Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Frankenstein Ya Da Modern Prometheus
Frankenstein Ya Da Modern Prometheus

Frankenstein Ya Da Modern Prometheus

Mary Shelley

19. yüzyılın hemenbaşındayazılmış olanbu gotik roman geleneği içinde kendine özgü yerini yaklaşık iki yüzyıldır koruyan Frankenstein Ya da Modern Prometheus romanının doktoru Frankenstein, Zeus’tan…

19. yüzyılın hemenbaşındayazılmış olanbu gotik roman geleneği içinde kendine özgü yerini yaklaşık iki yüzyıldır koruyan Frankenstein Ya da Modern Prometheus romanının doktoru Frankenstein, Zeus’tan yalnızca ateşi çalmakla kalmayıp, kildenyaptığı insana ateşinbirparçasıyla can veren mitolojideki “adaşı gibi”, ölüye “Tanrı’nın yıldırımı”nı kullanarak hayat verir.

Günümüzün gen teknolojisi ve klonlama tartışmaları kapsamında, romanın felsefi boyutu Shelley’nin klasik metnine ayrı bir derinlik kazandırıyor.

Frankenstein ya da Modern Prometheus: Ancak Tanrı yaratabilir.

***

EDİTÖRÜN ÖNSÖZÜ

GOTİK ROMAN: AYDINLANMA AKLI’NDA “KISA DEVRE” YA DA: “EFEMİNE” BİR ÇAĞIN ÜRÜNÜ

Gothic novel ya da dilimizdeki adıyla Gotik Roman, özellikle 18. yüzyılın hemen başında büyük ilgi görmüş bir türdür. Ortaçağın kasvetli, ürkütücü mimarisini çağrıştırdığı için gotik diye nitelenen bu roman ya da öykü öbeğinde okurun karşısına gizli geçitler, yeraltı mağaraları, gizli bodrumlar, duvarlara gömülmüş insanlar, terk edilmiş bir şatoda diriltilen ölüler çıkar. Aşırılıklar, akıldışının zorlayıcılıkları, gotik romanın uzun ömürlü olmasını önlemiş olsa bile, bu romanın atmosferi ve etkileri (romantik akımla iç içe) ileriki yüzyıllara kadar uzanmıştır. Bir akıl çağı olma iddiasındaki aydınlanma çağının öncesinden, 18. yüzyıla ve sonrasına sızıp duran bir atmosfer gibidir gotik romanın atmosferi ya da dünyası ve bu sızmanın, açıklanabilir nedenleri bulunmaktadır.

Örneğin 19. yüzyılın ortasında Frankenstein (M. Shelley, 1818), Melmoth the Wanderer (Gezgin Melmoth, Robert Maturin, 1820) ve Drakula, Kan İçen Adam (Bram Stoker, 1897) özgün gotik öğelerden yoksun olmakla birlikte gotik geleneğin içinde yer alan ve bu geleneği 20. yüzyılın eşiklerine taşıyan romanlardandı.

Gotik modasının 19. yüzyılın içinde Avrupa’da yaydığı korkuyu, burjuva-kapitalist toplum öncesiyle, yani feodal dönem (ve bu dönemin içerdiği ilkel birikimler) ile ilişkilendirmek mümkündür. Burjuva sınıfı, kapitalist toplum formasyonunun temsilcisi olarak tarih sahnesinde görünmeye başladığı dönemden itibaren “akıl”, eski feodal dönemin ve onun içine sızmış ilkel birikimlerin ve nihayet fizikötesi bir dünyanın, en başta da varoluşun doğal (ilkel) yanının karşısına dikilip, tanımlanabilir, denetlenebilir bir dünya oluşturma kaygısının biricik aracı olmuştur. Gerek sosyal gerekse politik ve ekonomik alanda aydınlanma aklının kurduğu kabul edilen denetim, burjuva toplumunun varoluş güvencesini oluşturmaktaydı. Burjuva toplumunun insanı (bireyi) hem kendi doğal yanını (dürtülerini vb.) bastırmayı mümkün görüyor hem de modern toplumun bütün alanlarını kendi varoluş kaygıları doğrultusunda denetlenebilir bir alan olarak (yasalarla vb.) düzenliyor; hayatı yeni sınıfın çıkarlarını kollayacak biçimde şekillendiriyordu. Anlaşılır nedenlerle, çözülmekten, dağılmaktan korkan bu insan, kendi doğal yanını, dürtüsel dünyasını denetleyememe endişesi taşıyordu. Öte yandan da yeni doğan sınıfın; işçi sınıfının, kendi karşısına uzlaşmaz çelişkili bir sınıf olarak çıkmasının doğurduğu kaygılar bu tür endişeler ile birleşince, 19. yüzyılın ortasına doğru bu gelişmelerin edebiyata (sanata) da elbette yansımaları olacaktı. (Örneğin Marquis de Sade, insanın doğal-dürtüsel yanının denetlenmesine karşı çıkan eserleriyle “aydınlanma aklının” karşısına dikilmiştir.) Gotik romanın ya da anlatının dramatik kurgusunda “kurbanlarının” ve “faillerinin” tamamen farklı ilkeleri temsil etmekle birlikte birbirlerine tıpatıp benzemeleri (aynı sınıfın bireyi olmaları), birbirleriyle hesaplaşırken toplumun geri kalan bölümünün (halkın ve öteki alt sınıfların) seyirci olmaktan öteye geçmeyip bu hesaplaşmaya hemen hiç karışmamaları, öte yandan da gotik romanda karşımıza sıkça çıkan “gizli” esrarengiz cemiyet, ittifak ya da kurumlar, gerçek hayatta dolaylı karşılığı bulunan yansılardır. Demek ki (okuyan) burjuva (yurttaşının), iktidar etme gücünü ve denetimini yitirme, devriminin kazanımlarını kaybetme ve kendi kendini disiplin altında tutarak rasyonel bir hâkimiyet kurmanın gereğini yerine getirememe, yüzeyin altında, sistemin bütününü kuran parçaların başına buyruklaşma ihtimalinden duyduğu endişe ve korkunun yansımalarıdır bunlar. Az önce belirttiğimiz gibi, dağılıp gitmekten duyulan bu korkunun gerisinde, rasyonel dünya görüşünün, akla dayalı bir dünya tablosunun, doğal güçlerin tümüne hâkim olabilmenin imkânsızlığının (bu doğal yanın içinde bireyin kendi dürtü dünyasının da bulunduğunu biliyoruz) gitgide daha çok fark edilmesinden de öteye, sanayileşme ve kapitalizmin üretim süreçleri içinde yeni çelişkilerin su yüzüne çıktığının anlaşılması da yatmaktaydı.

