Jack London’ın roman kişileri, insan ile doğa arasında bir zanıanlarki birlikteliği arar, onun izlerini bulur, içlerindeki doğaya çarpar, onu yüzeye çıkartabildikleri ölçüde vahşileşir, insanlıklarından uzaklaşırlar. Bir yanda doğal yanları, vahşilik çağırır onları, bir yanda da insan yanlan. Bu kez doğa denizdir; insan yanını çoktan yok edip doğanın (denizin) bir parçasına dönmüş olduğunu sanan kişi de kaptan Larsen. London bize; -Beyaz Balindnın kaptan Ahab’ı gibi denizin beyaz “ruhuyla’ birlikte sulara karışmayacaksak- doğayla birlikte olmanın insan yanımızı yok etme şartına dayanmaması gerektiğini hatırlatıyor.
Deniz Kurdu: Doğaya insan kalarak direnmek.
***
ÖNSÖZ
12 Ocak 1876’da John Griffith Chaney adıyla San Francisco’da William Henry Chaney adlı bir astroloğun ve piyano öğretmeni ve spritualist Flora Wellmann’ın oğlu olarak dünyaya gelen John Chaney, annesinin daha sonra Amerikan iç savaşı gazilerinden John London ile evlenmesi üzerine London soyadını aldı. Daha çocukken kitaplara saran Jack London, bir fabrikada günde 16 saatten fazla çalışmak mecburiyetinde kalmıştı. Hayatı bir anda saçma sapan bulan genç, siyahi mürebbiyesi Jenny Prentiss’den aldığı borç parayla “Razzle Dazzle” adlı bir tekne alıp istiridye avcılığına çıktı. Çok geçmeden “Frisco Kid” olarak tanınan genç, Oakland Körfezi’nin ünlü istiridye çıkartıcılarından biri olarak tanınmaya başladı. Bir yıl sonra hedef değiştirip balıkçılığa yöneldi.
Bu başlangıç çıkışlarını sıkıcı bulan delikanlı, gelişmesinin önünü açmak için “Sophie Sutherland” adlı gemide tayfa olarak fok avcılarının arasına katıldı. Bundan da kısa sürede bıkan London, ailesinin yanına dönüp bir jüt fabrikasında eskisinden çok daha zor koşullar altında çalışmaya başladı. Akşamları kalan boş zamanlarında okumaya, kendini geliştirmeye uğraşıyordu; ama elbette yoğun çalışmadan bitkin düştüğü için çok zor oluyordu bu. 1890’larda, sonradan “Demiryolu Serserileri”nde ironik bir anlatımla sunacağı serserilik, avarelik dönemine adım attı. Yol onu bu kez hapishaneye kadar sürükleyecek, orada ilk sosyalist düşüncelerle buluşmasına imkân tanıyacaktı. San Francisco’ya bir kez daha dönen London, annesini dul kalmış bulunca, ailenin bakımını üstlenmek zorunda kaldı. Bir yandan bir çamaşırhanede çalışırken bir yandan da Berkeley Üniversitesi’nde öğrenip yapmayı hedefliyor; böylece kendine sağlam bir gelecek kurma umudunu diri tutuyordu. Aynı dönemde, ödünç aldığı bir daktiloda, ilk öykülerini yazmayı da ihmal etmedi. Bu öykülerinin tekini olsun satamadığını biliyoruz. Alaska’da altın bulunduğunu duyunca üvey kız kardeşinin kocasıyla birlikte Alaska’nın yolunu tuttu Jack London. Elbette altın filan bulamadı; aslında doğru dürüst altın aradığı da söylenemezdi. Uzun, bitmek bilmeyen kuzey kışı gecelerinde kürk ve altın avcılarının öykülerini dinlemeyi altın aramaya tercih ediyor, bu anlatılanları sosyalist dünya görüşü ile ilintilemeye çalışıyordu. Bu birleştirme çabası, ilerki yıllarda Birleşik Devletler edebiyatında çığır açıcı bir etki yapacaktı. Jack Londan kendi kişisel “dünyasını”, evrenini keşfetmişti artık.
Gücünün, direnme yeteneğinin de ilk kez sonuna gelip dayanmıştı. Postacı olabilmek için mesleki bir sınavdan geçti; ama tayinini bekleyecek kadar sabırlı değildi; bekleseydi, adı sanı bilinmeyen bir postacı olarak kalacaktı belki. Jack London 1899 ile 1916 yılları arasında 50’ye yakın kitap, roman, öykü, rehber metin, sayısız makale yazdı. Konu alanları, hayatın her köşesini kapsıyordu. Bu kitaplardan bazıları, edebiyat eleştirmenlerince dünya klasikleri arasında görülmektedir. Jack London, 29 yaşında Vahşetin Çağrısı ve Deniz Kurdu ile dünyaca ünlü yazarlar arasına girmişti bile; özellikle Deniz Kurdu 1905 yılının en çok okunan moda romanıydı. Genelde kapitalist toplum düzeninin sert bir eleştiricisi gibi görünen London, işçi sınıfının devrimini savunmuş olmakla birlikte H. Spencer, F. Nietzsche gibi düşünürlerin düşüncelerinden de etkilenmiştir. İnsanın doğa karşısındaki mücadelesi, onun kafasında güçlü olanın ayakta kalabileceği anlayışıyla bütünleşip bir tür ‘direnme’ felsefesi oluşturur. ‘Deniz Kurdu’nda, sosyalleşmiş insanın edindiği uygarlık eseri duyguların, ahlaki ilkelerin yok sayılmasını, doğal bir duruma dönüşü, doğa ile (deniz ile) boğuşmanın koşulu gibi gören Kurt Larsen, Beyaz Diş ya da Vahşetin Çağrısı’ndaki gibi bir kurt olup çıkmıştır: Ya da o, sosyal varlığını terk etmiş yalnız bir kurttur. London, doğaya direnmenin insanlığın uygar yanını bir yana bırakmasını gerektirmeyeceğini söyler belki bu romanda. Doğaya direnme bir öğrenme, olgunlaşma, dayanıklılık kazanma sürecidir çünkü; kurtlaşma değil. Larsen’in gözleri, asıl kör olduğunda mı hakikati görür? Ölümü doğa karşısında bir yenilgi midir? Metnin içine gizli sorulardan bazılarıdır bunlar.
Jack London bu arada ilk eşi, iki kızının annesi Bessie Maddern’den boşanmış, Charmian Kittredge ile evlenmiştir. Aileye düşkün, yerleşik düzeni seven ilk karısı Bessie’nin aksine, ikinci eşi, bir tür “femme-fatal”di; hani şu özellikle Amerikan sinemasının 1915-25 yıllarında melodramlarda bıkmadan usanmadan perdeye taşıdığı vamp kadınlar gibi bir şey. Bir maceracı, önüne gelene ‘kuyruk sallayan,’ şehvetli bir varlık; yazarı kendine tutsak eden bu kadın, onun hem asistanı hem de arkadaşıydı. Birbirlerini karşılıklı olarak “Mate” diye çağırıyorlardı; yani, eş, arkadaş, iş ortağı anlamına gelen bir hitap şekliyle. Jack London eşinin cinsel serbestliğinin büyüsüne adeta kapılmıştı, görüşlerini, düşüncelerini aklına geldiği gibi, apaçık dile getirmekten çekinmeyen bu kadından, yazarın arkadaşlarının ödü patlıyordu aslında. Doğal olana, doğallığa düşkün yazarın, belki de ruhsal dünyasına en çok denk düşen varlıktı o. Dişi bir kurt.
1907’de yatı “snak” ile yedi yıllık bir yolculuk için okyanusa açılan London, iki yıl içinde kıyıya demir atmak zorunda kalacaktı. Kendini bir tür payitaht olarak tasarladığı çiftliğinin ve içindeki villanın yapımına verdi. Binanın, içine taşınılmadan bir gün önce, bölgedeki ırkçılar ve Ku Klux Klan tarafından yakıldığına ilişkin söylentiler vardır.
22 Kasım 1916’da, akşam yemeğinde kıvranmaya başlayan yazar, kırk yaşında hayata gözlerini yumacaktı. İntihar ettiği çok yazılıp söylendi. Oysa böbreklerinden sürekli şikâyeti vardı London’un; yeni araştırmalar onun bir böbrek yetmezliği krizi üzerine kanının zehirlenmesiyle öldüğünü gösteriyor.
