına karar verdi. “Vay, vay,” dedi rahat bir tavırla, “seni çok uygunsuz bir anda rahatsız etmişim gibi görünüyor. Gitmemi ister misin?”
“Gerek yok. Zaten buradasın, değil mi?”
“Pekâlâ, okuduğun şeye kendini oldukça kaptırmış görünüyordun… o ne? Ah, THE MONTHLY CHRONICLE dergisi mi? Seni bu kadar etkileyecek hangi makaleyi okuyordun ki?” Aidan ağabeyinin unutmaktan çekinirmiş gibi kaldığı yeri işaretlemek isteyerek masaya kapamadan bıraktığı gazeteyi merakla eline aldı.
Kaşları yukarı kalktı. “Bu da ne! Dartmoor İblisi,” diye okudu. Kahkahasını bastıramadı. “Kardeşimin yerine kim geçti? Belki de şeytanın ta kendisi! Yoksa, bunu söylemeye cüret edebilir miyim acaba, bir cin mi? İtiraf ediyorum, Alec beni şaşırttın. Klasikleri okuduğunu düşünmüştüm.”
“Şeytan gerçekten de. Ya da dediğin gibi muhtemelen bir cin. Hem bu bir makale değil, Aidan, bir roman. Daha doğrusu, seri olarak yayınlanan bir roman.”
Aidan bir defa daha baktı. “F. J. Sparrow mu? Bu yazan daha önce hiç duymadım.”
“Evet, pekâlâ, bu şaşılacak şey mi?” diye sordu Alec kuru bir sesle. “O kadar uzun süre Pencap’ta kaldın ki döndüğünde seni tanıyabilmemiz büe bir mucizeydi.”
Pencap…
Geçmişin izleriyle içi burkulan Aidan gülümsemesini korumayı başardı. Hareketsizce durdu. Yüreğindeki acı verici sıkışmayı durdurmaya çalışmadı. Çünkü çabalamanın bunu daha kötü hale getirdiğini uzun zaman önce öğrenmişti.
Hayır, geçmişi geri döndüremezdi. Bundan kaçış yoktu.
Tann biliyordu, bunu defalarca denemişti.
Aynca Alec’in bu düşüncesizce yorumu kötü bir niyetle yapmadığını da biliyordu.
Teni, Alec’inki gibi esmerdi. Ama Hint güneşi Aidan’ın tenini daha da karartmıştı; öyle ki teni onu neredeyse bir yabancı gibi gösteren koyu, parlak bir renkteydi… özellikle de uzattığı sakak ve eve dönüşüyle birlikte tek gözünün üzerine takmaya başladığı yamayla birleştiğinde. Aidan zavallı annelerinin, küçük oğlunun beklenen gemiyle dönmemiş olma olasılığı karşısında nasıl da üzülmüş göründüğünü hafif bir neşeyle hatırladı. Annesi, güvertede yüksek sesle söylenerek yanından defalarca geçmiş, en sonunda Aidan ona acıyıp narin vücudunu kucaklayarak döndürmüştü. Alec’in dudağında hafiften beliren gülümsemeden onun da o anı düşündüğünü tahmin etti. Ertesi gün sakalını tıraş ettiğinde annesi elbette daha çok sevinmişti.
Aidan’ın görevinden ayrılmasından sonra eve hemen dönmeme kararım öğrendiğinde annesinin ne kadar hayal kırıklığına uğradığım ona Alec anlatmıştı. Eve ancak bir yıl sonra gelmişti.
Görevinden ayrıldıktan kısa bir süre sonra mektubunda annesine bahsettiği gibi, ailesiyle tekrar bir araya gelmesini geciktiren şey aslında seyahat tutkusu değildi.
Utançtı. Utanç, suçluluk duygusu ve… Bitirilmemiş bir işti.
Ve o iş bittiğinde… eve yine de dönememişti.
Dönemezdi. Nedenini tam olarak ifade edemiyordu. Belki de kaçıyordu. Saklanıyordu. Ya da iyileşmeye çalışıyordu.
Alec’in hâlâ şu lanet olası yazardan bahsettiğini anlaması için bir dakika gerekti. İsmi neydi? Wren mi?
“Ne olursa olsun,” diye devam etti Alec, “Şeytanın Geçidi adlı kitabın basınımdan sonra F. J. Sparrow büyük bir başarı yakaladı.”
F.J. Sparrow. İşte buydu.
“Ardından Karanlığın Hayaletleri geldi, sonra da İblisin Yolu. Geceyarısında Uluyanlar da sonuncuydu.” Alec köşedeki bir dolabı işaret etti. “Ne yazık ki İblisin Yolu dışındaki bütün seriye sahibim. Okuduktan sonra başkasına ödünç verdim ve asla geri dönmedi. Şimdi bulunması neredeyse imkânsız.”
Sesinde hafif bir sitem vardı. “Bırak tahmin edeyim,” dedi Aidan ağır ağır. ‘”Yazdığı karakterler korkunç şeytanlarla savaşıyor.”
“Ama tabii ki.”
Aidan sessizce düşündü. Şeytanın Geçidi, Karanlığın Hayaletleri, İblisin Yolu ve Dartmoor İblisi… F.J. Sparrow kulağa böyle korkunç gelen hikâyeleri kaleme aldığına göre kesinlikle tuhaf, çarpık biri olmalıydı. Ama fikrini kendine sakladı.
Bütün McBride’larınki gibi gür kirpiklere sahipti. Bütün McBride’lannki gibi mavi olan gözleri -fakat hepsi uçuk maviden derin safir rengine kadar farklı tonlardaydı- parlamaya başladı.
Dartmoor İblisi’nin üzerine bir parmağıyla vurdu. “Bana,” diye davet etti, “seni bu kadar büyüleyenin ne olduğunu anlat.”
“Sadece beni değil, bütün İngiltere’yi, be adam. F.J. Sparrow pek moda. Herhangi bir kulübe gir, Dartmoor İblisi’nin en son bölümünü içeren, son çıkmış gazetenin bir düzine kopyasım kesinlikle bulursun. Herhangi bir partiye, herhangi bir galaya ya da etkinliğe katil, ismini kesinlikle duyarsın; baksana, adam bütün Britanya Adaları’nı büyüledi. Ona cinayetin, yaratıkların ve kargaşanın efendisi diyorlar.”
“Ve hiç kuşkusuz romanları hayaletler, hortlaklar, kıyamet yaratıkları, kasvetin iblisleri, gizli geçitler, gizli kapılar ve benzerleriyle doludur. Hikâye ya tenha yerlerde ya da yıkık kalelerde geçiyordur. Tanrım, Gotik korku romanları okuyor… ağabeyim, Gleneden Dükü!”
“Pekâlâ, böyle bir romandan farklı bir şey mi beklerdin?” Alec’in dudakları hafif bir tebessümle kıvrıldı. “Olay şu ki, kimse F.J. Sparrow’un kim olduğunu gerçekten bilmiyor. Ama bu, işin gizemini artırıyor… ve hiç kuşkusuz kitap satışlarım da.”
Aidan kahkahasını bastırmak için çabaladı. Alec bozulduğunu açık bir şekilde belirten bir bakış attığına göre, bu, genç adamın yüzünden anlaşılmış olmalıydı.
Aidan yüz hatlarını kontrol altına aldı. “Bu senin bir tutkun olduğuna göre bana biraz daha anlat.”
Alec bir yudum brendi içti. “Pekâlâ, korkusuz kahramanımız sürekli tehlikede olan, genç ve erdemli bir kadın.”
“Genç, erdemli, masum kadınlarla ilgili olması kulağa hoş geliyor.” Aidan güzel şekilli kaşını kaldırdı. “Hiç kimsenin değil de senin böyle bir saçmalığı okumana şaşırdım.”
Yine o utandıran bakış. “İnsan henüz okumadığı bir şeyi asla eleştirmemelidir,” diye mağrurca belirtti Aidan’a. “Ayrıca saçmalık da değiller. Şaşırtıcı derecede iyi yazılmışlar, Aidan. Bunların tüyleri diken diken eden macera romanları olduğunu düşünüyorum… Kesinlikle korkaklara göre değil. Aslında kitaplarındaki bazı dehşet verici, olağandışı yaratıklar olsa da eserlerinden birinde, doğduğu evin bodrumunda on yıl boyunca kapalı tutulan bir caniyi kaleme aldı. Babası, çocukken bir bisküvi çalmaya cüret ettiği için parmaklarını birer birer kesmiş ve ardından onu ayağa bile kalkamayacağı kadar küçük bir dolaba kapatıp itiraz edemesin diye dilini koparmış. Toplumdan dışlanmıştı. Ailesinin sahiplenmediği birisiymiş. Babası öldüğünde ve kaçmayı başardığında, tek sakat yeri vücudu değilmiş. Sanki kalbi de yaralanmış… Sakat bir ruh da diyebilirsin. Kötü birisi olacak şekilde büyümüş. Böyle trajik bir karakteri olması oldukça üzücüydü.
Sakat bir ruh… Pekâlâ, diye düşündü; bu bildiği bir şeydi
Bardağım masaya bıraktı. “İtiraf ediyorum, çok heveslendim.”
Alec ciddi bir şekilde kaşlarını çatıyormuş numarası yaptı. “Benimle dalga mı geçiyorsun?”
Aidan’ın gülümsemesi tamamen şeytaniydi. “Sadece fırsat bulduğumda.’
“Pekâlâ,” dedi Alec alaycı bir şekilde, “Hindistan’daki kitleleri savunmak kadar heyecan verici bir şeyi İngiltere’de bulabileceğini sanmam ama Raven ve Rowan kesinlikle bulmuşlar… hem de eski, neşeli İngiltere’nin bozkırlarında.”
“Raven ve Rowan mı?” diye sordu Aidan.
“Dartmooor İblisi’ndeki karakterler. Amatör dedektifler.”
“Ah, alçak mahlûklara karşı savaşanlar.”
“Evet. İblisin Yolu’nda birlikte çalışmışlardı, anlarsın ya, oldukça yakın bir şekilde. Rowan, Raven’ın bitişiğindeki mülkün sahibi. Kadın, babasının mirasına konduğunda kendisine bir kır malikânesi satın aldı. İsmini Raven’ın Kapısı koydu. Ama orası lanetli bir yer. Raven ve Rowan birlikte kötü kâhya kadının peşine düştüler… Hayal edebiliyor musun? Bir çeşit reenkarnasyon dölü, sadist bir çılgınlığın eseri olan yaratık. İtiraf etmeliyim, bir iki gün Carlton’ın davranışlarını oldukça dikkatli bir şekilde inceleme ihtiyacı hissettim. Ve ardından Raven ve Rowan tekrar Geceyarısında Uluyanlar’da birlikte ortaya çıkıyorlar. Maceralarının neredeyse krallıktaki herkes tarafından büyük hevesle beklendiğini söyleyebilirim.”
Aidan gülümsemesini bastırdı. Başım bir yana yatırdı. “Raven,” diye tekrarladı. “Bir kadın mı?”
“Bak sen, nasıl bildin?” Alec şaşırmış numarası yaptı. “İsmine rağmen, Raven alev saçlı bir güzel.”
“Tabii ki.” Ağabeyinin önceki ifadesini takınma sırası Aidan’daydı. Ağabeyinin tutkusunu yakalayabileceğinden tam olarak emin değildi ama suyuna gidecekti. “Öyleyse, alev saçlı bir güzelimiz var,” diye düşündü. “Minyon ve narin mi?”
“Hı hı.”
“Ya ortağı? Rowan mı demiştin?”
“Evet.”
“Harika bir erkek,” diye düşündü Aidan, “şüphesiz becerikli bir dövüşçü ve sevimli Bayan Raven’ı korumak konusunda fazlasıyla yetkin.”
“Öyle ama şöyle bir şey var: Sevimli Raven, Rowan’ın onu korumasını istemiyor. Kendi başının çaresine gayet iyi bakabilir, çok teşekkürler. Ve bu, sevgili kardeşim, güzel kahramanımızdan yapılmış bire bir alıntı.”
“O halde kimse gizemli F.J. Sparrow’un kim olduğunu bilmiyor. Yazar sen olabilir misin?”
Alec gözlerini devirdi. “Uzun süredir burada değilsin, sevgili kardeşim. Sanırım sıcak hava duyularına zarar vermiş.” Alec ince parmağım alt dudağının ortasına dokundurdu. Şimdi kahkahasını bastıran oydu. “Gerçi çocukken sana bir iki defa beyinsiz dediğimi hatırlıyorum.”
Aidan gözünü kırpmadan cevap verdi. “Seni yere yapıştırdığım zamanlarda demiyordun. Bu sevgili annemizi çok üzerdi. Annie’ninse hoşuna giderdi.”
“Evet, her nedense Annie ikimizden birinin zor bir duruma düşmesinden keyifleniyor gibiydi.”
“Hatta özellikle ikimiz de zor durumdaysak…”
“Her neyse, okuma zevkim hakkındaki fikrin ne olursa olsun, bu ikisinin anlaşmazlık içinde olmaları okuyucuların Raven ve Rowan’a ilgi duyma nedenlerinden biri. Ya da daha doğrusu, ikisinin arasındaki çekim… Gerçi ikisi de aksini göstermeye çalışıyor tabii ki. İblisin Yolu’ndaki tanışmalarında belliydi ve ardından gelen her romanla birlikte, aralarında filizlenen bu çekim, daha fazla fark edilir oldu. Bu sadece tüyleri diken diken eden bir macera değil; iki kişi arasındaki merak uyandırıcı ilişki. Herkes en yeni maceralarını bekliyor ve Dartmoor İblisi’nin yeni bölümünü. Sanırım sonunda Raven ve Rowan… Neyse göreceğiz. Herkesi büyüleyen şey, sadece her çeşit doğaüstü yaratıkla sıradışı karşılaşmaları değil, aynı zamanda aralarındaki çekim. Tek diyebileceğim, ikisi bir aradayken tehlike ve tutkunun birleşimiyle insan heyecanlandıklarını resmen hissedebiliyor; ve tenim de öyle!”
“Tanrım, sanki gerçek insanlarmış gibi konuşuyorsun!”
“Onları bu şekilde görmek yazarın yeteneğinin bir kanıtıdır, sen de öyle düşünmüyor musun?”
“Belki ama kulağa daha çok erotik bir roman gibi geliyor, bir korku romanı değil, hatta bir Gotik roman gibi bile değil.” Aidan başım bir yana eğdi. “Seni tanıdığımdan, Alec, şimdi neden bu kadar büyülendiğini anlamaya başlıyorum.”
Alec güldü. “Pekâlâ, belki de hepsinden bir parça!” duraksadı. “Raven ve Rowan’dan bu kadar bahsettiğimiz yeter,” dedi Alec bir süre sonra. Aidan’a baktı ve “Gözün nasıl?” diye sordu.
Aidan kendim toparladı. Alec, onun sol gözündeki görme yetmezliğininin durumunu soruyordu. O korkunç gecede olmuştu… silahı geri tepmiş, geriye asla iyileşmeyecek hasarlar bırakmıştı. Dışarıdan görünen herhangi bir iz olmamasına rağmen, sol tarafta görüşü hâlâ bulanıktı ve görüş açısı etkilenmişti. Annesinin ısrarı üzerine İngiltere’ye döndükten sonra bir cerraha görünmüştü. Doktor, Aidan’ın bildiğinden neredeyse farklı bir şey söylememişti; yani görme yetisinde muhtemelen herhangi bir iyileşme olmayacaktı.
Aidan omuzlarım silkti. “Aynı.” Londra’daki doktor yama tavsiye etmişti. Ancak bununla gözü gücünü daha çok yitirmişti.
Uzun bir sessizlik oldu. Aidan brendisinden bir yudum aldı, ağabeyinin bakışlarının üzerinde olduğunun farkındaydı. “Değiştin,” dedi Alec en sonunda. “Sen…” Alec tereddütlüydü.
Aidan’ın böyle endişeleri yoktu. Dudağının bir köşesi hafifçe kıvrıldı. “Daha mı sertim?”
Alec ne kabul ne de itiraz etti.
Aidan bir delikanlıyken aklına ne koyarsa yapma konusundaki becerilerinden asla şüphe duymamıştı. Evet, diye düşündü Aidan alaycı bir şekilde. Evinden ayrı kaldığı o kadar yıldan sonra bu doğru olabilirdi. Artık daha sertti ve daha dayanıklı. Tanrı biliyordu.
ki, otuz bir yaşından çok daha yaşlı hissediyordu. Yirmi yaşında Alaya katılmasının üzerinden bir ömür geçmiş gibi geliyordu.
Ah, evet, farklı bir adam olarak dönmüştü.
Ve suçlu bir adam.
Alec’in ona dikkatle baktığının bir defa daha farkına vardı. Aidan bredisinden bir yudum aldı ve ardından bir tane daha.
“Parlak bir kariyeri geride bıraktın,” diye geldi Alec’in kaçınılmaz yorumu. “Hâlâ hiç pişmanlık duymuyor musun?”
“Pişmanlık mı?” Aidan bir kahkaha attı. “Ne diyorsun sen, delirdin mi? Ayrıca hatırlarsan alaydan ayrılmayı zaten birkaç yıldır düşünüyordum… Anide, Simonla evlendikten kısa bir süre sonra.”
“İkimiz de senin neden ayrıldığını biliyoruz, Aidan.”
Alec’in ses tonunda hiçbir suçlama ya da ifade yoktu. Aidan yine de yorumunu beğenmedi ve bu Alec’e attığı ateş püsküren bir bakışından anlaşılıyordu.
Alec bunu görmezden geldi. Bunun yerine geriye yaslandı. “Bu da aklıma şu soruyu getiriyor… Nasıl hissediyorsun, Aidan? Gerçekten nasılsın?”
“Hindistan ve Pencap hakkında konuşmayı kesersen son derece iyi olacağım!”
Alec sessizce ona baktı. Aidan sesli bir şeldlde nefesini bıraktı. “Üzgünüm,” dedi huysuzca. “Saldırmak istememiştim.”
“Özre gerek yok Anlaşıldı,” dedi Alec hafifçe. “Ancak söyleyecek bir şeyim var.”
Aidan bir kez daha toparlandı. Lanet olsun! Neden Alec onu rahat bırakamıyordu ki? Ah, endişelendiği için bu şeldlde davrandığım büiyordu ama yine de…
“O adamların ölmeleri senin suçun değildi, Aidan.”
İşte. Alec’in ne söyleyeceğini bilmişti. Bu yine de duyduklarını kolaylaştırmamıştı. Aidan’ın göğsündeki acı her zamanki gibi keskindi.
“Aynı fikirde değilim, Alec.” Dudakları neredeyse hiç hareket etmedi. Sesi aksiydi. “Benim suçumdu. Komutanlarıydım. Dikkatsizdim. Açgözlüydüm ve onları lanet olası bir katliama sürükledim. Kanlan her zaman… her zaman… ellerimde olacak Kırk yedi adam, Alec. Gereksiz yere ölen kırk yedi kişi. Benim yüzümden… O yüzden evet, bu benim suçumdu.”
Sessizlik çöktü. Alec sakin bir şekilde baktı.
“Gördüğüm kadarıyla hâlâ kendini yerden yere vuruyorsun,” dedi yumuşak bir sesle. “Bir gün, Aidan, umarım kendim bağışlarsın. Ama bunun bugün olmayacağım görebiliyorum. O yüzden geçmiş maceralarına saygı duyuyorum,” Alec gülümseyip bardağım kaldırdı “ve yeni uğraşlarında sana şans diliyorum.”
Aidan boğazındaki yumrunun kaybolmaya başladığım hissetti. “Yeni uğraşlara o halde!” İki kardeş bardaklarını tokuşturdular.
Başka şeylerden konuşmaya başladılar. Aidan’ın yeni işindeki ük başarısından, satın aldığı yeni evinden. Kız kardeşleri Anne, kocası Simon ve çocuklarından…
“Seni rahatsız eden şeyin cevabı bu, adamım,” dedi Alec aniden. “Tek gecelik bir kadın.”
Aidan gözlerim kırpıştırdı. “Bir kadın mı?”
“Kesinlikle! Sanırım ihtiyacın olan şey, sevgili kardeşim, bir kadının, sertleşmiş yönlerini yumuşatacak nazik dokunuşu. Kendini bir kadının gözlerinde ve kollarında kaybetmelisin.”
Aidan gülmesine engel olamadı. Yine eskisi gibi şakalaşmaya başladılar. “Bir kadının dokunuşu her şeyi iyileştiriyor, ha?
“Benim tecrübem buydu,” dedi Alec rahat ve kendinden emin bir şekilde. “Yeteneğini kaybetmediğim duydum. Birkaç yıl önce Genel Vali’nin kızından hoşlandığına dair söylentiler olduğunu hatırlıyorum. Öyle ki neredeyse evlilik çanlarının çalabileceğim düşünmüştüm.”
Aidan burnundan ses çıkardı. “Evlilik mi? Gleneden Dükü sensin kardeşim ve henüz düşesim bulmadın.”
“Zamanı gelince olur,” diye karşılık verdi Alec kayıtsızca. “Şimdi bana bu kadını anlat.”
“Pekâlâ, kesinlikle Genel Vali’nin kızı değildi,” dedi Aidan yumuşakça.
Alec vazgeçecek değildi. “O halde kimdi?”
“Kordiplomatik bir üyenin bir akrabasından bahsettiğini sanıyorum. Aslında bir duldu. Leydi peşimden geldi ve bilmen gerekenin hepsi bu, sevglii ağabeyim.”
Aslında Hindistan’da İngiliz kadınlan ender bulunurdu; hele güzel bir kadın çok daha ender. Aidan yüksek rütbeli memurların kızlarına ve eşlerine bakmış olabilirdi ama arzunun aklını çelmesine izin vermemişti. Bunun için fazla disiplinliydi. Ama bir erkeğin bir kadına beslediği aynı fiziksel dürtülere sahipken, misk otu, kir ve toz kokmayan birisiyle ihtiyaçlarını gidermeyi seçmişti.
Alec onun itirafından büyük keyif alıyor gibi görünüyordu. “Gençken her zaman hanımların gözdesiydin, Aidan.”
“Bunun tek sebebi ağabeyimi gözlemlemiş olmam ve duyduğuma göre bu hâlâ geçerli. Önceki gece eski bir arkadaşımla bir akşam yemeğindeydim ve bir kadının, Siyah İskoç denilen bir erkek hakkında coşkuyla konuşmasına kulak misafiri oldum. Sanınm şampanyayı fazla kaçırmıştı ama Siyah İskoç’tan bahsederken…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGönül Avcısı
- Sayfa Sayısı336
- YazarSamantha James
- ÇevirmenEsra Doyuk
- ISBN9786053430582
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm , Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2013-4
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşk Seni de Vurur ~ Julie Garwood
Aşk Seni de Vurur
Julie Garwood
Aşkın, nefretin, intikamın ve saf arzunun özüne inen sürükleyici bir hikâye… St. Biel’li Prenses Gabrielle için İskoçya şaşırtıcı manzaraların, vahşi klan şeflerinin, aldatıcı vadilerin,...
- Notre-Dame’ın Kamburu ~ Victor Hugo
Notre-Dame’ın Kamburu
Victor Hugo
Notre-Dame’ın Kamburu, dansçı Esmeralda, katedral çanlarının koruyucusu Quasimodo ve Prens Phoebus arasındaki karmaşık ilişkileri merkezine alıyor. Notre-Dame Katedrali, bu karakterlerin hayatlarını ve Paris’in sokaklarını...
- Siddhartha ~ Hermann Hesse
Siddhartha
Hermann Hesse
Brahmanın Oğlu Evin gölgesinde, ırmak kıyısının güneşinde, sandallar arasında, söğütlerin, incir ağacının gölgesinde arkadaşı Brahman oğlu Govinda’yla birlikte büyüdü Siddhartha, Brahmanın yakışıklı oğlu, yavru...