Burjuva dünyası, pek de uzak olmayan bir geçmişte örneğini sunduğu bir devrimden kendisi korkar olmuştu.

Böyle olunca da burjuva sınıfının, iktidarını elinde tutabilmek kaygısıyla kendi devrimci geçmişini bastırmasından, unutturmasından daha doğal ne olabilirdi ki? Burjuva kahramanı her adımda kendi ile, artık tehdide dönüşmüş ve kendisini aşıp duran devrimci geçmişi ile yüz yüze geliyordu. Demek ki seyahat romanlarında burjuva insanının (okurunu) bundan böyle açıklanabilir dünyalara götürmek yerine, açıklanamaz uzaklara savurması, kendi uçurumlarının derinliklerine ve kendisinden önce iktidarı elinde tutmuş olan soylu sınıfın hiçbir zaman tamamen tasfiye edilememiş gücünün kalıntıları arasına göndermesi açıklanabilir bir durumdu.1

Gotik’in etkisi altında seyahat (romanları) siyasal-felsefi bir öğrenme sürecinin romanları olmaktan çıkıp endişelere boğulan ruhların karanlıklarına inen yolculuklara dönüştüler.

Gothic novels’ın “fantastik yolculuklarında” ve “fantastik karşılaşmalarında” ve eğlence, kitle edebiyatının gothic novels’a akraba biçimlerinde bastırılmış, kaydırılmış erotik ve bastırılmış politik endişe, burjuva sınıfının adaletsizliği ve insanlığa karşı yaptığı haksızlıklar nedeniyle bizzat sınıfın kendi korku vizyonlarını üretir oldu. Gothic novels’a yansıyan bu korku vizyonlarından eski ile yeni, feodalizm, kilise ile araştırma ve bilim eşit ölçüde nasiplerini aldılar. Burjuva insanı (okuru) dün ile bugün arasına sıkışıp kalmış, daha doğrusu hapsolmuştu. Proleter canavara, burjuvazinin (biraz da soylu karışımı ailenin) dünyasına giriş yasaktır. Tanrı’sını (yaratıcısını) arayan Frankenstein canavarı, (Dr. Frankenstein’ın hem kendisi hem karşıtı) kendine ait dünyada yaşamayı reddedince, hayat ona dar edilecektir.

Mario Praz “Introductory Essay” (Giriş Denemesi) başlıklı yazısında, gotik romanın ya da bu geleneğe eklemlenebilecek dehşet, korku romanının 20. yüzyıldaki iki örneğine değinip, yaptığı açıklamalarla bizi Fransız Devrimi öncesine kadar geri götürürken, gotik romanı bambaşka sosyal ve psikolojik ilişkilerin bağlamında açıklamayı deniyor. Biz, daha önce Vathek romanının önsözünde de yaptığımız gibi, gene bu ikinci yorumu da burada sunarak, okura geniş bir perspektiften bakma imkânı vermeyi uygun gördük.