Veysel Atayman
Ocak 2004, İstanbul
DENİZ KURDU
I
Çağ
Bazen şakadan da olsa, bütün bunların nedenini Charley Furuseth’e yüklememe rağmen, nereden başlayacağımı tam olarak bilemiyorum. Mill Vadisi’nde, Tamalpais Dağı’nın gölgesinde yazlık bir kulübesi vardı ve aylaklık ettiği kış aylarında, kafasını dinlemek için Nietzsche ve Schopenhauer okuduğu zamanların dışında oraya asla uğramazdı. Yaz geldiğinde, sıcak ve tozlu kentte kalıp ter dökmeyi ve aralıksız çalışmayı seçerdi. Her cumartesi öğleden sonraları onu ziyaret etmek ve pazartesi sabahına kadar onda kalmak gibi bir alışkanlığım olmasaydı, bu özel ocak ayının pazartesi sabahı beni San Francisco Körfezi’ndeki gemide bulamayacaktı.
Asıl sorun güvenli bir gemide olmayışım değildi, çünkü Martinez, Sausalito ile San Francisco arasında dördüncü ya da beşinci yolculuğunu yapan yeni bir buharlı gemiydi. Tehlike, körfezi kaplayan koyu sisteydi ve ben bir kara adamı olarak bu sisi az tanıyordum. Gerçekten, tam kaptan köşkünün altında, ön üst güvertede yerimi aldığım zamanki sakin heyecanımı ve imgelemimi ele geçiren sisin gizemini hatırlıyorum. Serin bir meltem esiyordu ve bir süre için bu nemli belirsizlikte yalnızdım; yine de yalnız sayılmazdım, çünkü kaptanın; başımın üzerindeki camlı bölmede kaptan olduğunu varsaydığım birinin varlığının belli belirsiz bilincindeydim.
Küçük körfezin karşısında oturan arkadaşımı ziyaret etmek için, sisleri, rüzgârları, akıntıları ve denizciliği bilmemi benim için gereksizleştiren bu işbölümünün nasıl da rahatlatıcı olduğunu hatırlıyorum. İnsanların uzman olmaları iyi, diye düşündüm. Gemi yöneticisinin ve kaptanın özel bilgisi, deniz ve denizcilik hakkında benim bildiğimden daha fazlasını bilmeyen binlerce kişi için yeterliydi. Öte yandan, enerjimi çok sayıda şeyi öğrenmeye adamak yerine birkaç özel şey üzerinde, örneğin, Poe’nun Amerikan edebiyatındaki yerinin çözümlemesi, –ayrıca benim Atlantic’in bu sayısında yayımlanan bir makalem– üzerinde yoğunlaştırdım. Kabinden çıkıp güverteye geldiğimde, şişman bir beyefendinin, tam da benim açık duran denememi Atlantic’te meraklı gözlerle okuduğunu fark ettim. İşte bir kez daha işbölümü gerçekleşmişti; gemi yöneticisinin ve kaptanın uzman bilgileri, onlar o şişman beyefendiyi Sansalito’dan San Francisco’ya taşırlarken, onun, benim Poe hakkındaki özel, uzman bilgimi öğrenmesine fırsat veriyordu.
Kamaranın kapısını arkasından çarparak paldır küldür güverteye çıkan kırmızı suratlı bir adam düşüncelerimi yarıda kesti. Ama yine de bu konuyu gelecekte yazacağım ve adını “Özgürlük Gereksinimi: Sanatçının Savunması” koymayı düşündüğüm bir makale için hafızama not ettim. Kırmızı suratlı adam kaptan köşküne bir göz attı, sise gözünü dikip baktı, güvertede bir öne bir arkaya yalpaladı (belli ki bacakları takmaydı) ve sonra bacaklarını sonuna kadar açıp yüzünde keskin bir zevk ifadesiyle yanımda durdu. Hayatını denizde geçirdiğine karar verirken yanılmamıştım.
“Kafaları vaktinden önce bulandıran iğrenç bir hava var,” dedi, başını kaptan köşküne doğru sallayarak.
“Belirli bir zorluk olduğunu düşünmemiştim,” diye cevap verdim. “A, B, C kadar basit görünüyor. Pusulayla yönü, uzaklığı ve hızı buluyorlar. Buna matematiksel kesinlikten başka bir şey diyemem.”
“Zorlukmuş!” diye homurdandı. “A, B, C kadar basitmiş! Matematiksel kesinlikmiş!”
Bana bakarken sanki arkasına, boşluğa yaslanıyormuş gibi görünüyordu. “Golden Gate’e doğru yükselen bu gelgite ne dersin?” diye sordu, daha doğrusu kükredi. “Ne kadar da hızlı çekiliyor sular? Akıntı ne kadar, ha? Dinle şunu, tamam mı? Bu bir şamandıra kampanası ve biz onun tam üstündeyiz! Bak, rotayı değiştiriyorlar!”
Sisin içinden bir kampananın dokunaklı sesi geldi, kaptanın dümen çarkını büyük bir hızla çevirdiğini görebiliyordum. Biraz önce tam önümüzden gelmekte olan kampananın sesi, şimdi yan taraftan geliyordu. Bizim geminin düdüğü de boğuk boğuk ötüyor ve zaman zaman öbür düdüklerin sesi sisin içinden bize geliyordu.
“Bu bir çeşit feribot,” dedi yeni gelen, sağ yanımızdan yükselen bir düdük sesini belirterek.
“İşte orada! Duyuyor musun? Ağızla çalınıyor. Büyük olasılıkla bu bir ıskuna. Dikkat etseniz iyi olur Bay Iskunacı. Ah, ben de öyle düşünmüştüm. Birisi için cehennemin yolu gözüktü!”
Görünmeyen feribot düdük üstüne düdük çalıyor ve ağızla çalınan uyarı borusu dehşet içinde ötüyordu.
“Şimdi birbirlerine saygılarını sunup yollarına gitmeye çalışıyorlar,” diye devam etti kırmızı suratlı adam, telaşlı düdük sesleri kesilmeye başlarken.
Boruların ve sirenlerin dilini, konuşulan dile çevirirken yüzü parlıyor, gözleri heyecanla ışıldıyordu. “Şu, sol tarafta çalan bir buharlı geminin sireni. Şu boğazına kurbağa kaçmış adamı duyuyor musun? Sanıyorum bir buharlı ıskunanın bu, burun tarafıyla gelgite karşı direniyor.”
Çıldırmış gibi çalan küçük, tiz bir düdük sesi doğrudan doğruya karşıdan ve yakınımızdan geliyordu. Martinez’de çanlar çaldı. Yan çarklarımız durdu, nabız gibi atan temposu kesildi ve sonra yeniden başladı. Büyük hayvanların çığlıklarının ortasında cıvıldayan cırcırböceğini andıran tiz, küçük düdük, sisin içinde gittikçe yan tarafımızdan ötmeye başladı ve sesi hızla azaldı. Bilgi edinmek için arkadaşıma baktım.
“Gözü pek işkampaviyelerden biri,” dedi. “Hani neredeyse onu, küçük bir yarık açarak batırmayı istiyorum. Çok fazla bela yaratıyorlar. Ve ne işe yararlar bilmem? Ahmağın biri bunlara binip bütün dünyayı dolaşır, dünyanın geri kalanının ona dikkat etmesi için düdüğünü çalar, çünkü o geliyordur ve kendisini koruyamıyordur! Ve senin de dikkat etmen gerekmektedir! Yoldan çekilmelisin! Genel nezaket kuralları! Onlar, bunun anlamını bilmezler!”
Haksız öfkesi beni biraz eğlendirmişti ve kızgın bir şekilde bir öne bir arkaya yalpalarken, sisin romantizmine kapıldığımı hissettim. Sis gerçekten de romantikti; sonsuz bir esrarın gri gölgesi gibi, dünyanın bu fır dönen noktasının üzerini sarmıştı; sadece ışık ve kıvılcım zerresi olan adamlar, delicesine çalışmakla lanetlenmiş, tahtadan ve çelikten atlarıyla esrarın göbeğine doğru ilerliyorlar, Görünmeyen’in içinde bir kör gibi yollarını bulmaya çalışıyorlar, yürekleri şüphe ve korkuyla doluyken güvenlerini biraz olsun artırmak için birbirleriyle konuşuyorlardı.
Arkadaşımın attığı kahkahayı duymam, beni kendime getirdi. Esrarın içinde açık gözle yürüdüğümü düşünürken, ben de el yordamıyla bata çıka gidiyordum.
“Merhaba; biri bizim tarafa geliyor,” diyordu. “Şunu duyuyor musun? Hızlı geliyor. Tam üzerimize doğru ilerliyor. Sanırım bizim düdüğün sesini hâlâ duymadı. Rüzgâr ters yönden esiyor.”
Serin rüzgâr tam bize doğru esiyordu ve ben, yandan ve biraz ön tarafımızdan gelen düdük sesini açıkça duyabiliyordum.
“Feribot mu?” diye sordum.
Başını salladı ve sonra ekledi: “Yoksa bu kadar hızlı gelmezdi.” Kıkırdadı. “Tepemizdekiler telaşlanmaya başladılar.”
Yukarıya baktım. Kaptan kafasını ve omuzlarını kaptan köşkünden dışarı uzatmış ve sanki irade kuvvetiyle yaracakmış gibi sisin içine dikkatle bakıyordu. Yüzü, tırabzana doğru yalpalamış ve görünmez tehlikeye karşı kaptanınkine benzer bir dikkatle bakan arkadaşımın yüzü gibi endişeliydi.
Daha sonra her şey anlaşılmaz bir hızla gerçekleşti. Sis, kamayla yarılmış gibi ikiye ayrıldı ve sis çelenklerini Leviathan’ın burnundaki su yosunu gibi her iki yana sürükleyerek, vapurun burnu ortaya çıktı. Kaptan köşkünü ve dirseklerini pencereye dayayarak, yarı yarıya dışarı sarkmış olan beyaz sakallı adamı görebiliyordum. Mavi bir üniforma giyiyordu, ne kadar da sakin ve sessiz olduğunu hatırlıyorum. Bu koşullar altında sessizliği korkunçtu. Kaderi kabul etmişti, onunla el ele yürüyordu ve serinkanlılıkla çarpışmayı bekliyordu. Orada eğilirken, sanki çarpışmanın tam yerini belirlemeye çalışıyormuş gibi serinkanlı ve düşünen gözlerle bize bakıyordu; bizim kaptan, öfkeden beyaza kesmiş, “İşte şimdi yaptın yapacağını!” diye bağırırken o hiç farkına varmadı.
Arkaya dönüp baktığımda, yüzündeki anlamın sert bir cevap gerektirmeyecek kadar belirgin olduğunu fark ettim.
“Bir şeye tutun ve sıkıca asıl,” dedi kırmızı suratlı adam bana. Bütün kızgınlığı geçmiş, olağandışı bir sakinliğe kapılmış gibiydi. “Ve kadınların çığlıklarını dinle,” dedi vahşice, neredeyse acı acı. Böyle bir şey başına daha önce de gelmiş gibiydi.
Daha ben onun tavsiyesine uyamadan, iki gemi çarpıştı. Herhalde ortalardan bir yerden çarpışmıştık, çünkü hiçbir şey göremedim, garip vapur hayal meyal önümden geçti. Martinez sertçe yana yattı ve geminin kaburgası kırılıp parçalandı. Islak güvertenin üstüne boylu boyunca fırlamıştım ve ayağa kalkmadan önce kadınların çığlığını duydum. Buydu, eminim, insanın kanını donduran anlatılması en zor çığlıklar, paniğe kapılmama neden olmuştu. Can yeleklerinin kamarada olduğunu hatırladım, ama kapıda karşılaştığım kadınların ve erkeklerin vahşi hücumu beni gerisingeriye sürükledi. Ondan sonraki birkaç dakika içinde neler olduğunu hatırlamıyorum, ancak başımızın üstündeki parmaklıklı raflardan can yeleklerini aldığımı, bu sırada kırmızı suratlı adamın kontrolünü kaybetmiş bir grup kadına bu can yeleklerini bağladığını çok iyi hatırlıyorum. Bu hatıra, görmüş olduğum resimler kadar net ve keskin hafızamda. Bu bir resim ve onu şimdi görebiliyorum; arasında gri sisin girdap gibi döndüğü kamaranın içindeki deliğin sivri kenarları; ani bir kaçışın kanıtlarıyla karmakarışık, boş, kumaş kaplı oturma yerleri, paketler, el çantaları, şemsiyeler, atkılar; yelken bezine ve tıpalara sarınmış, dergiyi hâlâ elinde tutan ve tekdüze bir ısrarla herhangi bir tehlike olup olmadığını düşünüp düşünmediğimi soran, makalemi okuyan şişman adam; takma bacaklarıyla topallaya topallaya cesaretle yürüyen ve herkese can yeleği giydirmeye çalışan kırmızı suratlı adam ve sonunda, bir yığın bağrışıp çığlık atan kadın.
Benim sinirlerimi en çok bozan kadınların çığlıklarıydı. Kırmızı suratlı adamın sinirlerini de bozmuş olmalıydı, çünkü kafamda hiçbir zaman silinmeyecek bir resim daha var: Şişman adam dergiyi paltosunun cebine tıkıştırıyor ve meraklı gözlerle etrafa bakınıyor. Karmakarışık bir kadın grubu, bitkin, beyaz yüzleri ve açık ağızlarıyla yitik bir ruhlar korosu gibi haykırıyor; yüzü öfkeden morarmış kırmızı suratlı adam, kollarını sanki yıldırımlar yağdıracakmış gibi başının üstünde açarak bağırıyor: “Susun! Ah, susun!”
Bu sahnenin beni aniden bir kahkaha atmaya sürüklediğini hatırlıyorum ve bir sonraki an kendim de isterik bir hale gelmekte olduğumu fark ettim; çünkü bunlar annem ve kız kardeşlerim gibi, ölüm korkusu yaşayan ve ölmek istemeyen benim türümün kadınlarıydı. Çıkardıkları sesin bana kasabın bıçağı altındaki domuzların çıkardıkları sesleri hatırlattığını hatırlıyorum ve bu benzetmenin canlılığıyla dehşete düşmüştüm. En yüce duyguları, en şefkatli duygudaşlığı gösterme yeteneği olan bu kadınlar şimdi ağızları açık çığlık atıyorlardı. Yaşamak istiyorlardı, kapana kısılmış fareler gibi çaresizdiler ve sürekli çığlık atıyorlardı.
Bütün bu dehşet beni tekrar güverteye sürükledi. Kendimi iyi hissetmiyordum, midem bulanıyordu; bir sıranın üstüne oturdum. Filikaları aşağı indirmeye uğraşan adamların koşturmalarını ve bağrışmalarını belli belirsiz bir şekilde duyuyor ve görüyordum. Tam kitaplarda okumuş olduğum bu tür sahnelere benziyordu. Palangalar sıkışmıştı. Hiçbir şey çalışmıyordu. Tapaları çıkarılarak aşağı indirilen, içinde kadınlar ve çocuklarla dolu bir filikaya sular doldu, sonra alabora oldu. Bir başka filika bir ucundan tutularak aşağıya indirildi, ama öbür ucu hâlâ palangaya asılıydı ve içindekiler boşluğa yuvarlandı. Bu felakete neden olan garip vapur görünürlerde yoktu, ama birkaç kişinin, o geminin hiç kuşkusuz yardımımıza filikalar yollayacağını söylediğini duydum.
Aşağı güverteye indim. Martinez hızla batıyordu, çünkü içi fazlasıyla su doluydu. Yolcular gemiden denize atlıyorlar, suyun içinde olan diğerleri, tekrar gemiye alınmaları için yalvarıyorlardı. Kimse onları önemsemiyordu. Birisi çığlık çığlığa battığımızı haykırdı. Ben de paniğe kapıldım ve insan seliyle birlikte öbür yana doğru sürüklendim. Oraya kadar nasıl sürüklendim bilmiyorum, ama sudakilerin gemiye tekrar binmeye neden bu kadar istekli olduklarını biliyordum; su soğuktu; o kadar soğuktu ki acı veriyordu. Suya daldığım anda hissettiğim sancı bir ateşinki kadar ani ve keskindi. İliklerime işliyordu. Ölümün kavrayışı gibi bir şeydi. Onun verdiği ıstırap ve şokla nefes nefese kaldım, can yeleği beni yeniden suyun yüzüne çıkarana kadar ciğerlerime kuvvetle hava çektim. Tuzun tadı ağzımda keskindi, gırtlağımdaki ve ciğerlerimdeki acı şeyle boğuluyordum.
Ama en sıkıntı vereni soğuktu. Sadece birkaç dakika dayanabileceğimi hissettim. Çevremdeki insanlar suda batıp çıkıyorlardı. Birbirlerine bağırdıklarını duyabiliyordum. Ve ayrıca küreklerin sesini duydum.
Belli ki garip vapur, filikalarını indirmişti. Zaman geçtikçe hâlâ hayatta olduğuma hayret ettim. Bacaklarım uyuşmuştu, soğuk bir hissizlik yüreğimin etrafını sarmış, içine işliyordu. Kindar, köpüren tepeler halindeki küçük dalgalar, şiddetli boğulma nöbetleri yaratarak ağzıma su dolduruyordu.
Giderek gürültüler belirsizleşmeye başladı, ama uzakta son ve umutsuz bir çığlık korosu duydum ve Martinez’in sulara gömüldüğünü anladım. Daha sonra –ne kadar sonra bilmiyorum– korkuyla sıçrayarak kendime geldim. Yalnızdım. Hiçbir bağırış ya da çığlık duyamıyordum; sadece sisin uğursuzca yankıladığı dalgaların sesi geliyordu. Bir toplumun kapıldığı panik, insanın yalnız başınayken kapıldığı panik kadar korkunç değildir ve ben böyle bir panik içindeydim. Nereye sürükleniyordum? Kırmızı suratlı adam gelgitin Golden Gate’e doğru çekildiğini söylemişti. Öyleyse ben açık denize mi sürükleniyordum? Ya sırtımda beni denizin üzerinde tutan can yeleği? Her an parçalanamaz mıydı? Bu tür şeylerin kâğıttan ve eski parçalardan yapıldıklarını, suyu çabucak emerek su yüzeyinde kalma özelliklerini yitirdiklerini duymuştum. Bir kulaç bile atmasını bilmiyordum. Ezelden beri var olan bu uçsuz bucaksızlığın ortasında görünüşe göre yalnız başıma suyun yüzeyinde duruyordum. Bir deliliğin beni sardığını, kadınların haykırdıkları kadar yüksek sesle haykırdığımı ve uyuşuk ellerimle suya vurduğumu itiraf ediyorum.
Bunun ne kadar sürdüğü konusunda bir fikrim yok, çünkü araya bir boşluk girdi. Bütün bunlardan, sıkıntılı ve acı dolu bir uykudan insan ne hatırlarsa o kadarını hatırlıyorum. Uyandığımda sanki aradan yüzyıllar geçmişti ve neredeyse başımın üstünde, sisin içinden ortaya çıkan bir teknenin pruvasını, birbirlerine sarılan ve içleri rüzgârla dolu üç üçgen yelken gördüm. Pruvanın denizi yardığı yerden büyük köpükler çıkıyordu ve ben tam yolunun üstündeydim. Bağırmaya çalıştım, ama çok bitkindim. Pruva beni ıskalayarak suya daldı ve başımdan aşağı su sıçrattı. Daha sonra geminin uzun, siyah bordası beni sıyırarak geçti, o kadar yakından geçti ki ellerimle ona dokunabilirdim. Ona yetişmeye, çılgınca bir kararla tırnaklarımı ahşaba geçirmeye çalıştım, ama kollarım çok ağırlaşmıştı ve cansızdı. Yeniden bağırmaya çalıştım, ama sesim çıkmadı.
Geminin kıçı dalgalar arasında bir boşluğa gömülüyor gibiydi ve ben bir an dümenin başında bir adam ve yanında da sigara içmekten başka bir şey yapmıyor gibi görünen bir başka adam gördüm. Başını yavaşça döndürüp benim yönümde denize baktığında dudaklarının arasından duman çıktığını gördüm. Kayıtsız, önceden tasarlanmamış bir bakıştı; insanların yapacak belirli bir işleri olmadığında yaptıkları, yalnızca canlı olduklarından ve bir şey yapmaları gerektiği için yaptıkları gelişigüzel hareketlerden biriydi.
Ama hayat ve ölüm o bakıştaydı. Geminin sis tarafından yutulduğunu; dümendeki adamın sırtını, diğer adamın başının yavaşça döndüğünü, bakışlarının denize yöneldiğini ve hiç farkında olmadan bana doğrulduğunu gördüm. Yüzünde dalgın bir ifade vardı, sanki derin bir şey düşünüyordu ve gözleri bana takılsa bile yine de beni göremeyeceğinden korktum. Ama bakışları bana takıldı, gözlerimin içine baktı ve beni gördü, çünkü dümene koştu, öbür adamı bir kenara itti ve dümeni çevirdi de çevirdi, aynı anda da sağa sola emirler vermeye başladı. Gemi önceki rotasından teğet geçerek çıktı ve anında sisin içinde gözden kayboldu.
Bilincimi kaybettiğimi hissettim ve çevremde yükselen boğucu boşluk ve karanlıkta bütün irademle mücadele etmeye çalıştım. Bir süre sonra giderek yaklaşan kürek seslerini ve bir adamın bağırışını ve çok yaklaştığında, sinirli bir şekilde, “Neden sesini çıkarmıyorsun be adam?” diye bağırdığını duydum. Bana söylüyor, diye düşündüm, sonra boşluk ve karanlık her yanımı kapladı.
II
Yörünge genişliği boyunca güçlü bir ritimle sallanıyor gibiydim. Parlak ışık noktaları üzerimden fışkırıp geçiyorlardı. Bunlar, güneşler arasındaki uçuşumu kalabalıklaştıran yıldızlar ve birdenbire alevlenen kuyrukluyıldızlardı biliyordum. Sallanışımın sınırına ulaştıkça ve karşı tarafa doğru sallanmaya hazırlandıkça, büyük bir gonk çalıp gümbürdedi. Sakin yüzyılların dalgacıklarıyla kuşatılmış ölçülemez bir devir süresince, kocaman uçuşumun zevkini çıkarıyor ve onu düşünüyordum.
Ama rüyanın yüzüne bir değişim geldi, çünkü bunun bir rüya olması gerektiğini söylemiştim kendime. Ritmim gittikçe azaldı. Sallanmadan karşı sallanmaya sinirlendirici bir hızla gidip geliyor, nefesimi ancak tutabiliyordum, öylesine şiddetle göklere fırlatılmıştım. Gonk daha sık ve daha öfkeli gümbürdedi. Tarif edilemeyen bir dehşetle onun çalışını beklemeye başladım. Sonra güneşte, gıcırdayan beyaz ve ıslak kumların üstünde sürükleniyorum gibi geldi. Bu dayanılmaz bir ıstıraba neden oluyor, derim bir ateşte kavruluyordu. Gonk, bir ölüm haberi veriyormuş gibi çınladı. Parlayan ışık noktaları birden daha da parlayarak sonsuz bir akım halinde üstümden geçti, sanki bütün yıldız sistemi bir boşluğa düşüyordu. Nefes aldım, nefesimi acı çekerek içimde tuttum ve gözlerimi açtım. İki adam yanımda diz çökmüş, benimle uğraşıyordu. Benim hissettiğim güçlü ritim, denizdeki bir geminin yükselişi ve sallanışıydı. Korkunç gonk, geminin her sallanışında takırdayıp tıkırdayan, duvara asılı bir tavaydı. Gıcırdayan, yakıcı kumlar çıplak göğsümü ovan bir adamın sert elleriydi. Bunun acısıyla kıvrandım ve başımı hafifçe kaldırdım. Göğsüm soyulmuştu, kıpkırmızıydı, ufak kan damlacıklarının yırtılmış ve kızarıp kabarmış deriden akışını görebiliyordum.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDeniz Kurdu
- Sayfa Sayısı320
- YazarJack London
- ÇevirmenOsman Çakmakçı
- ISBN9789756323045
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İnsan Ne ile Yaşar ~ Lev Nikolayeviç Tolstoy
İnsan Ne ile Yaşar
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Tolstoy İvan İlyiç’in Ölümü, Kreutzer Sonat, Şeytan gibi eserlerinde olduğu gibi, bu uzun öyküsünde de hayata direnmenin manevi kaynağını arıyor. Feodal ilişkilerin gitgide çözüldüğü,...
- Tudem Modern Klasikler – Çöplük ~ Andy Mulligan
Tudem Modern Klasikler – Çöplük
Andy Mulligan
İngiliz yazar Andy Mulligan’ın 25’ten fazla dile çevrilen Çöplük adlı romanı, yepyeni kapak ve sayfa tasarımı, özel cildi ve gözden geçirilmiş metniyle Tudem Modern Klasikler koleksiyonu...
- Suç ve Ceza ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Suç ve Ceza
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Suç ve Ceza, dünya edebiyatının en çok okunan, en büyük romanlarından biri olarak kabul edilir. Sefalet içinde yaşayan, üniversite ile ilişkisi kesilmiş genç Raskolnikov,...