Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Gizli Bahçe
Gizli Bahçe

Gizli Bahçe

Frances Hodgson Burnett

Burnett, Gizli Bahçe’de karşımıza, huzurlu, sakin, barış içinde ideal birdünya çıkartıyor. Hindistan’da çocukluk yıllarını geçiren Mary ailesinin ani ölümünün ardından İngiltere’deki akrabasının malikanesine gelir….

Burnett, Gizli Bahçe’de karşımıza, huzurlu, sakin, barış içinde ideal birdünya çıkartıyor. Hindistan’da çocukluk yıllarını geçiren Mary ailesinin ani ölümünün ardından İngiltere’deki akrabasının malikanesine gelir. Yüzlerce odası bulunan bu evde esrarengiz sesler duyulur…

***

ÖNSÖZ

Benim çocukken kendime ait bir odam, daha doğrusu bir çocuk odam hiç olmadı. Bu nedenle de ne annem, ne babam ne de dedem, babaannem, “Çocuklar hadi artık odanıza çekilin!” diyemediler bize hiçbir zaman. Geniş bir aile, iki oda, küçücük bir salona sıkışmış bir halde yaşadık. Sinemada “Peter Pan”ın çizgi filmini seyredip eve döndüğümüzde, ne ben ne de kardeşlerim, burnumuzu cama dayayıp yıldızlı göğün içinden bir yerden süzülüp gelecek, bizi elimizden tutup fantastik bir dünyaya taşıyacak Peter Pan’ı bekledik. Hoş, onu seyrettiğim yaşta, artık hayal dünyam, aklımın sınır koyucu engellerine takılmaya başlamıştı ya… Peter Pan’dan çok, “E.T”nin, evin hemen arkasındaki geniş bostanın ağaçları altında ya da yakındaki korulukta bir yerde kendisini geri götürecek uçandaireyi beklediğini hayal edecek yaştaydım, ama ne çare ki, o yıllarda ne televizyon vardı ne de “E.T” gibi altın yürekli uzaylıları ayağımıza getiren sevimli bilimkurgu filmleri. Gücü ele geçirmek için dövüşüp duran bir sürü sözde kahramanın, renksiz filmlerini seyredip duruyorduk.

Bir çocuk odam olsaydı, annem babam beni odaya “kışkışladıktan” sonra, önümüzdeki bostanın içinden, okuduğum romanlardan, hikâyelerden çalıp sakladığım kimleri, neleri çıkartırdım bilmiyorum. Yine de içinde yaşadığımız, gün ışığında hiç de gizlisi saklısı olmayan, hemen burnumuzun dibindeki dünyayı, gece olunca, çoğunuz gibi ben de tekinsizliğin kol gezdiği, bir sürü tuhaflığın, binbir çeşit sürprizin yaşandığı bir sahneye çevirip dururdum.

Öyledir; hemen evin bahçe duvarının sınırlarının biraz ötesinde ya da köy, kasaba gibi kırsal bir yerde yaşıyorsak, köyün hemen dışında, film seti kurar gibi kendi hayal setimizi kurup dururuz. Gün ışığı bu setleri hep bozsa da bir şekilde orada koruruz onları, büyüklerin dünyası, hayallerimizi kurutana kadar.

Gizli Bahçe de yaklaşık 100 yıl önce, orta yaş bir kadın yazarın, Frances Hodgson Burnett’in, çocukların hemen burnunun dibinde var olan bir tür “cennete” verdiği ad. Belki de yazarın, çocukken içinde gezinip durduğu, evin (malikânenin) hemen sınırları içinde ya da kıyısında kapısının aralanmasını bekleyen bir “dünya”. Belli ki yazar çocukken, sıkça dolaşmış böyle bir bahçede. (Onun gerçek hayat hikâyesini okuyunca, ağaçlarıyla, çiçekleriyle, çimeniyle, kuşuyla, fundalığıyla kırsal bir çevreye hiç de yabancı olmadığını öğreniyoruz.)

Hayal gücü onu o bahçede dolaştıramayacak kadar yorgun düşünce ya da ne yazık ki “büyüyüp” aklı başına gelince, bir sürü çocuğu, genci kendi yerine o bahçeye yolluyor Bayan Burnett. Üstelik bu bahçeyi, artık gerçek bir bahçeye dönüştürerek.

Gizli Bahçe romanı hemen girişte, bize, hastamsı, huysuz, hırçın, aksi, kimseyi sevmeyen, kimsenin de sevmediği Mary Lennox’u tanıtıyor. Hindistan’da görevli bir İngiliz ailesinin kızı Mary; olaylar onu anayurdu olan İngiltere’ye, Yorkshire’daki eniştesinin yanına kadar getiriyor. Archibald Craven adındaki bu adam, eşinin doğum yaparken ölmesi üzerine çekilmez, berbat, mutsuz biri olup çıkmış. Belki de eşinin ölümü, eski bir sözcükle belirtmek gerekirse, huysuzluğuna vesile olmuş. Zaten var olan kötü bir karakteri iyice körüklemiş. Buna okurken sizler karar vereceksiniz. Bu kararınız önemli, çünkü gerek Mary gerekse de Archibald Craven üzerinde düşünürken, “iyi” nedir, “kötü” nedir sorularını da düşünmüş olacağız; dahası, yazarın, dolayısıyla da romanın, “iyinin kötünün, doğrunun yanlışın kaynağı nedir?” sorusuna cevap arama serüvenine biz de katılacağız. Ama pek kolay bir okuma serüveni değil bu herhalde; çünkü elimizdeki metin, sorulara doğrudan cevap veren bir ders kitabı, bir ahlak kılavuzu değil; bir edebiyat metni. İşin içine edebiyat girince, semboller (simge de diyoruz), metaforlar (düz değiştirmece, benzetme, eğretileme de deniyor), imalar, dolaylı sezdirmeler, açık kapalı düşünceler vb. girip duruyor. Örneğin 100’den fazla odası olan Bay Craven’in malikânesi, hemen hepsi kapalı bu odalarıyla, hayatımızı kendi elimizle kitlediğimize mi işaret ediyor? Hayatın kapılarını aralama korkularımıza mı? Aynen malikâne gibi, gizli bahçe de zihnimizde, beynimizde kendimize yasakladığımız güzelliklerin, yeşerebilecek hayatı elimizle kurumaya terk edişimizin bir benzetmesi mi, simgesi mi?

“Gizli Bahçe”, insanlığın düşünce ya da kültür tarihi kadar eski bir anlatı geleneğine bağlanamaz mı? Masallardan söz ediyorum. Masallar hayatın her adımda bir sınav olduğunu söylemezler mi? Masallarda kahramanlar testlerden, sınavlardan geçip dururlar; sınavlar adım adım zorlaşsa bile, akıllı, bilgili ve iradesi güçlü olan, sonunda hak ettiği ödüle kavuşur. Bu ödül genellikle kralın, padişahın, sultanın kızıyla birlikte bol bol altın, sınırsız zenginliktir. Ancak kahraman bunu hak eder, çünkü o sınavları geçerken kendini de tanır ve keşfeder, yani büyür ve olgunlaşır. Ancak masalda, tehlikelerin ardında kurtarılmayı bekleyen padişahın kızı ya da öteki hedefler, aslında semboliktirler. Geçilmesi gereken sınavın vesileleri, bahaneleri gibidirler.

Gizli Bahçe de kişilerin kendi içlerindeki enerjiyi ve iyiyi keşfettikleri bir tür gizemli alan; aynı zamanda bir sınavlar bahçesi. O bahçeyi yeşertmek, canlandırıp oraya hayat vermekle, kişiler kendi “kurumaya yüz tutmuş” hayatlarını yeşertiyorlar. Bunun en belirgin örneği, Bay Archibald Craven’in, günün birinde sırtında kambur çıkması beklenen, yürüme özürlü olduğu kabul edilen oğlu Colin. Romanda doğayla iç içe, mutluluğu keşfetmiş kişiler de var: Martha ve oğlu gibi.

Hayatı epey fırtınalı geçmiş, birkaç kez evlenmiş, çoluk çocuk sahibi yazar, geçen yüzyılın hemen başında sanayileşme sürecini tamamlamış, büyük kentlerini sisin, dumanın sardığı İngiltere’den kırsal alanları geniş Amerika’ya geçmiş, sonra tekrar anayurduna dönmüştü; bahçe, açık hava, dışarısı, gitgide önem ve farklı anlamlar kazanmaktaydı o dönemde. Üst üste yığılmış izbe binaların, bir iki odadan ibaret evlerin kasvetli sokakları, sanayileşmiş İngiltere’nin armağanı ya da faturasıydı. 100 odalı malikâneler, sınırsız kırsal araziler, bahçeler, artık eski bir masalın parçası olmaya başlamışlardı. Bugün burada, ülkemizde betonların her gün azalttığı kent yeşilliğine veda edip dururken, özellikle kentlerde gizli bahçe, bir özlemin de adı oluyor sanırım.

Hayatın özellikle gençler için romanın tam tersine bir süreçle, dıştan içe taşındığı bir dönemdeyiz. Bahçeler, doğa, bilgisayarın sanal dünyasına sıkışıp kaldı. Yaşamanın yerini farz etmek aldı; kendimizi ekranın “yeşil” dünyasında, kırlarda, bahçelerde, denizlerde zannedip ya da farz edip duru­yoruz. Bundan yüz yıl önce, haydi kapalı bahçenin kapısını aralayın, çıkıp doğaya el atın, onu ve kendinizi tanıyın diyen bir çağrıya kulak vermek zorundayız.

Bir çiçeğe değmek ile ona değdiğini farz etmek, onu ekranda büyütmek arasındaki fark…

Neredeyse unutulmak üzere.

Buyrun Gizli Bahçe’ye, farkı hatırlayın!

Veysel Atayman
Mayıs 2004, İstanbul

GİZLİ BAHÇE

I

HİÇ KİMSE KALMADI!

Mary Lennox, eniştesiyle birlikte yaşamak üzere Misselthwaite Malikânesi’ne gönderilirken, herkes onun huysuz bir kız olduğunu söylemişti. Haklıydılar! İnce bir yüzü, ince bir bedeni, ince telli sarı saçları ve ekşi bir ifadesi vardı. Saçları da sarıydı, yüzü de, çünkü Hindistan’da doğmuştu ve hasta olmadığı gün yok gibiydi. Babasının İngiliz hükümetine bağlı bir görevi vardı ve sürekli çalışıyordu; o da hastaydı. Annesiyse sadece partilere gidip neşeli insanlarla eğlenmeyi önemseyen çok güzel bir kadındı. Kız çocuğu istememiş, Mary doğduktan sonraysa onu hemen Ayah adlı Hintli dadının ellerine vermişti. Ayah çok geçmeden Hanım Sahib’i memnun etmenin en iyi yolunun çocuğu onun gözünün önünden kaçırmak olduğunu anlamış, böylece Mary, hasta, huysuz, çirkin bir bebek olduğu sıralarda gözlerden uzak tutulmuş, emekleme çağında da insan içine pek çıkarılmamıştı. Ailesinden sıcak bir ilgi görmemiş, tek gördüğü sadece Ayah’nın ve diğer yerli hizmetçilerin kara yüzleri olmuş. Hanım Sahib onun ağlamasından rahatsız olup öfkelenmesin diye hizmetçiler ona itaat ederek, her şeyi onun istediği gibi yaptıkları için de, altı yaşına geldiğinde zalim mi zalim, bencil mi bencil küçük bir domuz haline gelmişti. Ona okuma yazma öğretmek için gelen genç İngiliz öğretmen ondan öyle nefret etmişti ki, üç ay içinde pes etmiş, gelen diğer öğretmenlerse ilk öğretmen kadar bile dayanamayıp daha kısa sürede kaçmışlardı. Bu yüzden Mary kendi başına nasıl kitap okunacağını öğrenmeye kalkmasaydı, asla alfabeyi sökemeyecekti.

Mary, dokuz yaşlarında, oldukça sıcak bir sabaha gözlerini açtığında çok sinirliydi, yatağının başındaki hizmetçinin kendi dadısı olmadığını görünce daha da sinirlendi.

“Niye sen geldin?” dedi yabancı kadına. “Seni istemiyorum. Bana dadımı gönder.”

Kadın korktu ve kekeleyerek dadısının gelemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Mary çılgına dönüp ona vurmaya ve tekme atmaya başlayınca daha da korktu ve dadının Küçük Hanım Sahib’in yanına gelmesinin imkânsız olduğunu söyledi tekrar.

O sabah evde bir tuhaflık vardı. Hiçbir şey her zamanki düzeninde yapılmıyordu ve yerli hizmetçilerin çoğu ortada yoktu; Mary bazı hizmetçilerin kireç gibi beyaz bir suratla ve korkmuş bir ifadeyle oradan oraya koşuşturduğunu görmüştü. Ama ne kimse ona neler olduğunu söyledi ne de dadısı geldi. Bütün sabah yalnız kaldı, sonra da bahçeye çıktı ve verandanın yanındaki bir ağacın altında kendi başına oynamaya başladı. Hayalinde bir çiçek tarhı* yaptı ve topraktan yaptığı bu küçük tepeciklere büyük ebegümeci çiçekleri yerleştirdi; bu şekilde oynarken öfkesi arttıkça arttı ve eve döndüğünde Saidie’ye söyleyeceği şeyleri, ona edeceği küfürleri bir bir sıraladı.

“Domuz! Domuz! Domuzun Kızı!” dedi, çünkü bir Hintli’yi domuz diye çağırmak hakaretin en büyüğüydü.

Bunları dişlerini gıcırdata gıcırdata tekrarlarken annesinin, yanında biriyle verandaya çıktığını duydu. Sarışın genç bir adamdı bu, verandada durup alçak sesle konuşmaya başladılar. Mary, bir çocuğu anımsatan bu genç adamı tanıyordu. Onun İngiltere’den yeni gelen bir subay olduğunu duymuştu. Mary adama bakmasına rağmen annesini daha çok süzüyordu. Zaten fırsat buldukça annesine böyle uzun uzun bakardı, çünkü Hanım Sahib (Mary ona anneden ziyade böyle hitap ediyordu) ince uzun boylu, çok güzel bir kadındı ve güzel giysiler giyerdi. Kıvırcık saçları ipek gibiydi ve etrafındakileri küçümsermiş görünen narin bir burnu vardı, iri gözlerinin içi gülerdi. Giysileri ince ve tiril tirildi, Mary bunların “dantel dantel” olduğunu söylerdi. O sabah giysileri her zamankinden daha fazla dantel danteldi, ama gözleri gülmüyordu. Gözleri iriydi, korku doluydu ve subayın yüzüne ona yalvarırcasına bakıyordu.

Mary, annesinin, “Durum bu kadar kötü mü? Gerçekten mi?” dediğini duydu.

“Çok kötü,” dedi genç adam titrek bir sesle. “Çok kötü, Bayan Lennox. Tepelere iki hafta önce gitmeliydiniz.”

Hanım Sahib ellerini ovuşturdu.

“Evet, gitmeliydim biliyorum!” diye inledi. “Sadece o aptal partiye gitmek için kalmıştım. Ne kadar budalaymışım!”

Bu sırada hizmetçilerin evinden bir feryat yükseldi, Hanım Sahib genç adamın kolunu tuttu, Mary de tepeden tırnağa titredi. Ağlama sesleri gittikçe yükseliyordu.

“Nedir bu? Neler oluyor?” dedi telaşla Bayan Lennox.

“Birisi öldü,” dedi genç subay. “Hizmetçilerinize de bulaştığını söylememiştiniz.”

“Bilmiyordum ki!” diye inledi Hanım Sahib. “Gelin benimle! Gelin!” diyerek döndü ve koşarak eve girdi.

Sonra korkunç şeyler oldu ve Mary’ye o sabah neler olduğu açıklandı. Ölümcül bir kolera** salgını vardı ve insanlar sinekler gibi ölüyorlardı. Ayah gece hastalanmış, sabah da ölmüştü, hizmetçiler o öldüğü için kulübelerinde ağlaşıyorlardı. Ertesi güne kadar üç hizmetçi daha öldü, diğerleride korkudan kaçtılar. Her yerde panik vardı, hemen her bungalovda birileri ölüyordu.

İkinci günün karmaşası ve telaşı içinde Mary kendi odasına saklandı ve orada unutuldu. Hiç kimse onu düşünmüyor, hiç kimse onu istemiyordu ve etrafta, ne olduğunu anlamadığı bir sürü tuhaf şeyoluyordu. Kimi zaman ağlayarak, kimi zaman uyuyarak saatlerce odasında kaldı. Bildiği tek şey, insanların hasta olduğu; gizemli ve korkutucu sesler duyduğuydu. Bir ara yemek odasına sessizce girdi ve odayı boş buldu; masanın üzerinde yarım bırakılmış bir yemek vardı ve içersi sanki birdenbire terk edilmiş gibi darmadağınıktı. Mary biraz bisküviyle meyve yedi, susadığı için masada bulunan neredeyse ağzına kadar dolu bir bardak şarabı içti. Şarap tatlıydı ve Mary ne içtiğinin farkında değildi. Kısa bir süre sonra şarap uykusunu getirdi, tekrar odasına döndü, kulübelerden gelen ağlamalardan ve dışarıdaki telaşlı ayak seslerinden korkarak kendisini odaya kapattı. Gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu; yatağına yattı ve saatlerce kendini bilmeden uyudu.

O derin derin uyurken bir sürü şey oldu, ama o ne feryatları, ne de bungalovlardan taşınan şeylerin sesini duyarak rahatsız oldu.

Uyandığında boş bakışlarla duvara baktı. Ortalık sessizdi. Daha önce hiç böyle sessiz olmamıştı ev. Ne bir konuşma ne de ayak sesi duyuyordu; insanların koleradan kurtulup kurtulmadığını, tehlikenin geçip geçmediğini merak ediyordu. Ayah öldüğü için artık kendisine kimin bakacağını da bilmiyordu… Yeni bir Ayah gelecekti; bu yeni gelen belki de yeni hikâyeler biliyordur, diye düşündü. Eskilerden artık bıkmıştı. Dadısı öldüğü için ağlamamıştı. Sevgi dolu bir çocuk değildi ve o zamana kadar hiç kimseyi umursamamıştı. Gürültü patırtı, koşuşturma sesleri ve feryatlar onu korkutmuştu ve hiç kimse onun hayatta olup olmadığıyla ilgilenmediği için kızgındı. Herkes panik içinde olduğundan, hiç kimsenin hoşlanılmayan küçük bir kızı düşünecek hali yoktu. Koleraya yakalanan insanlar kendilerinden başka kimseyi düşünmüyor gibiydi. Ama tekrar iyileştiklerinde elbette birileri onu hatırlayacak ve geri gelecekti.

Ama kimse gelmedi. Mary yatakta beklerken ev gittikçe daha da sessizleşiyormuş gibi geldi. Hasırın üzerinde bir şeylerin hareket ettiğini fark etti. Aşağıya bakınca kıvrıla kıvrıla hareket eden mücevhere benzeyen gözleriyle ona bakan küçük bir yılan gördü. Mary korkmadı, çünkü küçük ve zararsız bir yılandı, zaten bir an önce odadan dışarı çıkmak ister gibi bir hali vardı. Yılan kısa bir süre sonra kapının altından kayıp gitti.

“Ne kadar tuhaf ve sessiz burası,” dedi Mary. “Sanki bungalovda benden ve yılandan başka kimse yokmuş gibi.”

Birden avluda ve hemen ardından verandada ayak sesleri duydu. Birileri dolaşıyordu, sonra eve girdiler ve alçak sesle bir şeyler konuştular. Onları ne kimse karşıladı ne de konuşan oldu. Kapıları açıp odalara bakıyor gibiydiler.

“Ne üzücü!” dediğini duydu birisinin. “O güzelim kadın! Çocuk da galiba… Bir çocuk olduğunu duydum, ama kimse onu görmemiş.”

Birkaç dakika sonra kapıyı açtıklarında Mary odanın ortasında ayakta duruyordu. Çirkin, suratsız küçük bir yaratığa benziyordu; çünkü acıkmaya başlamıştı ve kendini ihmal edilmiş hissettiğinden kaşlarını çatmıştı. İçeri giren ilk adam, daha önce babasıyla konuşurken gördüğü yüksek rütbeli bir subaydı. Yorgun ve düşünceli görünüyordu; ama Mary’yi fark edince irkilerek geriye doğru sıçradı.

“Barney!” diye bağırdı. “Burada bir çocuk var! Tek başına! Böyle bir yerde! Tanrım, bu da kim böyle?”

“Adım Mary Lennox,” dedi küçük kız adamın karşısında dimdik durarak. Onun babasının evine, ‘böyle bir yer’ demekle kabalık ettiğini düşünmüştü. “Herkes koleraya yakalandığı sırada uyuyakaldım ve daha yeni uyandım. Neden kimse gelmedi?”

“Bu çocuk o kimsenin görmediğini söylediği çocuk!” dedi adam arkadaşlarına dönerek. “İşin gerçeği unutulmuş!”

“Neden beni unuttunuz?” dedi Mary ayağını yere vurarak. “Neden kimse gelmedi?”

Adı Barney olan genç adam Mary’ye üzüntüyle baktı. Hatta Mary onun gözyaşlarını tutmak için bir ara gözlerini kırptığını bile gördü.

“Zavallı çocuk!” dedi Barney. “Onu hatırlayacak kimsesi kalmadı ki gelsin.”

Bu tuhaf sözlerden Mary, babasının ve annesinin öldüğünü, gece evden götürüldüklerini, kalan hizmetçilerinde evi aceleyle terk ettiklerini ve kimsenin evde bir Küçük Hanım Sahib olduğunu bile hatırlamadığını anladı. İşte bu yüzden ortalık bu kadar sessizdi. Bungalovda ondan ve yılandan başka kimsenin olmadığı doğruydu.

II

‘MARY Mİ HANIM, AKSİNE CANIM’

Mary annesini uzaktan seyretmeyi çok severdi ve onun çok güzel olduğunu düşünürdü, ama doğrusu onu çok az tanıdığı için sevmesi veya öldüğünde özlemesi pek beklenemezdi doğrusu. Zaten sadece kendini düşünen bir çocuk olduğu için, her zaman yaptığı gibi bütün ilgisini kendine yöneltmişti. Kuşkusuz yaşı daha büyük olsaydı, yalnız kaldığı için endişeye kapılırdı ancak daha küçüktü ve o güne kadar sürekli bakım altında olduğundan yine kendisine bakılacağını sanıyordu. Tek düşüncesi, ona nazik davranacak ve Ayah ile diğer hizmetkârların yaptığı gibi onu kendi haline bırakacak iyi insanların eline düşüp düşmeyeceğiydi.

İlk götürüldüğü İngiliz rahibin evinde sürekli kalmayacağını biliyordu. Orada kalmakda istemiyordu zaten. İngiliz rahip yoksuldu ve yaşları birbirine yakın beş çocuğu vardı. Çocuklar eski püskü giysiler giyiyor, sürekli dalaşıp birbirlerinin oyuncaklarını aşırıyorlardı. Mary onların dağınık bungalovlarından nefret ediyordu ve ilk günden huysuzluk yaptığı için çocukların hiçbiri onunla oynamak istememişti. İkinci gün çocuklar ona, onu öfkeden çıldırtan bir isim taktılar.

Bu ismi Basil akıl etmişti. Basil küstah küstah bakan mavi gözleri olan, kalkık burunlu bir çocuktu, Mary ondan nefret ediyordu. Mary bir ağacın altında tıpkı kolera salgınının patlak verdiği gün olduğu gibi tek başına oynuyordu. Topraktan öbekler ve bu öbeklerin aralarına da yollar yaparak burasının bir bahçe olduğunu hayal ediyordu. Bunlarla uğraşırken yanına Basil gelmiş ve onu seyretmeye başlamıştı. Belli ki yaptıkları ilgisini çekmişti. Birden Mary’ye akıl vermeye başladı.

“Oraya neden taş yığıp burayı kayalık bahçe yapmıyorsun?” dedi. “Oraya diyorum, orta yere,” bunu söyledikten sonra çömelip kastettiği yeri parmağıyla gösterdi.

Mary ona, “Git başımdan!” diye bağırdı. “Erkek istemiyorum yanımda. Git!”

Basil önce öfkelenmiş, sonra onunla alay etmeye başlamıştı. Zaten Basil kız kardeşleriyle de her zaman alay ederdi. Mary’nin çevresinde dönerek dans etmiş, suratını acayip şekillere sokup şarkı söylemiş ve gülüp durmuştu.

“Mary mi hanım, aksine canım,
Ne biçim bahçe bu?
Kadife çiçekleri, midye kabukları
Çan çiçekleri hepsi bir yerde, olur mu canım?”

Basil bu tekerlemeyi durmaksızın tekrar ettikçe, diğer çocuklar da öğrenmişti; Mary öfkelendikçe, “Mary mi hanım, aksine canım” tekerlemesini daha da sık söylemişlerdi; bundan sonra Mary onlarla kaldığı süre içinde kendi aralarında ama özellikle onunla konuşurken, “Mary mi hanım, aksine canım” demeye başlamışlardı.

“Eve gönderileceksin,” dedi Basil ona. “Bu haftanın sonunda. Buna çok seviniyoruz!”

“Ben de çok mutluyum,” dedi Mary. “Ev neresi ki?”

“Daha evinin neresi olduğunu bilmiyor!” dedi Basil yedi yaşında kocaman bir ağabey olmanın neden olduğu küçümser bir tavırla. “İngiltere tabii ki. Benim büyükannem orada yaşıyor ve kardeşim Mabel geçen yıl oraya gitti. Ama sen büyükannenin yanına gitmiyorsun, çünkü büyükannen yok. Sen eniştenin yanına gideceksin. Onun adı Bay Archibald Craven.”

“Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum ben,” diye atıldı Mary.

“Bilmediğini biliyorum,” dedi Basil. “Sen hiçbir şey bilmiyorsun. Kızlar hiçbir şey bilmez zaten. Babamla annemin enişten hakkında konuştuklarını duydum. Taşrada eski ve büyük bir evde yaşıyormuş. Çok sinirli bir adammış, yanınada kimseyi yaklaştırmazmış. Kamburmuş ve çok korkunç biriymiş.”

“Sana inanmıyorum,” dedi Mary. Arkasını döndü ve parmaklarıyla kulaklarını tıkadı; söylenenleri daha fazla dinlemek istemiyordu.

Ama daha sonra bunun üzerinde uzun uzun düşündü. Bayan Crawford o gece ona, birkaç gün sonra gemiyle İngiltere’ye, Misselthwaite Malikânesi’nde yaşayan eniştesi Bay Archibald Craven’ın yanına gideceğini söyleyince Mary o kadar ilgisiz göründü ki, Bay ve Bayan Crawford ne yapacaklarını şaşırdılar. Ona şefkatle yaklaşmaya çalıştılar, ama Bayan Crawford onu öpmek isteyince Mary başını çevirdi, Bay Crawford omzunu okşayınca da kaskatı durdu.

“Çok huysuz bir çocuk,” dedi Bay Crawford baş başa kaldıklarında karısına. “Annesi ise ne hoş bir hanımdı… Hal ve hareketleri de çok hoştu, çok zarifti; Mary ise bir çocukta olabilecek en sevimsiz davranışların hepsine sahip. Çocuklar onun için ‘Mary mi hanım, aksine canım’ diye bir tekerleme uydurmuşlar. Çok ayıp bir şey bu yaptıkları belki, ama insan onlara hak vermeden de edemiyor doğrusu.”

“Annesi kızının odasını o güzel yüzüyle, güzel huylarıyla sık sık şereflendirseydi, onun bu güzellikleri bir parça Mary’ye de bulaşırdı belki. O güzel ve talihsiz kadının bu dünyadan göçüp gitmesi, onun bir çocuğunun olduğunu birçok kişinin bilmemesi ne kadar acı!”

“Annesi ona pek bakmamış galiba,” dedi Bayan Crawford iç geçirerek. “Ayah öldükten sonrada küçük kızı kimseler düşünmemiş. Hizmetkârlar evi terk edip onu o bomboş evde yapayalnız bırakmışlar, düşünsene. Albay McGrew, kapıyı açıp da onu odanın ortasında öyle tek başına görünce az kalsın şaşkınlıktan küçük dilini yutacakmış.”

Mary İngiltere’ye yaptığı o uzun yolculuğu, çocuklarını yatılı okula teslim etmeye giden bir subay eşinin korumasında tamamladı. Kadın daha çok küçük kızı ve oğluyla ilgiliydi; Mary’yi Bay Archibald Craven’ın, onu Londra’da karşılaması için gönderdiği kadına teslim ederken rahat bir nefes aldı. Kadın, Bay Archibald Craven’ın hizmetçisiydi ve adı da Bayan Medlock’tu. Kırmızı yanaklı, siyah gözlü, keskin bakışlı, iriyarı bir kadındı. Koyu mor bir elbise, üzerinde siyah püsküller bulunan siyah ipek bir manto ve kenarları mor kadife çiçeklerle süslü siyah bir bone giymişti. Mary ondan hiç hoşlanmamıştı, ama o zaten hiç kimseden hoşlanmazdı. Bayan Medlock’ın da Mary hakkında aynı şeyleri düşündüğü çok açıktı.

“Aman ne biçim şey bu böyle… Suratsız, küçük bir yaratık!” dedi subayın karısına. “Annesinin ise güzel bir kadın olduğunu duymuştuk. Ondan pek bir şey almamış, değil mi efendim?”

“Büyüdükçe düzelir belki,” dedi subayın karısı iyi niyetle. “Yüzü böyle soluk ve asık olmasa… Aslında hiç de fena bir kız değil. Çocuklar zamanla değişir.”

“Onun epeyce değişmesi lazım,” dedi Bayan Medlock. “Üstelik Misselthwaite’ta çocukların gelişmesini sağlayacak hiçbir şey de yok bana sorarsanız!”

Mary’nin onları dinlemediğini sanıyorlardı, çünkü gittikleri otelde onlardan biraz uzakta pencere kenarında ayakta duruyordu. Yoldan gelip geçen otobüsleri, arabaları ve insanları seyrediyordu, ama konuşulanları da gayet iyi duyuyordu, eniştesi ve oturduğu yeri iyice merak etmeye başlamıştı. Orası nasıl bir yerdi? Eniştesi nasıl bir adamdı? Kamburluk nasıl bir şeydi? Hiç kambur adam görmemişti. Belki de Hindistan’da hiç kambur yoktu.

Son zamanlarda başka insanların evlerinde yaşadığı ve yanında artık Ayah olmadığı için, Mary kendisini yalnız hissetmeye ve hiç alışık olmadığı tuhaf şeyler düşünmeye başlamıştı. Annesiyle babası hayattayken bile neden bir ailesi varmış gibi görünmediğini merak etmeye başlamıştı. Başka çocukların anneleriyle babalarına ait oldukları açıkça görünürken, o hiç kimsenin küçük kızı gibi değildi. Hizmetkârları, türlü türlü giysileri vardı, yediği önünde yemediği ardındaydı, ama bu hiç kimsenin umurunda değildi. Bunun huysuz bir çocuk olmasından kaynaklandığını bilmiyordu, ama zaten huysuz bir çocuk olduğunun da farkında değildi. Başkalarının huysuz olduğunu sık sık düşünürdü, ancak kendisinin bu tanıma uyduğunu henüz bilmiyordu.

Bayan Medlock’ın, o boya küpüne batmış gibi görünen suratıyla, başındaki o adi bonesiyle, hayatında gördüğü en geçimsiz kadın olduğunu düşündü Mary. Ertesi gün Yorkshire’a gitmek üzere yola çıktıklarında, istasyondan tren kompartımanına kadar burnu havada ve ondan mümkün olduğunca uzakta yürüdü; onunla birlikte olduğunun anlaşılmasını istemiyordu. İnsanların onun kızı olduğunu düşünmeleri, Mary’nin dünyada arzulayacağı son şeydi.

Bayan Medlock ise ondan ve onun düşüncelerinden pek etkilenmişe benzemiyordu. O, “çocukların saçmalıklarına pabuç bırakacak” biri değildi. Daha doğrusu, sorulsa bunları söylerdi. Kardeşi Maria’nın kızının düğün arifesinde Londra’ya gitmek istememişti, ama Misselthwaite Malikânesi’ndeki işi rahattı ve iyi para alıyordu, işini kaybetmek istemiyorsa Bay Archibald Craven’ın istediği şeyleri hemen yerine getirmesi gerekirdi. Kendisine bu görev verildiğinde bir tek soru sormaya bile cesaret edememişti.

“Yüzbaşı Lennox ile karısı koleradan öldü,” demişti Bay Craven, o her zamanki öz ve soğuk konuşma tarzıyla. “Yüzbaşı Lennox kayınbiraderimdi, kızlarının hamisi benim. Kızın buraya gelmesi gerekiyor. Londra’ya gidip onu buraya bizzat siz getireceksiniz.”

Bayan Medlock bu sözlerden sonra küçük valizini toplayıp yola koyulmuştu.

Mary kompartımanda kendine ayrılmış yere oturmuştu, yüzü asıktı, huysuz huysuz etrafa bakınıyordu. Okuyacak veya resimlerine bakacak bir şey yoktu yanında. Siyah eldivenli küçük ellerini kucağında birleştirmişti. Siyah elbisesi yüzünü her zamankinden daha soluk gösteriyordu. İnce telli sarı saçlarından bir iki tutamı siyah krep şapkasının altından çıkmıştı.

“Böyle suratsız bir kız görmedim hayatımda,” diye düşündü Bayan Medlock. Hiçbir şey yapmadan böyle sessiz sedasız oturan bir çocuk hiç görmemişti. Sonunda onu izlemekten usanıp gür bir sesle konuşmaya başladı.

“Sana gittiğin yer hakkında bir şeyler anlatmam gerekiyor sanırım,” dedi. “Enişten hakkında bir şey biliyor musun?”

“Bilmiyorum,” dedi Mary.

“Annenle babanın onun hakkında konuştuğunu hiç duymadın mı?”

“Duymadım,” dedi Mary kaşlarını çatarak. Kaşlarını çatmıştı, çünkü babasıyla annesinin onunla hiçbir şey konuşmadıklarını hatırlamıştı. Ona hiçbir konu hakkında hiçbir şey söylemezlerdi.

“Hımm,” diye mırıldandı Bayan Medlock onun tepkisiz yüzüne bakarak. Bir süre sustu, sonra yine konuşmaya başladı.

“Yine de hazırlıklı olman için birkaç şey söylemem gerektiğine inanıyorum. Tuhaf bir yere gidiyorsun.”

Mary hiçbir şey söylemedi, Bayan Medlock onun bu kayıtsızlığından rahatsız oldu, ama derin bir nefes alıp konuşmasını sürdürdü.

————

*     Bahçelerde çiçek dikmek için ayrılmış olan yer.
**     Yoğun sıvı kaybına neden olan, bulaşıcı ve salgın bir hastalık.

Eklendi: Yayım tarihi

“Gizli Bahçe” için 2 yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Gizli Bahçe ~ Frances Hodgson BurnettGizli Bahçe

    Gizli Bahçe

    Frances Hodgson Burnett

    Frances Hodgson Burnett, çevresindeki herkesi kaybetmesinin ardından Hindistan’dan İngiltere’ye göç edip yeni bir hayata atılan Mary’nin ilginç hikâyesini anlatıyor. Dokuz yaşına kadar Hindistan’da dadılar...

  2. Küçük Prenses ~ Frances Hodgson BurnettKüçük Prenses

    Küçük Prenses

    Frances Hodgson Burnett

    Küçük Prenses’in kahramanı Sara, zengin olmasına rağmen paraya önem vermeyen, alçakgönüllü, gururlu, özeleştiri yeteneğine sahip bir çocuktur. Hindistan’da büyüyen Sara, yüzbaşı olan babası tarafından...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Hale ~ Alexandra AdornettoHale

    Hale

    Alexandra Adornetto

    Görev için bir melek dünyaya gönderildi. Ama âşık olmak, planın bir parçası değildi. Üç melek savaşçı Gabriel, şifacı Ivy, en genç ve en insani...

  2. Bilirbilmezler ~ Gustave FlaubertBilirbilmezler

    Bilirbilmezler

    Gustave Flaubert

    Bouvard ile Pécuchet, bilgisizliklerinden ve ahmaklıklarından kaynaklanan sınırsız bir gözüpeklikle her konuya el atan iki arkadaştır; görünüşleri gibi tutumları ve tutkuları da gülünçtür. Ama...

  3. Geçmişe Yolculuk ~ Stefan ZweigGeçmişe Yolculuk

    Geçmişe Yolculuk

    Stefan Zweig

    Zweig’ın 1920’li yıllarda yazdığı tahmin edilen bu novellanın el yazması ölümünden sonra oldukça geç bir tarihte, 1970’lerde gün ışığına çıkarıldı. Ve aşkın sınır tanımazlığı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur