İlk olarak 1782’de yayımlanan Tehlikeli İlişkilerdeki baştan çıkarma ve öç almanın ahlaksızlıkla iç içe geçmesi, romanın Avrupa edebiyatının en çok tartışılan skandal kitaplarından biri olmasına yol açmıştır. Romanın baş kahramanları Vikont de Valmont ile Marquise de Merteuil, ahlaksız bir birliktelik oluşturmuş ve baştan çıkarmayı bir oyuna dönüştürmüştür. Ve bu oyunu öylesine zekice ve güzel oynamaktadırlar ki, onlara gıpta etmemek neredeyse imkânsızdır. Hiç kimsenin kazanamadığı bu mücadelede suçlu ile birlikte masum olan da acı çeker.
Tehlikeli İlişkiler: Tabulara ilk saldırı!
***
ÖNSÖZ
Mektup Roman ya da Burjuva Romanının Doğuşu
Geçen yıl davetli olarak ülkemize de gelmiş olan Jürgen Habermas,1 popüler kitabı Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü’nde burjuva romanının mektup biçimi üzerinden “doğuşunu” yorumlar. Habermas’a göre, burjuva ailesi mahremiyet çerçevesi içinde kendilerini özel kişiler olarak görürler ve kendilerini sınıfsal aidiyetten bağımsız olarak algılarlar; salt insan olarak, “salt insani” ilişkiler içinde birbirlerinin karşısına çıkan bu özel kişilerin o dönemdeki yazınsal ilişki biçimi de mektuptur. Başka bir deyişle, burjuva özel kişisi, kendini kapitalist üretim ilişkileri dışında salt insan olarak duyumsar ve bu insani ilişkinin iletişim aracı da mektuptur. Habermas’a göre 18. yüzyılın bir mektup yüzyılı olarak tanımlanmış olması boşuna değildir, çünkü (burjuva) bireyi mektuplar yazarak öznelliğinin sınırları içinde kendini geliştirip açar. 17. yüzyılın, kadının kocasına bağlılığını ve aşkını, çocuğun annesine babasına itaatini dile getiren mektupları kuru, biçimsel açıklamalardan ibarettir; daha çok duygusuz gazete “haberlerine” yakın düşerler. Duyarlılığın yüzyılında ise mektuplar yüreklerin içini dökme araçları ya da kaplarıdır. Ruhun bir izdüşümü, ruha yapılan bir ziyarettir bu. Yüreğin kanıyla yazılmışlardır. Psikolojiye duyulan merak da iki düzlemde gelişir mektupla birlikte, bireyin kendine ve ötekine duyduğu merak düzlemlerinde. Kişinin mektubunda kendini gözlemleyerek kendi içini dökmesinin ardından, yer yer duygulu, ötekinin dünyasını anlamaya çalışan bölümler, onun duygularını yorumlamaya yönelik incelemeler gelir. Hatıra defteri ya da günce, işlev değiştirerek göndericisine yazılmış bir tür mektup özelliğine bürünür; kişinin kendine yazdığı mektup.
Ben-anlatım, yabancı alıcılara yönelik kendi kendine konuşmadır Habermas’a göre. Bir yandan da bu burjuva ailesinin mahremiyet alanı içinde keşfedilen öznelliklerin denemeleridir ben-anlatım.
Habermas kimi mektupların daha yazılırken, yollanmaktan çok, “basılmayı” öngördüklerini hatırlatır. Mektupla kurulmuş ilişkinin kamuya açık bu yönü, basılıp yayımlanmaya elverişli olma özellikleri, mektubu ve anı metinlerini romanın çıkış kaynağına koymaya yeter: Burjuva romanın başında otobiyografik, (özyaşamsal) psikolojik betimleme yer alır, demek ki. Bu başlangıç biçiminin en gözde örneği olan Pamela, S. Richardson’un,2 örnek mektuplardan oluşmuş, sevilen kimselerin elinden çıkmış bir derleme oluşturma isteğiyle doğmuş ve mektup biçimindeki romanın örneğini oluşturmuş, Richardson’un kendisi Clarissa (1747/48) ve Sir Charles Granddison’la (1753) bu biçime bağlı kalarak ilk örnekleri ortaya koymuştur. S. Richardson’un bu iki yapıtı burjuvazinin ahlak ve erdem idealleri ile soylu sınıfın yaşama pratiği arasındaki çelişkinin içselleştirilmiş ifadeleridirler.