Gustav Meyrink’in Golem ve Mikhail Bulgkov’un The Master and Margarita romanlarının yirminci yüzyılda gördüğü ilgiye işaret eden Praz, efsanesi ortaçağa kadar geri giden, Golem’i,2 Mary Shelley’nin Frankenstein’ı ile karşılaştırıyor, Mary Shelley’nin Frankenstein canavarı ile benzerlikleri hatırlatıp, gotik romanın tipik yapısal özelliklerini romanda arıyor: Yeraltı dehlizleri, kişinin işlemediği bir suçtan suçlanması ve masumiyetini ispat edememesi, karanlık bir okulun ürkütücü odaları gibi belirleyici gotik unsurları öne çıkarttıktan sonra, günümüz modern romanında da, esrarengiz, merhametsiz, gaddar bir dünya motifini hem Kafka öykülerinde hem de Kübik resimlerde bulduğumuzu hatırlatıyor. Meyrink’in Golem’ini geriye doğru izlediğimizde Godwin’in son uzun öykülerine, romantik Alman şairi Novalis’e ve E.T.A Hoffmann’a (Der Sandmann/Kum Adam) Balzac ve Gerard de Nerval’in ezoterik uzun öykülerine dönebiliyoruz. Praz, 19. yüzyılın ortasında yeniden parlayan gotik alevlerin hâlâ sönmediğini böylece kanıtladıktan sonra, Fransız Devrimi’nin Direktuvar3 döneminden ilginç bir tespitle çıkıyor karşımıza. Direktuvar yönetimi dönemi iki ünlü ve çarpıcı modasıyla iki kavram armağan ediyor kültür dünyasına: Merveilleuses ve incroyables. Birincisi, harika, muhteşem gibi anlamlar taşıyan bir sözcük, ikincisi ise inanılmaz, akıl durdurucu, müthiş vb. demek. Merveilleuses, Direktuvar döneminde modaya aşırı düşkün ve abartılı giyinen kadınları biraz da “gırgıra alan” bir kavram. İkincisi ise, şu bildiğimiz yanlardaki iki ucu da sivri olan Direktuvar dönemi şapkası; inanılmaz kavramının kaynağı bu. Sonuçta, Fransız Devrimi ve Direktuvar dönemi, Praz’a göre abartılı, taşkın, inanılmaz olanın dönemi. Buradan gotik ve fantastik romana (öyküye) giden bağı kurmaya çalışan Praz, dönemin çok daha belirleyici bir özelliğini, bu abartının, aşırılığın bağlamına oturtuyor: Efemine, kadınsı, ince, kibar, nazik bir dönemdir bu dönem. Ne var ki soru hemen mantıksal olarak karşımıza çıkıyor: Böyle femin ya da efemine bir dönemde, karanlık, esrarengiz ormanları, kasvetli mağaraları, yıldırımlar yağdıran fırtınaları, meçhulü içeren metruk şatoları özlemenin kaynağı ne olabilir? Görüldüğü gibi, yukarıda gotik-fantastik edebiyatı ve bunun 19. yüzyılda yeniden dirilişini, burjuva sınıfının hayatın her alanına ve kendi iç, dürtüsel dünyasına hâkim olma endişeleriyle ilişkilendirerek açıklamaya çalışmıştık. Şimdi karşımıza bambaşka bir perspektif çıkmış oluyor. Praz, yüzyılların en kibarı, en incesi olarak tanımladığı Watteau’nün, Boucher’in ve Zoffany’nin yüzyılında, insanların dehşete, korkuya duydukları merakı, dönemin “femin” karakterine bağlıyor. Başka hiçbir yüzyılda, kadının böylesine belirleyici bir ağırlık kazanmamış olduğunu, böyle bir dönemin metafiziksel bir endişe ve korkuyu da beraberinde getirdiğini D. Mornet’nin “18. Yüzyılda Fransa’da Romantizm” (Paris, Hachette, 1912) metnine dayanarak ileri sürüyor. Demek ki sözkonusu olan yepyeni bir duyarlılıktır; hayat karşısında “inceldikçe” hayatın denetlenemez mıntıkalarına açık hale gelme endişesidir gotik romanın kaynağı. Bu gelişmenin bir ucunda, gene yayınevimizde basıma hazırlanan ve Gotik roman’ın ilk tipik örneği sayılan Otranto Şatosu ve Vathek yer alır.

Frankenstein4
Yayınevimizde ilk gotik romana örnek olarak çıkan Vathek’te Halife’nin yaşadıklarının, daha doğrusu hemen hemen olayların çoğunun inandırıcılıktan çok uzak olması, okuru pek rahatsız etmemiş olmalı; çünkü Vathek bir masal-korku romanı olma özelliği taşıyordu. Mary W. Shelley’nin Frankenstein’ı korku duygumuzu zorlama bakımından Vathek ve yayımlamaya hazırlandığımız Otranto Şatosu’ndan daha etkili ve bu iki örneği aşar nitelikte olmasına rağmen, bir masal metni olmadığı için, inandırıcılığı bizzat engelleme gibi bir sorun çıkartmaktadır karşımıza. Romanın dördüncü bölümünde “yaratmanın sırrının” bulunduğunu öğreniriz, ama bu sırrın ne olduğu hakkında en ufak bir açıklamayı boşuna bekler dururuz. F. D. Fleck, Studies in Romanticisim’de (VI, 4, 1967), Mary Shelley’nin, kocasının soyutlamaya olan sevgisine duyduğu ilgiye dikkati çekiyor. Fleck’e göre, Frankenstein imajiner biçimde, kocası Shelley’ye yönelik eleştirel bir yorumu içermektedir. Frankenstein’ın, doğanın gizli yasalarına çok merak duyan Mary’nin eşi Percy Shelley ile ortak yanlarını bulmak mümkündür. Karı koca 1815’te Vathek’i okumuşlar, muhtemelen onun, cennetin sırlarına vakıf olma yönündeki küstah, haddini bilmez arzusunu fark etmişlerdi.

Frankenstein da, kutsal kiliseye, ölüme, bedenin kurtlara teslim edildiği yer olarak bakar. Ölüm insanın o güzelim biçimini mahvetmektedir ona göre, kurtlar gözlerin ve beynin mucizelerine elkoymaktadırlar ve Frankenstein dünyevi elleriyle bu gidişe son verecektir.

İnsanoğlunun kendi yapay benzerini yaratma rüyası 18. yüzyılda da hız kesmiş değildi. Yapay insan yaratma hayali farklı şekilde de olsa edebiyata da yansıyıp duruyordu (Goethe, Godwin, Condillac).

Öte yandan Fransa’da bir tür yapay insan yaratma çabası pratik düzlemde de ortaya çıkmıştı. Bu çalışmaların başındaki isim Jacques de Vaucanson’du. Grenoble’daki Cizvit Yüksekokulu’nda öğrenim gören Vaucanson, küçük yaşta makinelere ilgi duymaya başlamıştı. 1738’de flüt çalan bir otomat, sonra da Tefçi ve Ördek adlı otomatlarını yapmıştı Vaucanson. Ördek, yalnızca canlı bir ördeğin hareketlerini taklit etmekle kalmıyor, aynı zamanda yeme, içme ve sindirme gibi faaliyetleri de gerçekleştirebiliyordu. Konumuz dışı olmakla birlikte onun dokuma tezgâhını otomatikleştiren buluşu, önce hiç ilgi görmediyse de, Sanayi Devrimi’nin lokomotifi olup çıkacaktı. 1739’da XV. Louis, ondan, kan dolaşımını gösterecek bir otomat yapmasını istemişti. Aynı zamanda ünlü Fransız fizyokratlarından François Quesnay de kan dolaşımı ile uğraşıyor, H. Jean-Baptiste Bertin gibi bir bakan, bütün yürekli araştırmaların önünü açıp duruyordu. Kan dolaşımını gösteren otomatta, atar ve toplar damarların yerini alacak malzeme, dönemin tek elastik malzemesi olarak bilinen kauçuktu, ama kauçuğun Guyana’dan getirtilmesi gerekiyordu. Ne var ki, bu iş için taze kauçuk gerekliydi. Kralın da izin vermesi üzerine, kan dolaşımını gösteren otomat projesini Guyana’da, bizzat taze kauçuğun elde edildiği yerde gerçekleştirmeye karar verildiyse de, sonuçta bu proje gerçekleşmeden kalacaktı.

Gene 17. yüzyılda, ünlü Cizvit Anthanasius Kircher ve başkalarının da uyumlu ses çıkartan otomatların hayalinin peşinde olduklarını öğreniyoruz. Materyalist bir düşünür olan Julien de La Mettrie, L’homme machine’de Vaucanson’a bir parleur, yani konuşmacı, “özellikle yeni bir Prometheus’un elinde imkânsız görünmeyecek bir makine” yapmasını tavsiye eder (1746). Jean Blanchet Felsefenin İlkeleri’nde (1756), “şarkısında sadece en harika tonları çıkarmakla kalmayıp, en güzel dizeleri de kurabilen” bir otomatın nasıl yapılacağına işaret eder: “Burada Arşimed’in ya da Vaucanson’un bütün keşif ve ‘endüstri’lerine ihtiyaç duymakla kalmayıp tüm o eğitimli Avrupa’yı şaşırtacak bir fenomen söz konusudur.”

Praz, bütün bu girişimlerin Mary Shelley’nin gotik romanı Frankenstein’dan çok, sibernetiğin öncüsüymüş gibi göründüklerini söylüyor. Yapay insan konusunda Frankenstein’ın yazılmasından yaklaşık 70 yıl önce Fransa’da yaşanan gelişmelerin Frankenstein öyküsünün doğuşunda ne kadar payı bulunduğunu söylemek zordur, çünkü bu konuda elimizde herhangi bir belge bulunmamaktadır. Ancak burada üzerinde durulabilecek bir başka bilimsel kaynak bulunmaktadır. Sinir uyumları elektriği konusunda 19. yüzyılın başına doğru ortaya atılan tezler, Frankenstein’ın ölü parçalarından bir araya getirdiği yapay insanını harekete geçirmek için elektriği yeterli bir kaynak olarak görüşünü de açıklar. (bkz. Mary Shelley’nin “Giriş” açıklaması) Ünlü İtalyan hekimi ve fizik bilgini Luigi Galvani, 1791’de kas hareketleri üzerinde elektriğin etkisi konusundaki çalışmasını bilim çevrelerine duyurur. Ona göre hayvanların dokularında onlara hayat veren bir güç vardı ve bir metalle dokunulduğunda bu güç sinir ve kas dokularını harekete geçiriyordu. Galvani’ye göre bu, şimşeğin taşıdığı doğal elektrikten ve sürtünmeyle elde edilen yapay elektrikten farklı bir elektrik türü olmalıydı ve bu yeni tür elektriğin üretiminden beyin sorumlu olmalıydı. Dönemin başka bir ünlü fizikçisi, Pavia Üniversitesi’nden Alessandro Volta ise kasların uyarılmasının nedeninin, değişik metallerin birbirine değmesi olduğunu ileri sürüp Galvani’nin tezlerine katılmamıştı. Bunun üzerine Galvani bu kez aynı metalden yapılmış çubukları birbirine sürterek kasları harekete geçirdi.

Galvanizm tartışması, canlılardaki biyoelektrik gücünün kanıtlanması bakımından ilk önemli adımlardan biriydi.

Frankenstein’ın yazılışından yaklaşık 25 yıl önce popülerleşen bu tartışmanın, Mary Shelley’ye, öyküsünün “bilimsel” (bilimkurgusal) desteğinden daha fazlasını, böyle bir öykü yazma fikrini vermiş olabileceğini söylemek mümkündür.

Frankenstein, kuşkusuz, bir edebiyat ürünü olarak, klasiklerle boy ölçüşecek durumda değil. Olamaz da.

Ama onda da, gotik romanın çoğu gibi, hiç eskimeyen bir şeyler var: “Gotik iklimi” bu önsözün girişinde, aydınlanma hareketinin ve burjuvazinin ekonomi ve politik hayata damgasını vurma sürecinin içinde de açıklamaya çalıştık. Bu romanı “klasik” yapan özellikler, doğrudan klasik bir alt tür olan gotik romanın içinde kendine bir yer bulmuş olmasının yanı sıra, korkunun hiç eskimeyen cazibesi olmalı. Bilimin ve gelişmelerin köprüsünün altından, aradan geçen yaklaşık 180 yıl içinde çok sular aktı. Günümüzde gen mutasyonlarının, gen manüplasyonlarının gerçekleştirebilecekleri kitlesel kıyımların yanında Frankenstein canavarının yaptıkları gülünç, masum, devede kulak bir suç olarak kalmaktadır. Tanrı’nın yaratma ayrıcalığına ortak olma sorunu, klonlama girişimleriyle bütün bir yüzyılı işgal edecek gibi görünüyor. Frankenstein’ın yapay insanı daha doğduğu gün bile inandırıcılıktan oldukça uzaktı üstelik; oysa klonlanmış koyun, kedi ayağımızın altında dolaşmak üzere. Öyleyse roman, asıl şimdi bütün bir yüzyıla yayılmaya aday “yaratma işlemine ortak olma” sorununun (günahının) ilk klasik örneklerinden olmasıyla da ayrı bir önem taşıyor.

Veysel Atayman
Eylül 2004, İstanbul

ÖNSÖZ

Bu yapıtın temel aldığı olay, Dr. Darwin5 ve Almanya’daki bazı fizyoloji yazarları tarafından olanaksız sayılmayacak bir olay olarak görülür. Böyle hayal ürünü bir şeye en ufak bir inancım olduğu sanılmasın; yine de, bunu hayal ürününün temeli olarak düşünmeme rağmen, kendimi yalnızca bir dizi doğaüstü korkunç olaylar örmüş olarak görmüyorum. Hikâyenin konusunun dayandığı olay, sıradan bir hayalet ya da büyü hikâyesinin dezavantajlarını taşımamaktadır. Her ne kadar hikâyede gelişen olaylar fiziksel gerçeklik bakımından mümkün gözükmeseler de, gerek geliştirdiği durumların yeniliğiyle, gerekse insani tutkuları, gerçekten varolan olayların sıradan ilişkilerinin sunabileceğinden çok daha etraflı ve etkili bir şekilde betimleyerek imgeleme yeni bir bakış açısı kazandırmaktadır.

Dolayısıyla, içeriğini oluşturan öğelere yenilik katmaktan kaçınmazken bir yandan da insan doğasının temel ilkeleriyle ilgili gerçekliği korumaya çalıştım. Trajik Yunan şiiri İlyada; Fırtına ve Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda Shakespeare ve özellikle de Kayıp Cennet’te Milton da bu kurala uyar ve çabalarının karşılığı olarak eğlendirmek ya da eğlenmek isteyen en alçakgönüllü romancı da küstahlığa kaçmadan, şiirin en yüce örneklerini veren insan duygularının bir sürü zarif öğesini benimseyerek bir serbestlik ya da daha doğrusu bir kuralı düzyazı yapıtlarına uygulayabilir.

Öykümün dayandığı olay sıradan bir sohbet sırasında aklıma geldi. Hikâyeye, kısmen bir eğlence kısmen de zihnin üzerinde durulmamış becerilerini çalıştırmak amacıyla başlanmıştı. Çalışma ilerledikçe bunlara başka güdüler de karıştı. Öykünün içerdiği duygular ya da karakterlerdeki her tür ahlaki eğilimin okuyucuyu nasıl etkileyeceğine hiçbir şekilde kayıtsız değilim; yine de bu konudaki başlıca kaygım, günümüz romanlarındaki gevşeklik verici etkiden kaçınmak, evcimen sevginin güzelliğini ve evrensel değerlerin mükemmelliğini sergilemekten ibaret. Karakterden ya da kahramanın durumundan kaynaklanan görüşlerin, ne her zaman için benim kendi kanaatlerimle örtüştüğü; ne de ileriki sayfalardan haklı olarak çıkarılacak sonuçların, ne türden olursa olsun, herhangi bir felsefi doktrine taraftar olduğu hiçbir şekilde düşünülemez.

Bu öyküye, çoğunlukla manzaranın göründüğü muhteşem bir bölgede ve özlemeden edemediğimiz dostlar arasında başlanmış olması da yazar için ek bir önem taşımaktadır. 1816 yazını Cenevre civarında geçirmiştim. Soğuk ve yağmurlu bir mevsimdi ve akşamları alev alev yanan bir odun ateşinin etrafında toplanıyor, zaman zaman bir şekilde elimize geçmiş olan Alman hayalet hikâyeleriyle oyalanıyorduk. Bu hikâyeler bizde, oyuncu bir taklit arzusu uyandırdı. Diğer iki arkadaş (bunlardan birinin kaleminden çıkan öykü benim üretmeyi umabileceğim herhangi bir şeye göre halk tarafından çok daha büyük bir kabul görecektir) ve ben bazı doğaüstü olaylara dayanan birer hikâye yazmak konusunda anlaştık.

Bununla birlikte, hava aniden duruldu ve iki arkadaşım beni bırakarak Alpler’de bir yolculuğa çıktılar ve bu dağların sunduğu olağanüstü manzara içinde, hayaletlerle ilgili bütün düşlerini kaybettiler. Aşağıdaki hikâye bunların arasında, tamamlanan tek hikâyedir.

Marlow, Eylül 1817

FRANKENSTEIN YA DA
MODERN PROMETHEUS

YAZARIN STANDARD NOVELS İÇİN YAZDIĞI GİRİŞ

Standard Novels’ın yayıncıları, dizilerinden biri için Frankenstein’ı seçerken, öykünün kaynağıyla ilgili bir yazı yazmamı rica ettiler. Bu isteği yerine getirmek konusunda ben de istekliydim, çünkü böylece sık sık karşılaştığım bir soruya genel bir cevap verebilecektim; “Genç bir kız olarak nasıl olup da böyle korkunç bir fikir üretmiş ve bunu geliştirmiştim?” Yazılarımda kendimi ön plana çıkarmaya karşı olduğum doğru; ama bu yazı, yalnızca eski bir yapıtıma ek olarak sunulacağı ve sadece yazarlığımla ilgili konularla sınırlı olacağı için, kendimi kişisel müdahale gibi bir şeyle suçlayamam.

Yazın alanında seçkin bir üne sahip iki kişinin kızı olduğumdan, yazmayı çok erken yaşta düşünmeye başlamış olmam tuhaf bir durum değil. Çocukken de bir şeyler karalıyordum ve dinlenmem için ayrılan zamanlarda uğraşmayı en çok sevdiğim iş de “öyküler yazmak”tı. Yine de bundan daha çok hoşuma giden bir eğlencem daha vardı ki, bu da, gökyüzünde şatolar inşa etmek –hayal kurmak– bir hayali olaylar dizisi oluşturmak amacıyla, art arda gelen düşüncelerin izini sürmekti. Hayallerim yazdıklarımdan daha fantastik ve daha güzeldi. Yazarken, aklımdan geçenleri kâğıda dökmektense diğerleri gibi daha gerçekçi oluyordum. Yazdıklarım en azından bir kişinin –çocukluk arkadaşım ve dostumun– okuyacağı şekilde tasarlanıyordu; ama hayallerim tamamıyla bana aitti; kimseye karşı sorumlu değildim; keyfim kaçtığında hayallerime, boş kaldığım zamanlardaki en sevdiğim eğlenceme sığınıyordum.

Çocukluğumu daha çok taşrada geçirdim ve kayda değer bir süre de İskoçya’da kaldım. Zaman zaman daha büyüleyici yerlere geziler yapıyordum; ama her zamanki evim, Dundee yakınlarındaki, Tay’in ıssız ve kasvetli kuzey kıyılarındaydı. Şimdi geçmişe dönüp baktığımda o kıyıları ıssız ve kasvetli olarak hatırlıyorum, ama o zamanlar öyle gelmiyordu. Kimseye aldırış etmeden hayali varlıklarımla sohbete dalabileceğim hoş bir yer, bir özgürlük yuvasıydı. O zamanlar da yazıyordum ama çok basmakalıp bir tarzda. Gerçek yapıtlarım, hayal gücümün havai uçuşları, evimizin arazisindeki ağaçların altında ya da civardaki ağaçsız dağların kasvetli yamaçlarında doğdu ve gelişti. Hikâyelerimin kahramanı kendim olmuyordum. Kendim söz konusu olduğunda hayat bana çok sıradan görünüyordu. Romantik acıların ve harikulade olayların benim payıma düşebileceğini düşünemiyordum; ama kendi kimliğimle sınırlı kalmıyordum ve saatlerimi, o yaşta bana kendi duygularımdan çok daha ilginç gelen varlıklarla dolduruyordum.

Bundan sonra hayatım daha hareketli bir hale geldi ve kurmacanın yerini gerçeklik aldı. Bununla birlikte, kocam aileme layık biri olmam ve ünlüler arasına adımı yazdırmam gerektiği konusunda en çok endişelenen kişiydi. Edebi bir saygınlık kazanmam için beni sürekli teşvik ediyordu, o zamanlar bunu ben de umursuyordum, ama sonradan bu konuya karşı son derece kayıtsızlaştım. O zamanlar, dikkate değer bir şeyler üretebileceğim fikrinden çok, ileride daha iyilerini vaat eden ne derecede bir yeteneğe sahip olduğumu görmek için yazmamı istiyordu. Ama ben hiçbir şey yapmadım. Seyahatler ve aileme gösterdiğim ilgi bütün vaktimi alıyordu ve çalışmak –okuyarak ya da daha eğitimli olan kocamla konuşup fikirlerimi geliştirerek– zihnimi meşgul eden tek edebi uğraşımdı.

1816 yazında, İsviçre’ye bir ziyarette bulunduk ve Lord Byron ile komşu olduk. Başlarda, gölde ya da göl kıyısında dolaşarak hoşça vakit geçiriyorduk ve o sırada Childe Harold’ın üçüncü kantosunu yazmakta olan Lord Byron, aramızda düşüncelerini kâğıda döken tek kişiydi. Art arda bize getirdiği, şiirin ışığı ve ahengiyle bezenmiş bu parçalar, yeryüzünün ve gökyüzünün onunla paylaştığımız güzelliklerinin tanrısal bir işareti gibiydi.

Ama yağmur yağdığından pek hoş bir yaz olmadı ve aralıksız yağmurlar yüzünden sık sık, günlerce eve kapanmak zorunda kaldık. Almanca’dan Fransızca’ya çevrilmiş bazı hayalet hikâyeleri geçti elimize. Uğruna yeminler ettiği gelini kucakladığını sandığında aslında kendini, terk ettiği kadının solgun hayaletinin kollarında bulan bir adamın hikâyesi olan History of the Inconstant Lover (Vefasız Âşığın Öyküsü) vardı. Acınacak kaderinde, hepsi de tam kendilerinden bir şeyler umut edilecek yaşa geldiklerinde, lanetli evinde bütün oğullarına ölüm öpücüğü vermek yazılı olan günahkâr bir babanın öyküsü vardı. Hamlet’teki hayalet gibi tepeden tırnağa zırhlar içinde, ama miğferinin güneşliğini kaldırmış; devasa, gölge gibi görüntüsüyle gece yarısı ortaya çıkıyor ve ara sıra görünen ayışığı altında, kasvetli bulvar boyunca yavaş yavaş ilerliyordu. Şato duvarlarının gölgesi altında kayboluyordu; ama çok geçmeden bir kapı açılıyor, bir ayak sesi duyuluyor, oda kapısı açılıyor ve bu adam, sağlıklı bir uyku içinde süzülen en güzel çağındaki gençlere doğru ilerliyordu. Eğilip çocukların alnını öperken, yüzünü sonsuz bir acı kaplıyordu ve o andan itibaren çocuklar, dalından koparılmış çiçekler gibi solup gidiyordu. O zamandan beri bu hikâyelere hiç rastlamadım, ama anlatılanlar zihnimde, daha dün okumuşum gibi taptaze duruyor.

“Hepimiz birer hayalet hikâyesi yazalım,” dedi Lord Byron ve önerisi kabul edildi. Dört kişiydik. Soylu yazar, bir parçasını Mazeppa şiirinin sonuna eklediği bir öyküye başladı. Bir öykü yapısı kurmaktan çok, görkemli söz sanatları ve dilimizi süsleyen en uyumlu dizelerin müziğiyle düşünce ve duyguları somutlaştırmaya daha yatkın olan Shelley, hayatının ilk dönemlerindeki tecrübelerine dayanan bir hikâyeye başladı. Zavallı Polidori’nin, anahtar deliğinden birilerini gözetlediği için –ne görmeye çalıştığını unuttum ama sarsıcı ve yanlış bir şeydi elbette– cezalandırılan kuru kafalı bir kadın hakkında korkunç bir fikri vardı; ama kadın sonradan ünlü Coventry’li Tom’dan daha da kötü bir duruma düşünce, Polidori ne yapacağını bilemeyip kadını, kendisine uyan tek yer olan Capulet’lerin6 mezarlığına göndermek zorunda kaldı. Ünlü şairler de düzyazının yavanlığından sıkılarak, pek hoş olmayan bu işten çabucak vazgeçtiler.

Ben bir öykü düşünmekle meşguldüm –bizi bu işe atılacak kadar heyecanlandıran öykülere rakip olacak bir öykü. Doğamızdaki gizemli korkulara tanıklık edecek ve korkudan insanın tüylerini ürpertecek bir öykü– okuyucunun dehşetle etrafına bakınmasına sebep olacak, kanını donduracak, kalp atışlarını hızlandıracak bir öykü. Bunları başaramazsam, hayalet hikâyem adına layık olmayacaktı. Düşündüm durdum ama boşuna. Kaygı dolu dualarımıza koca bir hiçten başka bir şey cevap vermediğinde olduğu gibi, içimde bir boşluk duyuyor, yazarlığın en büyük acısı olan acıyı; yaratıcılık yeteneğinden yoksun olduğumu hissediyordum. Her sabah, “Bir hikâye düşündün mü?” sorusuyla karşılaşıyordum ve her sabah aynı küçük düşürücü olumsuz cevabı vermek zorunda kalıyordum.

Sancho’nun deyişiyle,7 herşeyin bir başlangıcı olmalı ve bu başlangıç, daha önce geçen bir şeye bağlı olmalı. Hintliler, dünyaya üzerinde durabileceği bir fil vermişlerdir ama o fil de bir kaplumbağanın üstünde duruyor. Alçakgönüllü bir şekilde itiraf etmek gerekiyor ki, kurmaca hiçten değil kaostan yaratılır; ilk başta malzemeler sağlanmalıydı: Kurmaca karanlık, şekilsiz maddelere biçim verebilir ama maddenin kendisini var edemez. Bütün keşif ve icat meselelerinde, imgelemle ilgili olanlarda bile, sürekli Colomb ile yumurtası hatırlatılır bize. Kurmaca, kişinin kendi yeteneklerini kavrayabilmesine ve aklına gelen fikirleri kalıba döküp biçimlendirebilme gücüne bağlıdır.

Lord Byron ile Shelley birçok uzun konuşma yapıyorlardı, ben de bu konuşmalara büyük bir bağlılıkla katılıyordum, ama neredeyse sessiz bir dinleyiciydim. Bu konuşmalardan birinde çeşitli felsefi doktrinler, öbürlerinde hayatın ilkelerinin doğası ve bunların keşfedilip keşfedilemeyeceği ve açıklanıp açıklanamayacağı tartışılıyordu. Dr. Darwin’in deneylerini konuşuyorlardı (Doktorun gerçekten yaptıklarından ya da yaptığını söylediği şeylerden değil, o zamanlar onun tarafından yapıldığı söylenen şeylerden bahsediyorum, ki bunlar beni daha çok ilgilendiriyordu.) Kendisi bir parça tel şehriyeyi, bazı sıradışı yollarla kendiliğinden hareket etmeye başlayana kadar cam bir kutuda tutmuştu. Ne de olsa hayat da bu şekilde verilmemiş miydi? Belki de bir ceset yeniden canlandırılabilirdi; galvanizma böyle şeylerin işaretlerini vermişti; belki, bir varlığı oluşturan parçalar üretilebilir, bir araya getirilebilir ve bu şeye bir canlının sıcaklığı verilebilirdi.

Bütün akşam bu konuyla geçti ve hatta yatmaya gittiğimizde, ruhların dolaşma vakti8 bile geçmişti. Başımı yastığa koyduğumda uyuyamadım, düşündüğüm de söylenemez. Hayal gücüm beni ele geçirmiş, kendi kendine yönlendiriyor; art arda aklıma gelen imgeleri, hayal âleminin alışılmış sınırlarının çok ötesinde bir canlılıkla sunuyordu. Gözlerim kapalı olmasına rağmen kuvvetli imgeler gördüm; dinin takdis etmediği bilimleri okuyan solgun yüzlü öğrencinin, bir araya getirdiği şeyin yanında diz çöktüğünü gördüm. Bir adamın korkunç hayalinin serilmiş yattığını ve sonra güçlü bir cihazın çalışması üzerine yaşam belirtileri gösterip huzursuz, yarı canlı bir hareketle kıpırdadığını gördüm. Korkunç olmalı; çünkü herhangi bir insanın, dünyanın Yaratıcısı’nın muazzam mekanizmasını taklit etmeye kalkışmasının sonucu, son derece korkunç olurdu. Başarısı, sanatçıyı dehşete düşürürdü; korkuya kapılarak, nefret uyandırıcı marifetinden ilk önce kendisi kaçardı. Kendi başına kalan bu şeye naklettiği zayıf hayat ışığının sönüp gitmesini; böylesine kusurlu bir ruh kazanan bu şeyin ölü bir maddeye dönüşmesini ve mezarın sessizliğinin, bir zamanlar hayatın beşiği olarak gördüğü bu korkunç cesedin geçici varlığını söndüreceği inancıyla, gönül rahatlığıyla uyuyabilmeyi umut ederdi. Uyuyor; ama uyanıyor; gözlerini açıyor; iğrenç şeyin yatağının yanında durduğunu, perdeleri açıp ona sarı, sulu ama düşünceli gözlerle baktığını görüyor.

Ben de benimkileri açtım dehşetle. Bu fikir beni o kadar etkilemişti ki, korkuyla bütün vücudum ürperdi ve hayalimin bu soluk imgesini çevredeki gerçeklerle değiştirebilmeyi diledim. Onları hâlâ görüyorum: aynı oda, koyu renk yer döşemeleri, ayışığının içeri girmeye uğraştığı kapalı panjurlar ve ötesinde cam gibi donuk göl ile yüksek Alpler’i hissedişim. Korkunç hayaletimden o kadar kolay kurtulamadım; hâlâ görünüyor. Başka bir şey düşünmeye çalışmak zorundayım. Tekrar tekrar hayalet hikâyeme dönüyorum –yorucu, talihsiz hayalet hikâyeme. Ah! Okuyucuyu, o gece kendim korktuğum kadar korkutacak bir hikâye kurabilsem keşke!

Işık kadar hızlı ve birdenbire aklıma geliveren fikir heyecan verici. “Buldum! Beni korkutan başkalarını

————

1     Bu konuda çok daha geniş bilgi için yayına hazırladığımız “Bilimkurgu Sineması” kitabımıza bakılabilir. (y.n.)
2     Bkz. sonsöz.
3     Direktuvar: Fransa’da 26 Ekim 1795-9 Kasım 1799 arasında etkinlik gösteren hükümet. Halk yığınlarını iktidardan uzaklaştırarak burjuvazinin hizmetine giren Direktuvar geniş yetkilerle donatılmıştı. Yönetim, yasama ve yürütme görevlerini üstlenen iki meclise (Beşyüzler Meclisi ve Yaşlılar Meclisi) teslim edilmişti.
4     Sonsözde çok geniş biçimde yapılan açıklamalar, romanı çok düzlemli bir incelemenin odağına koyacak. Ancak bu bölüm, dönemin “yapay insan” ya da “canlı” konusundaki pratik ve düşüncelerine değinerek bize apayrı bir değerlendirme imkânı sunuyor.
5     Erasmus Darwin (1731-1802), Charles Darwin’in büyükbabası.
6     Capulet’ler, Romeo ve Juliet’teki Juliet’in ailesi.
7     Sancho ile Don Kişot’taki Sancho Panza kastedilmektedir. Sancho Panza, bu sözleri kendi adasının valisi olmayı umduğunda söylemiştir.
8     Orj. Witching hour; gece yarısı anlamına gelir.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıFrankenstein Ya Da Modern Prometheus
  • Sayfa Sayısı320
  • YazarMary Shelley
  • ÇevirmenPınar Güncan
  • ISBN9786053540618
  • Boyutlar, Kapak11x21, Karton Kapak
  • YayıneviBORDO SİYAH / 2012

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Frankenstein ~ Mary ShelleyFrankenstein

    Frankenstein

    Mary Shelley

    Daha çok korku romanı olarak bilinen Frankenstein aslında Felsefi bir romandır. Kitabın kahramanı olan Dr. Frankenstein hastalıklara son verebilmek ve ölümsüzlüğe ulaşmak için yaratıcı...

  2. Mathilda ~ Mary ShelleyMathilda

    Mathilda

    Mary Shelley

    Shelley’nin aynı zamanda yayımcılığını üstlenen babası, 1820’de kaleme aldığı Mathilda’yı yayımlamayı reddetti ve metin yazarın ölümünden çok sonrasına, 1959’a kadar hiç basılmadı. Öyle ki...

  3. Ölümlü Ölümsüz ~ Mary ShelleyÖlümlü Ölümsüz

    Ölümlü Ölümsüz

    Mary Shelley

    Bu yıl 200. yılını  kutlayan Frankenstein’ın yaratıcısı Mary Shelley’den kült bir öykü: Ölümlü Ölümsüz Shelley’nin edebi dehasını açığa çıkaran ve ilk kez Türkçeye çevrilen bu eser, sonsuzluk, ölüm...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Aveline Jones ve Cadı Taşları ~ Paul HickesAveline Jones ve Cadı Taşları

    Aveline Jones ve Cadı Taşları

    Paul Hickes

    Aveline, annesinin yaz için kiraladığı evin bir taş çemberin yakınlarında olduğunu öğrenince çok heyecanlanır. Köyde yaşayanlar bu antik yapıya Cadı Taşları adını vermiştir. Aveline...

  2. Ölümün Sonu ~ Cixin LiuÖlümün Sonu

    Ölümün Sonu

    Cixin Liu

    On yılların en önemli bilimkurgu serilerinden Üç Cisim Problemi, Ölümün Sonu ile sona eriyor. Kıyamet Savaşı’ndan yarım asır sonra, Karanlık Orman Caydırması’nın sağladığı gergin...

  3. İsimsiz Kafe ~ Robert Seethalerİsimsiz Kafe

    İsimsiz Kafe

    Robert Seethaler

    1966, Viyana. İkinci Dünya Savaşı’ndan yirmi yıl sonra şehir küllerinden doğarken sezonluk işçi Robert Simon da bu heyecana kapılır ve bir dükkân kiralayıp kendi...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur