Savaş kahramanı ve yıldızı parlamakta olan bir politikacı olan Geoffrey Wentworth, hiçbir zaman kont olmak istemez fakat kardeşi öldüğünde, bunun görevi olduğunu bilincindedir. Bu yüzden aile mülklerinin sorumluluğunu almayı kabul eder. Ancak annesinin ‘görev’ tanımı onunkinden tamamen farklıdır vetek bir kelimeyle özetlenebilir: VARİS.
Geoffrey annesi tarafından acilen ev e çağrıldığında, kendisini geleceğin Stratford Kontesi olmak için rekabet eden bir ev dolusu genç hanıma ev sahipliği yaparken bulur. Ama onun tutkusu, etkisini ve unvanını kullanarak eski askerlere daha iyi bir yaşam sunmak istediği parlamentodur… Ta ki baştan çıkarıcı bir konuk ve geçmişten bir sır özgürlüğünü ve kalbini tehdit edene kadar.
Liliana Claremont, kontes olmak şöyle dursun kimsenin eşi olmak istemeyen yetenekli bir kimyagerdir. O kadar sık, yerinin laboratuar değil de evi olduğunu işitmiştir ki bunu her duyduğunda kenara bir peni atsa çoktan Tower Bridge’i satın almış olacaktır.
Ama kontun ev partisi için bir davet aldığında, deney tüplerinin yerini balo elbiseleri alır ve koca avcısı kimliğine bürünür – bu sayede babasının öldürülüşünün kontla ne ilgisi olduğunu çözmeye çalışacaktır.
Her ne kadar romantizm formülünde yer almasa da istediği cevapları elde edebilmesi için en iyi yolun düşmanını yakınında tutmak olduğuna inanmaktadır. Fakat yalnızca bir öpücük kontrol edemeyeceği bir yangını başlatacaktır…
“Tarihi entrika ve yürek hoplatan cinsten bir tutku TATLI DÜŞMAN’ı muhteşem bir roman yapıyor. Aşk romanı hayranları bayılacak!”
JULIE GARWOOD
“İlk kitabıyla Heather Snow türe kendi imzasını atmayı başarıyor.”
RTBookReviews
“Okurlar, Heather Snow’u büyük bir zevkle ‘mutlaka okunması gereken’ yazarlar listelerine ekleyecekler.”
BookPage
“Bu. Kitaba. Bayıldım!”
Reader’s Edyn
“Müthişti ve hâlâ hakkında düşünmeden edemiyorum. Bir sonraki kitabı dört gözle bekliyorum.”
Night Owl Reviews
“Açık ara bu yılın en iyi kitaplarından biri.”
The Romance Reader
“Kaçmaya bu kadar ihtiyaç duyduğum bir yere beni alıp götürdüğün için sonsuz teşekkürler Heather Snow!”
Book Reading Gals
***
1
Nisan 1817, Shropshire
Geoffrey Wentworth asla kont olmak istememişti fakat olduğu andan beri çok iyi bildiği bir şey vardı: Bir kont hemen hemen her şeyden rahatlıkla yakasını kurtarabiliyordu.
Anne katili olmanın da buna dâhil olmasını ümit ediyordu.
“Bakalım doğru anlamış mıyım anne?” diye kükredi. Kıyafetlerine bulaşmış tozu misafir odasının döşemelerine silkelememek için kendini zor tutuyordu. “Çok mühim bir acil durum var diyerek…” Cümlesinin ortasında yutkundu, boğazı bağırma ihtiyacıyla yanıyordu. Tanrı şahidiydi, atını o kadar süratli sürmüştü ki eski bir savaş yarası daha da kötü bir hal almıştı. Beli, neredeyse savaşta o darbeyi aldığı andaki gibi incinmişti. Nefes alıp sesini normal düzeyde tutmaya çalıştı. “Beni parlamento binasından bir davet için mi çağırttınız?”
Stratford Leydisi Genevieve Wentworth, sanki oğlu acil çağrısına yetişebilmek için kan ter içinde acele etmemiş de çay içmek için geçerken uğramış gibi sakin bir edayla şöminenin yanındaki çiçekli koltuğunda oturuyordu. Geoffrey şüpheci gözlerini annesine dikmişti. Bu sert bakışı, tecrübeli askerlerin bile ortadan kaybolmasına yeterdi, ancak annesi tam anlamıyla sakin bir insan olduğundan hiç oralı olmamıştı. Öfkeli yüzü onu hiç etkilememişti. Hatta büyük bir mücadeleyi kazanmış gibi bir hali vardı. Geoffrey midesinde bir hareketlenme hissetti. Annesi yine hayatındaki insanları pek mutlu etmeyecek bir şeyler planlıyor olmalıydı.
“Geoffrey’ciğim, otur lütfen,” dedi karamel rengindeki antika kanepeyi işaret ederek. “Sana bu açıdan böyle bakınca boynum ağrıyor.”
“O boynunuza zorlanmaktan daha büyük bir ağrı vermek isterdim,” dedi homurdanarak. Belinden bacaklarına doğru inen ağrıya rağmen ayakta durmayı tercih etti. Bakışlarını annesinin arkasındaki yaşlı adama çevirdi. “Et tu, Brute?”*
En azından o biraz mahcup duruyordu. Geoffrey başını sağa sola salladı. Amcası Joss her zaman kolay idare edilen bir adam olmuştu. Tüm bu komplo annesinin başının altından çıkmış olmalıydı.
Joss omuzlarını düşürdü. “Bak evlat, annene bu konuda hak vermek zorundayım. Bu aileye karşı olan sorumluluklarını kabullenip, bu dünyaya bir veliaht getirme vaktin geldi artık.”
Hay aksi. Demek planları buydu. Elbette hazırladıkları planın bir parçası olmayacaktı. Bu ev partisini geçiştirecek, sıcak bir yemekten sonra biraz uyuyup, sonrasında Londra’ya doğru yola koyulacaktı. Yoksulların istihdamı ile ilgili yasa kendi kendini yazacak değildi ya, birisinin onu bitirmesi gerekecekti. Liverpool’dakiler, bir sonraki aya kadar yasanın hazır edilmesini emretmişti. Bunlar yetmezmiş gibi, Geoffrey bir de rahatsız edici bir not almıştı. Şehre dönüp, notu gönderen şantajcının iddialarının doğru olup olmadığını araştırması gerekiyordu. Yazıda, ölmüş kardeşinin aileyi korumak adına bir düzenbaza sessiz kalması karşılığında para yedirdiği ifade ediliyordu. Fakat Geoffrey, Wenthworth ailesinden birisinin böyle bir şey yapacağına inanmıyordu. Yine de bu tehdidi bertaraf etmesi gerekiyordu.
“İstediğiniz daveti düzenleyebilirsiniz. Ekonomik desteğimin hep sizinle olduğunu biliyorsunuz.” Kapıya doğru yöneldi, görevleriyle ilgili uzun bir tartışmaya maruz kalmadan odadan çıkmak istiyordu. Bel ve bacağındaki ağrı bir anda tekrar alevlendi. Tanrı aşkına, görevleri uğruna neredeyse hayatını kaybedecekti, gel gör ki annesi bunu anlamamakta ısrarcıydı. Kadının kafasında ‘görev’ demek ‘veliaht’ demekti. “Epey bir süre parlamento binasında bulunmam gerekiyor, bu tür misafir ağırlamalarıyla zahmete girmenize gerek yok.” dedi. Pembe mermerli koridora ilk adımını anca atmıştı ki annesinin sözcükleriyle bir anda donakaldı.
“Gelmekte olan misafirleri ağırlayacak olan ben değilim canım. Sensin”
Ben mi? Cümlenin geri kalanında annesinin söylemek istediğini anlayınca bir anlığına gülümser gibi oldu. Gelmekte olan misafirler mi? Şu anda mı?
Midesinde kocaman bir düğüm oluşmuştu. Somerton Park’a gelirken at üstünde sarsılmaktan dişleri düşecekti neredeyse. Suçu bahar yağmurlarına atmıştı ama tabii başka bir şey de olabilirdi… Hadi canım, bir ordu kadar at arabası geçse yolda o kadar derin tekerlek izleri oluşmazdı. Koridora bakındı.
Hizmetçiler neredeydi? Henüz bir tanesini dahi görememişti. Barnes bile ortalıkta yoktu. Geoffrey içeri girerken öndeki basamakları kullandığı için görememişti belki, yine de salonlarda ve girişte bir-iki tane hizmetçi görmesi gerekirdi. Yoksa…
Yoksa hepsi misafirleri karşılamakla mı meşguldü?
Ailesinden geriye kalan iki insan tekrar görüş alanına girecek şekilde tekrar arkasına döndü. Amcası Joss’un yüzündeki gülümseme Geoffrey’nin ifadesini görünce yok oluverdi. Annesinin yüzünde ise Hıristiyanlık dünyasındaki her varlıklı bekâr erkeğin yüreğine korku düşürecek, tanıdık bir ışıltı vardı.
Geoffrey pencereye doğru ilerledi. Çizmeleri kestane rengindeki zeminde düzensiz bir ritim oluşturmuştu. Tahmin ettiklerinin gerçek olmamasını diliyordu. “Ne yaptınız siz böyle?”
“İpleri elime aldım,” dedi annesi kendinden emin bir tavırla. Ayağa kalktı, masanın üstündeki misafir listesini alırken gösterişli bir şekilde kabartılmış eteğini gözler önüne serdi. “Yaşı, unvanı ve karakteri sana uygun olan hanımları epey bir zamandır gözlemliyorum,” dedi listeyi Geoffrey’ye doğru uzatarak. “Hatta sen dönmeden önce başlamıştım. Aslına bakarsan savaş dönemi, bir kişinin karakterinin doğruluğunu anlamak için çok ideal bir dönemdir. Bunu savaş alanında yapabildiğin kadar, evde de yapabilirsin. Müstakbel Stratford Kontesi’nin adımıza leke sürmeyecek birisi olması şart.” Oğlunun karşı çıkmasını bekliyordu, kardeşi hayatta olsaydı kesinlikle karşı çıkardı. Geoffrey bu konuda annesiyle hemfikir olduğu için sessiz kalmayı tercih etti.
“Maalesef bir-iki çok güzel adayı elimizden kaçırdık fakat elimizde hâlâ şahane bir liste var,” dedi. Kusursuz manikürlenmiş tırnağıyla kâğıda hafifçe vurarak sözlerini bitirmişti.
“Kesinlikle!” Kafasını arka arkaya hızlıca sallayarak onayladı Joss. “Listeye ben de bir-iki isim ekledim. Hepsi burada. Senin için.” Göz kırptı.
Göz kırpmak da neyin nesiydi! Sanki Geoffrey oyuna gelecekmiş, ellerindeki listeye göz atıp ikisinin hevesli bakışları arasında bir eş seçecekti! Bu küçük davette seçilen eş ile flörtleşip bir hafta içinde de evlilik teklifinde bulunmasını istiyorlardı herhalde.
Hayatta olamazdı böyle bir şey.
Geoffrey omuzlarını düzleştirip çenesini biraz daha havaya kaldırdı. Askerlik hayatında hep sergilediği doğal duruşuydu bu. “Umarım misafirlerinizle ‘Kontu Burnundan Yakala’ oynamaktan daha iyi planlarınız vardır, aksi takdirde hayal kırıklığına uğrayacaklar.” Kapıya döndü. Az önce aklından geçirdiği akşam yemeğinden ve sonrasındaki kısa uykudan feragat etmek zorunda kalacağı için kısa bir süreliğine içini hüzün kapladı. “Çünkü bir an önce gitmem gerekiyor.”
Koridorda yürümeye koyuldu. Atını en yakın hana iki saat boyunca nasıl sürebileceğini düşündü. Başka çaresi yoktu. Erkek dediğin prensiplerine bağlı kalmalıydı. Kendisi için zorla bir eş bulmalarına izin veremezdi. Tabii ya, kontluk. Kardeşinin umarsız harcamaları ve ihmalkârlıklarıyla geçen on küsur yıldan sonra, şimdi iflasın eşiğindeki ailesini tekrar düzlüğe çıkarmak onun sorumluluğuydu. Peki ya bu şekilde eş seçmek?
Asla. Kimle evleneceği ancak kendi seçimi olmalıydı. Bu konuda annesinin asla anlayamayacağı koşulları vardı.
“Gitmeden önce,” diye seslendi annesi hâlâ kendinden emin sesiyle, “üzerinde senin mührün olan davetiyeleri, Northumb ve Manchester Kontlarına da gönderdim, haberin olsun. Ah, Vikont Holbrooke’a da gönderdim. Sanırım Lord Goddard’a da. Büyük bir zevkle daveti kabul etmişlerdi.”
Geoffrey bir ayağını eşikten dışarı daha yeni atmıştı ki durakladı. Davetiyeleri gönderirken benim adımı, benim mührümü kullanmış. Vay canına. Bunu yapan başkası olsaydı, Newgate’e attırırdı onu. Evet, fena fikir sayılmazdı. Çalışma odasındaki kilitli çekmeceyi açıp mühre nasıl ulaşmıştı, bilemiyordu. Bunu ancak gözleriyle görürse inanırdı. Fakat şu anda çok daha mühim bir problemi vardı. Annesi çok güçlü politik isimleri davet etmişti. Onları karşılamamak gibi bir kabahat işleyemezdi. Annesi bu önemli müttefiklerin desteğinin kendisi için ne kadar önemli olduğunu cidden biliyor muydu?
Muhtemelen biliyordu.
Küçük düştüğünü hissederek gözlerini kapadı. Annesinin hamlelerine karşı mağlup olmuştu. O tüm bu kumpası düzenlerken, kendisinin dünyadan haberi olmamıştı. Fransızları da bu derece hafife almış olsaydı, on iki yıl sürmüş savaştan asla sağ kurtulamazdı.
Tekrar annesine doğru döndüğünde, ona yargılayan ama aynı zamanda saygı duyan bir bakış attı. Yaşlı kadın listeyi tekrar eline aldığında gülümsüyordu fakat oğlunun yelkenleri suya indirdiğinden emin değildi. Bu, Geoffrey’nin biraz hoşuna gitmişti.
Yine de ona başka hiçbir seçenek bırakmamıştı annesi. Bu, yenilgiyi kabul etmesi gereken anlardandı.
“Görünen o ki anne, bugünlük siz kazandınız,” dedi sesine elinden geldiğince nezaket katmaya çalışarak. Sert bir baş sallama hareketiyle üçüncü denemesinde odadan çıktı.
Geoffrey odasına çıkan büyük merdivenleri tırmanırken deri eldivenlerini ağrıyan baldırına vuruyordu. Ayak sesleriyle birlikte kafasında yankılanan sadece bir ses vardı: Ama savaş bittiğinde kazanan ben olacağım.
*
Liliana Claremont, Somerton Park’ını ilk kez gördüğü an, beğendiğini ifade eden bir biçimde gülümsedi. Stratford Kontu’nun evi tedirgin edici olmasına rağmen güzel gelmişti. Kolezyum’u gördüğünde de buna benzer bir his uyanmıştı içinde.
Halası ve kuzeni, at arabasından inerken Liliana, kırmızı kiremitten heybetli köşke baktı. Ön tarafta kocaman, sütunlu bir revak vardı. Güçlü ve mağrur duruyordu. Evin geri kalanı gibi o da Wentworth ailesinin mal varlığını ve gücünü simgeliyordu.
Liliana yutkundu. Neyle karşılaşacağını düşünmeye pek vakti olmamıştı. “Acele edin hanımlar!” Halası Eliza’nın heyecanlı sesi Liliana’nın düşüncelerini bölüverdi. “Şu lanet tekerlekler yüzünden çok geç kaldık. Şansımız varsa akşam yemeğinden önce sizi hazırlayabiliriz.” Liliana’ya ve kendi kızı Penelope’ye baktı. “Stratford Kontu’nu kapmak için müthiş bir rekabet olacak. Böyle bir davette kendisiyle münasebet kurabilmek, bir genç kızın başına çok sık gelen bir şey değildir. Diğer kızcağızların da tüm günü bu karşılaşmaya hazırlanarak geçirdiğinden adım gibi eminim.” Üstüne bir de gıdaklamaya benzer bir ses çıkarınca, Liliana’nın gözünde iyice sevimsiz bir tavuğa benzemişti. “Diğerlerinin epey gerisinde kaldık. Canım kızlarım, bir leydiye dönüşmek ve sadece bir hanımefendi olarak devam etmek arasındaki ince farkı ilk izlenimler belirler.”
Penelope, yüzünü Liliana’ya çevirip gizli bir gülüş attı. Liliana tepki vermemeye çalıştı. Halasına inandırdığının aksine, Somerton Park’a Stratford Kontu’nu eline geçirmek için gelmemişti. Başka bir hedefi vardı.
Evet, babasının cinayetinin arkasındaki gerçekleri ortaya çıkarmak için oradaydı.
Liliana elini kürkünün cebine soktu. Onu buraya getiren notun üzerindeki kırmızı mühre dokundu. Daha önce hissetmediği bir soğukluk sardı bedenini, ön cephedeki pencerelere teker teker bakma gereği hissetti. Sanki köşk, neden orda olduğunu anlamış ve gözünü üstüne dikmiş gibi tuhaf bir hisse kapıldı. Kafasını hızlıca sağa sola sallayarak bu düşünceden kurtulmaya çalıştı.
Halası ve kuzeninin arkasından hızlıca yürürken Roma dönemine ait kolonlarla çevrili şık koridoru, seçkin pervazları veya şaşalı merdivenleri pek fark etmemişti. Ne konuştuklarını duymasa da ikilinin konuşması, mermerlerin parıltısını bile gölgeleyecek kadar yüksekti. Liliana ise düşmanının inine yaklaştıkça onu daha da sıktığını hissettiği kemeriyle cebelleşiyor, nefes almaya çalışıyordu.
Buna rağmen içinde dalga dalga büyüyen, devasa bir kararlılık vardı. Burası, babasının ölümüyle ilgili sır perdesini nihayet aralayacağı yerdi. Bulduğu o yazışmaların şifreli olduğunu anlamakta çok güçlük çekmemişti fakat hiçbirisi babası tarafından kaleme alınmamıştı. Babasının yazdıklarının başka bir yerde saklandığını düşünmüştü.
Aniden acıyla sarsılıp, nefesinin kesildiğini hissetti. Acı, kalbinin ortasına bir ok gibi saplanırken, bir anlığına babasını çok özlediğini anımsadı. Sanki onu yıllar önce değil, bir-iki gün önce kaybetmişti. Onun kibar gülümseyişini, ona dünyayla ve işleriyle ilgili yüzlerce soru sorduğu halde hiç bitmeyen bir sabırla yanıtlayışını hatırladı. Babasını dinlemeyi nasıl da severdi.
Bul onları yazın. Yaz… Liliana, babasının bu kafa karıştıran sözlerinden doğru dürüst bir anlam çıkaramamıştı. Fakat mührün Stratford’lara ait olduğunu öğrendikten sonra, aslında ne demek istediğini idrak etmişti. Babasının söylemeye çalıştığı şey yaz değildi, Somerton** demeye çalışırken sözcük yarım kalmıştı.
Penelope ile paylaşacağı havadar odanın içinde hizmetçiler koşuşturuyordu. Elbiseleri ve aksesuarları havalandırmak ve ütülemek için bavullardan çıkarıyorlardı. Penelope de görevini yerine getirmek için hemen işe koyulmuştu. İpek, saten ve muslin elbiseleri sırayla inceleyip seçim yapmaya çalışıyordu.
Liliana ise kılık kıyafet mevzularıyla hiç ilgilenmeden, yanında getirdiği defterini ve kalemleri çıkardı. Bunları evin haritasını çıkarırken kullanmayı planlıyordu. Yapacağı araştırma çok düzenli olacaktı. Ortadan kaybolmanın bir yolunu bulduğu an, planını gerçekleştirmeye başlayacaktı.
“Bu kadar kısa sürede senin için en uygun elbisenin seçilmesi pek kolay olmadı. Neyse ki Madam Trompeur işini önemseyen birisi.” Penelope abartılı bir şekilde içini çekti. “Annem senin de evliliği düşünüyor olduğunu öğrenince o kadar çok heyecanlandı ki aceleye gelen elbisenin maliyetini bile hiç umursamadı. Onu bu konuda ümitlendirmen gerçekten çok ayıp.” Eleştiren sözlerine zıt düşen bir şekilde sırıtıyordu Pen.
Liliana etrafındaki ışıltılı elbiselere ve göz kamaştıran mücevherlere bakınca ürktüğünü hissetti. “Kaç yıldır karşıma diktiği tüm talipleri şiddetle reddettiğimi bilmiyormuş gibi. Gerçi yaptığı masraflardan dolayı suçlu hissetmiyor değilim. Borcum neyse öderim.” Yani bir şekilde öderim. Babasından kalan miras özgür yaşamasını sağlıyordu belki fakat yine de harcamalarında çok dikkatli olması gerekiyordu.
Penelope önündeki sandığa doğru eğilmiş, eldiven ve ayakkabı arıyordu. Doğrulup omuzu üzerinden Liliana’ya baktı. “Aman, bizim yeterince paramız var zaten. Annemin seni evlendirmeye çalışırken alacağı keyif, ödeme yerine geçecektir eminim. Sana da bir Somerton Park davetiyesi ayarlaması için yalvardığında, kadının yüzündeki o mest olmuş ifadeyi asla unutamam. Ona göre bu, seni evlendirmek için son şansı. Biliyorsun, baban vasiyetinde sana kalan miras için bir koca bulmanı şart koşmamıştı. Bu, annemi hep üzen bir şeydi. Nasıl bir işe kalkıştığının farkında değilsin bence.”
Liliana içinden feryat etti.
Pen elindeki gece elbisesini havaya kaldırıp Liliana’ya küçükken birlikte oynadıkları, hevesle giydirip kuşattığı o küçük kâğıt bebeklerden birisiymiş gibi baktı. “Pastel renkler sende güzel durmuyor. Koyu mavi veya güzel bir patlıcan moru daha iyi gider sanırım,” diyerek cıkcıkladı. Kafasını salladıkça kıvırcık sarı saçları sallanıyordu. “Fakat hafif renkler bu aralar pek bir rağbet gördüğünden, lavanta rengi en azından gözlerindeki eflatunu öne çıkarır.”
Liliana, hizmetçilerin uzaklaşmasını bekledikten sonra Penelope’ye döndü. “Rağbet görmek gibi bir derdim yok. O işi sana bırakıyorum. Tek istediğim şu; buraya herkes gibi kontun ilgisini çekmeye geldiğimi düşünsünler istiyorum. Diğer kızlar onla kurlaşırken Stratford Lordu’nun dikkati epey dağılır diye ümit ediyorum. Ben de o sırada rahat rahat işime bakarım.”
Penelope elbiseyi yatağın üstüne bırakıp Liliana’ya döndü. “Charles Dayı’nın ölümünde Wentworth’lerin parmağının olduğunu düşünmesem de seni sevdiğim için söz verdiğim gibi bana düşen görevi yerine getireceğim,” dedi.
“Bunun başka akla yatan bir açıklaması yok Pen. Babamı ölüm tuzağına çeken şey, bu aileden birisinin gönderdiği nottu. Ona ihanet eden adam, Wentworth ailesinden birisi.” Liliana öfkesini bastırmaya çalıştı. Bu konuda kendisi gibi kesin düşünmediği için Penelope’yi suçlayamazdı. Kendisi de kafasındaki diğer şüpheleri Pen’e açıklamak için cesaretini toplayamıyordu zaten.
Liliana, yazışmaların şifreli olduğunu ilk fark ettiğinde, kafasında bazı olasılıklar belirmişti. Babası öldüğünde Liliana sadece on yaşındaydı fakat ölümünden önceki haftalardaki tuhaf davranışlarını hatırlayabiliyordu. Aceleci, mesafeli ve gizemli tavırları vardı. Hem zamanlamada da bir tuhaflık söz konusuydu. İlk notun yazılma tarihinden önce Amien Antlaşması feshedilmiş, Britanya ve Fransa arasındaki düşmanca münasebetler o yılın mayıs ayında tekrar başlamıştı. Peki neden babasında, savaş ilanından sonra Stratford Kontu’ndan gelmiş ve Fransızca yazılmış notlar vardı? Babasının ihanet iddialarına ve korkunç ölümüne bakılırsa, çıkarılabilecek en mantıklı sonuç, Wentworth ailesinden birisinin ve babasının dahil olduğu bir casusluk işinin ters gitmiş olduğuydu.
Yine de böyle bir suçlamada bulunmak için erkendi, kanıt olmadan bunu yapamazdı. Somerton Park’ı terk etmeden bu kanıtı bulmayı diliyordu.
“Eğer gerçekler anlattıkların gibiyse,” dedi Pen, sesini pek rastlanılmayan bir ağırbaşlılıkla yumuşatarak, “Wentworth’ler bu işe bulaştıklarının ortaya çıkmasını istemeyecektir, bu yüzden dikkatli ol… lütfen.” Daha sonra dönüp giyeceği kıyafetleri seçti.
Liliana, kuzeninin uyarısını dinleyerek defterini göğsüne sıkıştırdı.
“La!” Halası Eliza süzülerek odaya girdi. Üzerinde turkuaz rengi bir organze elbisesi vardı. Saçını örten başlığın rengi de uyumluydu. Çabucak alt kata inmek isteyen birisine göre oldukça fazla vakit harcamış olmalıydı. “Neden onla vakit kaybediyorsun hâlâ?” diyerek Liliana’nın elindeki defterini alıp kenara fırlattı. Yeğenini hiçbir zaman anlamamış ve de asla anlamayacakmış gibi kafasını salladı. Genç kadını dirseğinden tutup, paravana doğru çekti. “İkinizin de hemen yıkanması ve hazırlanması lazım.”
Bir hizmetçi, elinde Pen’in seçtiği lavanta renkli gece elbisesiyle paravanın arkasına geçti. Liliana kendisini yıkamaya başlayan hizmetçiye teslim edip, birazdan gerçekleşecek olan karşılaşmaya odaklanmaya çalıştı.
Penelope endişelenmekte haklıydı. Şimdiki kont, Wellington ile olan bağlantılarına bakılırsa, gittikçe güçlenen politik bir isime dönüşüyordu. Babasının ölümüyle alakalı herhangi bir suç ortaklığının ortaya çıkmasını elbette istemeyecekti. Liliana yüz hatlarına iyi hâkim olmalıydı, duygu ve düşüncelerini de kontrol altına almalıydı. Olur da kont ne iş çevirdiğini anlarsa, hiç gecikmeden onu Somerton Park’tan kovardı.
Daha kötüsünü bile yapabilirdi. Bunu aklından bir saniye olsun çıkarmamalıydı.
.
“Korktuğum başıma geldi. Karşılama merasimini kaçırdık,” dedi Eliza Hala homurdanarak. Üçü birden kalabalık salonda ilerlemeye çalışıyordu. Misafirler, zarif görünümlü insan toplulukları halinde çoktan kaynaşmaya başlamıştı. Çoğunluğu kadın olan toplulukta herkes çok dinç ve canlı görünüyordu. Her tarafta ışık saçan yüzler ve kocaman gülüşler vardı. Elbette böyle olacaktı, Londra’nın en ideal bekâr erkeğiyle evlenmeye sadece bir adım uzaktaydılar.
Eliza, gürültüde duyulabilmek için sesini yükseltti. “Kızlardan birisi kontun dikkatini çoktan çekmiştir herhalde,” diye hayıflandı tam kapıdan girerken. Boynunu uzatarak etrafına bakındı. “Stratford’u göremiyorum fakat şu köşede toplanmış genç kız yoğunluğuna bakılırsa, kendisinin de oralarda bir yerde olduğunu tahmin ediyorum.” O küçük kalabalığın toplandığı yere doğru yürürken kafasını salladı. “Gelin kızlar.”
Liliana, halası ve kuzeninin arkasından, kalabalıkta tafta ve ipek elbiselerin arasından yollarını bulmaya çalışarak yürüyordu. Birbirine karışmış, iç bayıcı portakal çiçeği, sümbülteber, yasemin ve frangipani parfümleri üstüne üstüne geliyordu. Bu kadar farklı güzel koku bir salonda bir araya gelince hiç de hoş olmayan bir kokuya dönüşmüştü. Onca koca delisinden yayılan bu karışık kokular, Liliana’nın mide bulantısını körüklemişti. Adımlarını hızlandırdı. Wentworth ailesinden birisiyle karşılaşmak istiyordu artık.
Etrafındakilerin çoğundan uzun olduğu halde, özenle hazırlanmış saçlar ve tüylü şapkalar görüşünü daraltıyordu. Kalabalığın bu yavaş yürüyüşü ona eski deneylerinden birisini hatırlatmıştı. Yedi yaşındayken, salyangozların ne kadar hızlı hareket ettiğini öğrenmek istemişti. Altı tane denek bulmuş, onların ilerlemelerini titiz bir şekilde gözlemlemişti. Ortalama olarak yedi dakikada on santim yol katetmişlerdi. İçinde bulunduğu kalabalık gıdım gıdım hareket ettikçe Liliana kafasını umutsuzca sağa sola sallıyordu. O salyangozların bile kendisinden önce Stratford Kontu’na varacağını düşündü.
Parıldayan kalabalığın arasından düşmanını görebilmek için çabaladı.
“Kardeşinden daha yakışıklı, öyle değil mi?” dedi kızına kalabalıktaki yaşlıca bir kadın. Liliana kafasını o yöne çevirdi, ona kont hakkında bilgi verebilecek her şeyi toplamalıydı.
“Wellington diyor ki Stratford, İngiliz cesaretini temsil eden en önemli- ”
“-birisinin hayatını kurtarayım derken az daha ölüyormuş,” dedi bir fısıltı.
“Büyük bir kahraman!” dedi bir başkası güçlü bir iç çekmeyle.
Kahraman. Liliana kaşlarını çattı. Bu kelime adamla ilgili olan beklentilerine zıt düşmüştü – gerçi onun kahramanlık hikâyelerini duymuştu.
————
* Lt. Sen de mi Brütüs?
** Summer ile Somerton kelimeleri karıştırılmıştır.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTatlı Düşman
- Sayfa Sayısı408
- YazarHeather Snow
- ÇevirmenSinan Uluç
- ISBN9789944826723
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yolda ~ Jack Kerouac
Yolda
Jack Kerouac
Amerikan edebiyatının devi Jack Kerouac’tan, Beat Kuşağı destanını yazan kitap: Yolda. Kafaları dumanlıydı, hayatın sillesini yemişlerdi belki, iflah olmaz hayalperestlerdi… Yaşam yazılacak bir şiirdi...
- Güven ~ Henry James
Güven
Henry James
Bernard Longueville, Sienna’ya geldiğinde, orada sadece 2 gece kalmayı planlıyordur ama yaşam karşısına güzel bir kız olan Angela Vivian’ı çıkartır. Sienna’nın doğal güzelliği içinde,...
- Bin Yılın Aşkı ~ Akira Mizubayashi
Bin Yılın Aşkı
Akira Mizubayashi
Bin Yılın Aşkı Sen-nen insan sesinin olağanüstü gücünü çok erken keşfetmişti. Onun için insan sesi başlı başına bir müzik aletiydi. Daha ergenliğinde, sarf edilen...