Ancak bütünüyle ya da yer yer mektuplarla düzenlenmiş, yer yer anıları, itirafları vb içeren bu roman biçiminin genel kökenini 16. yüzyıla kadar geri götürebiliriz. J. Wickram ve Grimmelshausen3 romanları birer örnek olarak gösterilebilir. G. J. De Guillerauges’nin Fransızca kaleme aldığı Portekiz Mektupları (1669), mektuplar aracılığıyla bir itiraf, bir günah çıkartma romanına örnektir. Portekizli (kurmaca/ hayal ürünü?) Rahibe Marianna Alcoforado’nun mektupları, döneminde ortalığı kasıp kavurmuştur.
Habermas’ın açıklamasından da anlaşılabileceği gibi, mektup biçimi, aydınlanma dönemi burjuva duyarlılığının bir yansıma aracıydı. S. Richardson’un belirttiğimiz iki Pamela’sının yazıldığı dönemde, Aydınlanma Avrupası’nı belirleyen sosyal ilişkilere artık kast ilişkileri üzerinden bakmanın imkânı kalmamıştı; Richardson “yeni gerçekliği”, burjuva sınıfı insanının iç dünyasını yoğun bir biçimde mektuplara dökmüş, bu tekniği, döneminde büyük bir heyecanla karşılanmış ve taklit edilmiştir.
Özellikle Fransız ve Alman yazarlar yeni insanın iç dünyasını, feodal karşıtı bir erdemler dünyası olarak tasarlamış ve “mektup biçimini” artık tarihleşmeye yüz tutmuş kast toplumu ile hesaplaşmanın aracına dönüştürebilmişlerdi. Örneğin Gellert,4 İsveç Kontesi G.’nin Hayatı’nda (1748), Jean Jacques Rousseau5 ise Julie ou La Nouvelle Héloise ya da Rusya’da F. A. Emin, E ile D’nin Mektupları’nda (1766), burjuva insanının acılarını, iç sıkıntılarını, erdemliliğini duygulu ifadelerle yansıtırlar. Bu ve benzeri mektup-romanlarda, yeni insan, öteki deyişle, burjuva bireyi, iyice klişeleşip, kast dönemi insanının karşısına siyah-beyaz zıtlığıyla bir erdemlilik abidesi gibi konur. Mektup biçimi, özellikle içinde yaşanan günlerle kurduğu ilişkiler sayesinde gerçekçi bir edebiyatın öncüsü olduğu gibi, burjuva bireyinin bilincinin gelişmesinde de önemli bir rol oynar. Goethe,6 Genç Werther’in Acıları ile, ruhu fırtınalarla sürüklenen, duyarlılığı doruklardaki bireyi, klişeleştirip ölümsüz bir örnek sunar.
Gene de mektup biçimini kullanan ya da büyük ölçüde mektup biçiminden yararlanan romanın bu biçiminden kaynaklanan sınırları olduğunu düşünmek zor olmasa gerek. Mektup-roman biçimi 18. yüzyılın sonuna doğru, içini döken ben-anlatıcıyla birlikte geriler; yerine üçüncü tekil kişi anlatımını seçen, Almanların auktorial Erzähler, İngilizlerin omniscient narrator diye tanımladıkları, her şeyi bilen anlatıcının dıştan anlattığı, metin ile kendi arasına yorumlayıcı mesafeler koyduğu roman gelir. Özellikle 19. yüzyılın başında Jane Austen7 bu anlatım tekniğini popülerleştirmiştir.
Almanya’da C. G. Salzmann, Carlsberg’li Carl ya da İnsanın Sefaleti Üzerine (1786) adlı mektup biçimli romanda alt katmanların sefaletini ve sorunlarını anlatmayı denemişse de, romanı gerekli etkiyi yaratamadan unutulup gitmiştir; gene Alman Wieland’ın Aristipp ve Birkaç Çağdaşı (1782), yankı uyandırmadan kaybolup gitmiş mektup-romanlara örnektirler.
Bu iki mektup-roman ile aynı yıllarda yayımlanan (1782) Tehlikeli İlişkiler ise, bırakalım yayımlandığı yılları, yukarıda açıkladığımız gibi, bugün bile etkisinden hiçbir şey kaybetmeden “aramızda yaşamaktadır.”
Elbette roman tekniği, dili, yazınsal özellikleri vb düzleminde açıklamaları vardır bu etkinin, ama roman hakkında yapılacak en belirleyici tespit, bu romanın kalıcılığını, çökmekte olan Fransız ancien régime’inin (1789 öncesi güneş kralların rejiminin) dünyasına samimi, acımasız bir ayna tutmuş olmasıdır denebilir. Bu yönden bakıldığında romanın yayımlayıcısının “kitabın ne adına ne de hazırlayanın önsözüne pek inanmadığını” belirtmesi anlaşılır olmaktadır. Yayımlayanın bir başka hatırlatması da epey aydınlatıcıdır: Bu olayların zamanımızda geçtiğini söylemekle yazarı büyük bir acemilik yapmıştır şerhini düşer. Yayıncı, (dönemin) erkeklerinin erdeminden, kadınların ağırbaşlılığından dem vurarak, bu mektup-romanın, güncelliğine itiraz edip durur ve işi, romanda maddi hatalar aramaya kadar götürür. Bunlardan birini yakaladığını düşünen yayıncı, yılda altmış bin frank geliri olan bir küçükhanımın manastıra kapanmasının hiç de inandırıcı olmadığını hatırlatır.
Edebiyat-Sinema
Günümüz kültürü her geçen gün daha kararlı ve önü alınmaz bir biçimde “görselliğin” araçlarına, diline ve olanaklarına teslim oluyor. Bunu olumlu ya da olumsuz bir gelişme olarak görenler kendi argümanlarıyla durdukları yeri belirlemeye çalışıyorlar. Romanın, okuma kültürünün görsel sunum karşısında ikinci düzleme gerilediğini söyleyenler, bir itirazdan çok, bir yakınmanın da sesini temsil ediyorlar.
Tehlikeli İlişkiler, yukarıda yapmaya çalıştığımız gibi, bizi romanın doğuş tarihine geri götürüp kısa, ama oldukça iddialı bir tespit yapmamıza imkân verdi: Burjuva romanının (modern romanın) mektup biçiminden doğduğu tespitiydi bu. Zaten romanın, burjuvazi ile tarihsel bağına, onun dünyasının anlatım türü olduğuna her fırsatta değiniliyor. Tehlikeli İlişkiler, tiyatroya ve sinemaya uyarlanmış bir roman olarak, dikkatli okuru, görsellik-yazınsallık tartışmasında ilginç karşılaştırmalar yapmaya götürebilir: Mektup biçiminde yazılmış bir metnin sinemaya nasıl aktarıldığına bakmamızı, senaryodan konuya, temaya, anlatıcı perspektifinden içeriğin yeniden biçimlendirilmesine kadar birçok düzlemde karşılaştırmalar yapmamızı sağlayabilir.
Dolayısıyla edebiyat mı, sinema mı tercihine daha sağlıklı yaklaşmamıza yardımcı olabilir.
Veysel Atayman
Eylül 2005, İstanbul
TEHLİKELİ İLİŞKİLER
BİRİNCİ BÖLÜM
1. MEKTUP
Cécile Volanges’dan, Ursulines’de
… Rahibeler Manastırı’ndaki8 Sophie Carnay’ye
Gördün ya, kardeşim, sözümde duruyorum; bütün vaktimi öyle hotozlarla, süs püslerle falan geçirmiyorum. Senin için zamanım hiç olmaz mı?.. Doğruyu söylemek gerekirse şu tek bir günde gördüğüm süsü, mücevheri, birlikte geçirdiğimiz dört yıl içinde görmedim. O havalı Tanville9 bizi ne zaman görmeye gelse, giyinir kuşanır bizim kendisini kıskandığımızı sanırdı, manastıra bir gelsem, onu da yanıma çağırtacağım, kıskanmak nasıl olurmuş anlasın. Annem benimle ilgili her konuda bana danışıyor; eskiden beni okul çocuğu gibi görürdü, ama şimdi öyle değil. Özel hizmetçim ve yattığım odadan başka bir odam daha var; bu mektubu, güzel mi güzel bir masada yazıyorum, anahtarı bende, çekmecelerine ne istesem koyup saklayabilirim. Annem bana, “Her sabah kalktığım zaman gelir beni görürsün; öğle yemeklerinde biz bizeyiz, yalnızca saçlarını toparlaman yeter; öğleden sonra kaçta yanıma geleceğini ben sana her gün yemekte söylerim,” dedi. Kalan zamanı keyfimce geçiriyorum: Manastırdaki gibi arp çalıyor, resim yapıyor, kitap okuyorum; nasılsa burada beni azarlayacak Mère Perpétue10 yok, canım isterse hiçbir şey yapmadan otururum… Sophie’ciğim yanımda değil ki sohbet edip, gülelim, bu durumda bir şeylerle uğraşmak daha iyi.
Saat daha beş olmadı ve annemi yedide göreceğim: Bol bol vaktim var, ama sana ne anlatabilirim? Bana hâlâ bir şey açmadılar! Birtakım hazırlıklar olduğunu, benim için çalışacak işçi kızlar tutulduğunu görmesem, “Beni evlendirmeyi falan düşündükleri yok, bizim Joséphine’cik11 gene sayıklamış!” diyeceğim. Ama annemin ağzından kaç kez duydum: “Kibar kızlar evleninceye kadar manastırda kalmalı,” der; mademki beni manastırdan aldı, demek ki Joséphine doğru söylemiş.
Şu anda kapının önünde bir araba durdu ve annem de, “Hemen gelsin,” diye haber yolladı. Gelen kişi, ya beni verecekleri adamsa!.. Hâlâ giyinmedim; elim ayağım titriyor, yüreğim çarpıyor. Hizmetçiye, “Annemi görmeye gelen kimmiş, biliyor musunuz?” diye sordum. “Biliyorum, Mösyö C…” dedi. Bu arada da gülüyordu. O, kesinlikle o. Olan biteni sana anlatırım. Şimdilik adını verdim. Gecikmemeliyim, birazdan gelirim.
Zavallı Cécile’le kim bilir ne kadar alay edeceksin! Öyle utandım ki! Ama, sen de olsan yanılabilirdin. Annemin yanına girdiğimde, siyahlar giymiş, ayakta duran bir bey vardı. Elimden geldiği kadar doğru dürüst selam verdim ve olduğum yerde öylece kalakaldım, adım atacak halim kalmamıştı. Adama nasıl baktığımı sanırım tahmin edersin! O da bana selam verdikten sonra anneme, “Çok şirin bir küçükhanım! Size bir kat daha minnettarım, madam!” dedi. Bu sözlerin anlamı bence çok açıktı; bedenimi öyle bir titreme sardı ki, yüzüm kıpkırmızı olmuş, alıklaşmış bir halde ilk bulduğum koltuğa yığılıverdim. Ben koltuğa oturur oturmaz adam da gelip önümde diz çöktü. Zavallı Cécile’ciğin işte o anda aklını kaybetti; annemin de dediği gibi, çok korkmuştum. Çığlık atarak ayağa fırladım; hani bir gün gök gürlerken bağırmıştım ya, işte öyle. Annem kahkahayı koparıp, “Ne oluyorsun? Otur da ayağının ölçüsünü alsın,” dedi. Meğer o gelen kişi ayakkabıcıymış. Ne kadar utandım, anlatamam: İyi ki, annemden başka kimse yoktu. Evlendikten sonra ayakkabılarımı o adama yaptıracağımı hiç sanmıyorum.
Doğrusu çok şey öğrenmişiz!.. Hoşça kal. Saat altıya geliyor, hizmetçim de artık giyinmemi söylüyor. Hoşça kal, Sophie’ciğim. Gene manastırdaymışım gibi aynı duyguyla seni seviyorum.
Not: Mektubumu kiminle yollasam, bilmiyorum? En iyisi Joséphine’in gelmesini beklemek.
Paris, 3 Ağustos 17..
2. MEKTUP
Markiz de Merteuil’den
… Şatosu’nda Vikont de Valmont’a
Artık dönün buralara, sevgili Vikont, dönün; yaşlı halanız varını yoğunu size bırakıyormuş ya, daha ne istiyorsunuz, hâlâ onun yanında ne işiniz var? Hemen yola çıkın; size ihtiyacım var. Aklıma güzel bir fikir geldi, bu işle ilgili sizi görevlendirmeyi düşünüyorum. Bu kadar söz yetmeli ve sizi seçmiş olmamı onur kabul edip emirlerimi diz çökmüş bir durumda dinlemek üzere acele gelmelisiniz; ama siz, dostluğumu artık aramaz oldunuz ve iltifatlarımdan şımarıyorsunuz. Aslında size bitmez tükenmez bir kin bağlamam gerekir, yine de şanslısınız iyi tarafım baskın çıkıyor da, yaptığınız her şeyi aşırı bir hoşgörüyle karşılıyorum. Neler planladığımı anlatmam gerekiyor; siz de sadık bir şövalye olduğunuzu kanıtlayın. Benim önereceğim macerayı başarıyla bitirmeden başka bir maceraya atılmayacağınıza yemin edin. Kahramanlara layık bir macera; aşka, intikam almaya hizmet edecek, üstelik anılarınıza bir dolap12 daha katmış olacaksınız; evet, anılarınıza. Onların günün birinde basılmasını istiyorum. Yazma işini de ben üstüme alıyorum… Şimdi bunları bırakalım da size neler düşündüğümü anlatayım:
Madam de Volanges kızını evlendiriyor: Şimdilik herkesten gizliyorlar, bana da dün söyledi. Damat olarak kimi seçsebeğenirsiniz? Kont de Gercourt’u. Benim günün birinde Gercourt’la akraba olacağım kimin aklına gelirdi? Öyle kızıyorum ki bu işe!.. Hâlâ anlayamadınız mı? Anlayışınız kıt!.. Yoksa onun idari görevlinin karısı ile olan macerasını13 unutup bağışladınız mı? Benim yakınmaya sizden daha fazla hakkım yok mu? Ah canavar! Ama pek yakında öcümü alabileceğim umuduyla ruhum huzur buluyor, rahatlıyorum.
Gercourt’un evleneceği kadına çok fazla önem vermesi, kimselerin kaçınamayacağı ihanetin kendi başına gelmeyeceğini sanıp sürekli böbürlenmesi benim gibi sizi de kaç kez sinirlendirmedi mi? Onun, o gülünç düşüncelerini bilirsiniz: Manastırlarda yetişmiş kızlardan bir kötülük gelmezmiş, sarışınlar uslu, terbiyeli olur, kendilerini tutarlarmış… Volanges’ların kızının yılda altmış bin franklık geliri var; ama manastırda yetiştirilmeseydi, sarışın olmayıp, esmer olsaydı Gercourt onunla asla evlenmezdi. Şuna ahmaklığını kanıtlayalım! Elbet günün birinde onun da başına bir şeyler gelecektir; işin bu yanından kaygım yok, ama nikâhtan önce başına bir şey gelirse daha hoş olmaz mı? Ertesi gün övündüğünü duydukça nasıl da güleriz! Bundan hiç kuşkunuz olmasın: Övünür o. Hele siz o kızı bir yetiştirin, herkes gibi Gercourt da bütün Paris’in diline düşer mi düşmez mi, görürsünüz.
Bu romanın kahramanı olacak kız da doğrusu uğraşılmaya değer: Gerçekten güzel bir kız; daha on beşinde bir gonca. Görülmemiş bir toyluk, bir cahillik içinde ki, nazlanmak nedir bilmiyor; ama siz erkekler bundan çekinmezsiniz; baygın baygın bakıyor ve insana neler vaat ediyor! Ben de size onu öneriyorum, daha ne istiyorsunuz? Artık size düşen, bana teşekkür edip söylediklerimi yerine getirmektir.
Bu mektup yarın sabah elinize geçer. Yarın akşam yedide mutlaka bizim evde olmalısınız. Sekizden önce kimseyi kabul etmeyeceğim; şimdiki şövalyemi bile kabul etmem; bu kadar büyük çapta bir işe yetecek kadar akıllı değil. Görüyorsunuz ya, aşk beni kör etmiş falan değil. Saat sekizde sizi salıveririm, onda tekrar gelir, o güzel kızla birlikte yemek yersiniz, annesiyle birlikte onu yemeğe çağırdım. Hoşça kalın; vakit öğleyi geçti: Birazdan sizinle ilgilenme imkânı bulamayacağım.
Paris, 4 Ağustos 17..
3. MEKTUP
Cécile Volanges’dan
Sophie Carnay’ye
Hâlâ bir şey öğrenemedim. Dün, akşam yemeğinde annemin birçok konuğu vardı. Gelenleri, hele erkekleri gözden geçirmek hoşuma gitmedi değil, ama gene de sıkıldım. Kadın, erkek herkes bana baktı; ayrıca ikide bir birbirlerinin kulağına bir şeyler fısıldıyorlardı, böylece benden söz ettiklerini anlıyor, kıpkırmızı oluyordum. Kızarmamak için çok uğraştım, ancak başaramadım. Bunu becerebilmeyi çok isterdim, çünkü kendilerine bakılınca kızarmayan kadınlar var. Belki onlar da sıkılıp kızarıyorlardır da sürdükleri allıktan belli olmuyordur. Bir erkek gözlerini dikip bakınca kızarmamak ne kadar zor!
Asıl merak ettiğim, benimle ilgili olarak ne düşündüklerini bilmemekti. Güzel denildiğini iki üç kez duydum sanki; ama aynı zamanda toy denildiğini de işittim, bundan eminim, çünkü bunu söyleyen kadın annemin hem akrabası hem de birbirlerini çok severler; sanırım beni de hemen sevdi. Bütün gece benimle biraz olsun konuşan bir tek o oldu. Yarın, akşam yemeğine onun evindeyiz.
Yemekten sonra, benden konuştuklarından iyice emin olduğum iki erkekten biri, ötekine, “Bırakmalı da olgunlaşsın, bu kış bakarız,” derken duydum. Belki de benimle evlenecek olan odur. Demek, daha dört ay var! Ah! Bir öğrenebilsem…
Joséphine geldi, vakti yokmuş, acele etmemi söylüyor. Ama sana toyluklarımdan birini daha anlatayım. Bence o kadın haklı.
Yemekten sonra oyuna başlamışlardı. Ben, annemin yanına oturdum; bilmem nasıl oldu, hemen uyuyakalmışım. Bir kahkahayla uyandım. Emin değilim, ama sanırım bana gülüyorlardı. Annem odama çekilmeme izin verdi, doğrusu çok sevindim. Düşün ki, saat on biri geçmişti. Hoşça kal Sophie’ciğim; Cécile’ciğini unutma. Bu sosyete çevresini eğlenceli sanırdık ya! Aslında ilgisi yok.
Paris, 4 Ağustos 17..
4. MEKTUP
Vikont de Valmont’dan
Paris’te Markiz de Merteuil’e
Emirleriniz oldukça hoş; hele sizin öyle bir emir verişiniz var ki, o daha da hoş; siz insana neredeyse zorbalığı sevdireceksiniz. İçimde köleniz olduğum günlerin özlemi uyandı; biliyorsunuz, bu ilk değil. Siz şimdi bana canavar diyorsunuz, doğru, öyleyim; ama bana çok daha tatlı adlarla hitap ettiğiniz zamanlar da oldu. O anları anarken büyük bir keyif duyuyorum. Hatta çoğu zaman o sıfatları yeniden kazansam da sizinle şu dünyaya bir vefa örneği olsak diyorum. Ama bizi bekleyen daha önemli işler var: Alnımıza gönülleri fethetmek yazılmış, kaderimize boyun eğelim; yolumuzun sonunda belki gene karşılaşırız; darılmayın, ama benim güzel markizim, benden hiç aşağı kalmıyorsunuz: Dünya mutluluğu uğruna birbirimizden ayrılıp her birimiz kendi başımıza din öğütleri yolunda hareket etmeye başladığımızdan beri, aşk denen dine sizin getirdiğiniz yeni inananlar, benim getirebildiklerimden daha fazla. Eğer bu işlerin tanrısı hakkımızda sevaplarımıza göre hüküm verirse, hiç kuşkusuz siz bir büyük şehrin azizesi, bense topu topu bir köyün ermişi olurdum. Kullandığım bu dile şaşıyorsunuz, değil mi? Ama ne yapayım ki sekiz gündür bu dilden ne başkasını duydum ne de konuştum. Emirlerinize boyun eğmemek zorunda kalışım da o dilde ilerleme kaydetmek içindir.
Darılmayın da dinleyin beni. Gönlümün bütün sırlarını bilirsiniz, şimdiye kadar heveslenmiş olduğum en büyük şeyi de söyleyeyim. Bana emrettiğiniz şey, yüzü gözü açılmamış, toy bir kızı baştan çıkarmak ve bu kız da, deyiş yerindeyse hiç savunmasız elime düşecek. Zavallıcık; ufak bir ilgi gösterildiğinde hemen başı dönecek ve belki de aşktan çok, merakına kapılıp teslim olacak. Benim gibi bu işi başaracak en az yirmi kişi vardır. Ben aslında böyle bir işe girişmek istemiyorum; eğer başarabilirsem bana hem ün getirecek hem de zevk.
Başıma takmak için bir çelenk hazırlayan aşk, o çelengi mersin dallarıyla mı, yoksa defne dallarıyla mı örsün, bilemiyor; zaferimi kutlamak için kuşkusuz ikisini de kullanacak. Sizin de, benim güzel markizim, gönlünüzü kutsal bir saygı saracak, coşku içinde, “İşte benim gönlüme göre bir erkek!” diyeceksiniz. Başkanın eşi Madam Tourvel’i tanırsınız; dindarlığını, kocasına olan sevgisini, ahlaka nasıl bağlı olduğunu bilirsiniz. Ben ona saldırıyorum işte. İşte bana layık olan düşman; işte benim erişmek istediğim amaç:
Onu elde edemesem bile
Bunu göze almanın onuru kalır bende
Böyle kötü dizeleri de anabilir insan; yeterki büyük bir şairin14 kaleminden çıkmış olsun.
Anlatayım: Başkan şu anda Bourgogne’da büyük bir davanın peşinde (ona daha önemli bir davayı kaybettireceğimi umuyorum). Avunmak nedir bilmez eşi, bütün kederli yalnızlık dönemini burada geçirecek. Her gün kiliseye gidiyor, ilçenin yoksullarını yokluyor, sabahtan akşama kadar dua ediyor, bir başına gezintilere çıkıyor, benim ihtiyar halamla dini konularda sohbet ediyor; ara sıra da tatsız wist15 oynuyor… Bütün eğlencesi bunlarla sınırlı kalacaktı, ama ben ona daha etkili eğlenceler hazırlıyorum. Şansım varmış da buraya gelmişim: Hem o mutlu olacak hem de ben. Şimdi Paris’e dönmek zorunda kalsam, benim için ne büyük bir ceza olur! Neyse ki wist dört kişiyle oynanıyor; burada da köyün papazından başka kimse olmadığından benim dünyaya kazık çakan halam, birkaç günümü kendisine ayırmam için ısrar etti. Siz de takdir edersiniz, razı oldum. Bilemezsiniz, o günden beri halam bana ne iltifatlar ediyor; özellikle de benim kilisede bir duayı, bir ayini kaçırmadığımı gördükçe pek seviniyor. Benim o dualarda hangi tanrıya tapındığımı bir bilse!..
————
1 Jürgen Habermas (1929-): Alman düşünür ve sosyolog.
2 Samuel Richardson (1689-1761): Mektup-roman türündeki yapıtlarıyla romanın dramatik olanaklarını geliştiren İngiliz yazar. Pamela ve Clarissa romanlarıyla tanınır.
3 Hans Jacob Christoph von Grimmelshausen (1621/22-1676): Alman edebiyatının başyapıtlarından biri sayılan Simplicissimus dizisinin yazarı. Bu yapıtta Otuz Yıl Savaşları’nın eşsiz bir toplumsal portresi verilir.
4 Christian Fürchtegott Gellert (1715-1769): Almanya’da Aydınlanma döneminin önde gelen temsilcisi, şair ve romancı.
5 Jean Jacques Rousseau (1712-1778): Fransız yazar, düşünür ve siyaset kuramcısı.
6 Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832): Alman şair, romancı, oyun yazarı. Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılır.
7 Jane Austen (1775-1817): Sıradan insanların günlük yaşamlarını işleyerek romana belirgin bir çağdaşlık kazandıran İngiliz romancı.
8 Bir rahibeler tarikatındaki rahibelerin açtığı yatılı kız okulu.
9 Aynı manastırdaki kızlardan biri (Yazarın notu [y.n.]).
10 Manastırın başrahibesi.
11 Manastırdaki rahibelerin dış hizmetlerini gören kişi (y.n.).
12 Bu dolap ve dolapçı sözcükleri kibar çevrelerde çok şükür artık pek duyulmuyor, ancak bu mektupların kaleme alındığı sırada çok sık kullanılan sözcüklerdi (y.n.).
13 Bu bölümün anlaşılması için bazı açıklamalar yapmakta yarar var: Kont de Gercourt, Markiz de Merteuil’i terk edip idari görevli …’nın hanımının âşığı olmuş; bu kadın da Gercourt uğruna Vikont de Valmont’u terk etmişti. Markiz ile Vikont arasındaki ilişki de o sırada başlamıştır. Bu macera mektuplarda anlatılan olaylardan oldukça eski olduğu için bu konuyla ilgili mektupları buraya almamayı daha uygun bulduk (y.n.).
14 La Fontaine (1621-1695): Fransız edebiyatının başyapıtları arasında sayılan fabllarıyla ünlü şair.
15 Bir çeşit kâğıt oyunu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTehlikeli İlişkiler
- Sayfa Sayısı480
- YazarChoderlos de Laclos
- ÇevirmenSemih Atayman
- ISBN9786053540861
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Terkediş ~ Abdulrazak Gurnah
Terkediş
Abdulrazak Gurnah
Terkediş, modern dünya edebiyatında sömürgecilik sonrası dönemde yazılmış en parlak romanlardan biri. Terkediş, kolonyalizmin bireysel ve siyasal düzlemdeki sonuçlarını üç neslin birbirine örülmüş hikâyeleri...
- Mezarcı ~ Paul Cleave
Mezarcı
Paul Cleave
“Affet beni, Peder, günah işledim!” İşte Tate, o bir dedektif. Christchurch’ün en yeni ve öldürmekten vazgeçmeyen psikopat seri katilinin izini sürmek üzere zorlu bir...
- Seviyor Sevmiyor ~ Heidi Betts
Seviyor Sevmiyor
Heidi Betts
“Heidi Betts’in mizahla duygusallığı harmanlayan özel bir yeteneği var. Bu da onun çağdaş romantizm yazarları arasında yükselmesini sağlıyor.” Lisa Kleypas BU, ORTALAMA BİR AŞK...