Jack London, bir kez daha karanlığın yüreğine yolluyor bizi. Bu kez, Conrad’ın romanında olduğu gibi Kongo’da değil, sömürgeciliğin istasyonlarından biri olan Pasifik’teki Solomon Adaları’ndayız. Sıcak, nemli bir cehennem setinde, dizanteri ile tifonun kol kola ölüm dansı yaptığı, insan yiyen vahşi yerlilerin yırtıcı hayvanlardan hiçbir farkı olmadığı bu ürkütücü coğrafyada, popüler macera roman türünün tipik motiflerini ve gerilimlerini buluyoruz. London’ın felsefi sorunu olan doğa-insan mücadelesi burada da alt metin olarak var. Üstelik bu mücadelede kadın, hem doğanın bir parçası hem de sosyal alana hâkim olan bir örgütleyici olarak erkeğin önüne geçiyor.
Macera: Cehennemde herkes şeytandır…
***
ÖNSÖZ
Tür Olarak “Macera”
Dilimizdeki macera ya da aynı anlamdaki serüven sözcüğünün Fransızca’daki karşılığı aventure, Latinceadventura (advenire: Birine bir şeyin yaklaşması, bir olayın gerçekleşmesi, yaşanması) sözcüğünden türemiş.
Macera romanı edebiyat bilimcilerce, tür olarak ciddi edebiyat yapıtları içinde değil de daha çok eğlendirici, vakit geçirmeye yönelik edebiyat içinde ya da işlevi ve amacı daha çok eğlendirmeye, vakit geçirtmeye yönelik, eylem ağırlıklı türler çerçevesinde görülür. Kuşkusuz, içinde duygusal ilişki, aşk ya da biraz melodram bulunmayan tür ne kadar azsa, çok geniş anlamda macera bulunmayan roman ya da öykü de o kadar azdır. Tam da bu anlamda, amacın ağırlığı, belirleyici olarak öne çıkmakta; “eğlence türü” ya da günümüzde iyice yaygınlaşmış bir kavramdan yararlanarak söylemek istersek, “kitlesel tüketime yönelik kültürel ürün” olma, macera romanının belirleyici özelliği olmaktadır.
Macera Kavramı
Buradan bakıldığında gene kitle tüketim ürünü kapsamına girebilen, eğlence işlevine yönelik özellikleri ağır basan bilim-kurgu, polisiye, politik-teknolojik casusluk romanları (öyküleri) “macera” başlığıaltında toplanabilirler.
“Macera” genellikle olağanüstü olayların adıdır, kahraman bile bile üzerlerine gitsin ya da gitmesin, tehlikeli durumlar, beklenmedik olaylar ile burun buruna gelme teması, bu türün temel yapısal özelliğini kurar. Öykünün kahramanı, bu durumların içinde kendini tanıma ve ispat etme, giderek kendi kimliğini, özdeşliğini dayatma, kendini geliştirme imkânı bulur; ama ağırlık, başkişinin, kahramanın gelişmesi ya da dönüşmesi temasında değildir macera romanında; o daha çok hazır hasletlerle, hemen hemen tamamlanmış, ama kendisinin tam algılamadığı bir özdeşlikle, kişiliğinin görünen ya da başta görünmeyen yapısal özellikleriyle dalar maceranın içine.
Gene de “macera,” kahramanın kendisini tanıması, kişiliğinin çarpabileceği engelleri görüp algılaması, bunların aşılması yönünde beceriler ile ruhsal-fiziksel özelliklerin sentezini kurması için bir araçtır; dolayısıyla romanın okuyucusu da benzer özelliklerini, zihinsel düzlemde de olsa sınama ya da yoklama fırsatı edinir. Kendi zaman, mekân, sosyal koşullar ve normlar içinkapanmışlığını algılayabildiği gibi, öykünün kahramanı ile özdeşleşip, onunla birlikte, zorlukları aşma, “sınır” ihlal etme, öteye geçme girişimlerine zihninde katılır.
Öykünün yapısını kuran macera, eylemin kuruluşunu, karakterlerin açılımını ve olaylarda yer alan öteki figürlerin birbirleriyle ilişkilerini de belirler; yüzeydeki sayısız olay ve eylemin yanı sıra kahramanların ruhsal çatışmaları da bu macera içinde ve çevresinde gelişir. Olayın figürleri ve kahraman, sorunları, zorlukları ve buhranı aşmaya çalışırken bir yandan da kişisel özelliklerinin farkına varıp onları geliştirir; bu olay-kişilik ilişkisi de maceranın gerilimini oluşturur.
Demek ki maceranın hakkını verebilmek, karşılaştığı sorunları çözebilmek için, olayların başkişisi bir dizi özellikle donanmış olmalı, bu özelliklerini maceranın içinde ortaya koymayı ve geliştirmeyi bilmelidir. Kahramanın ya da yan figürlerin, olayların akışı içinde gerekli özelliklerini ortaya çıkartıp sorunlara cevap vermeleri, okur açısından macera romanının çekiciliğini artıran önemli bir yandır: Cesaret, zekilik, dayanıklılık, sebatkârlık, ani karar verme, gerekli tepkiyi gösterme yeteneği ve güç kahramanda bulunması gereken özelliklerden ilk akla gelenlerdir.
Ve Edebiyat
Macera edebiyatının butemel özellikleri edebiyat üretiminin temel öğeleri olarak sadece modern romanı beslemekle kalmamış, eski çağların kahramanlık destanlarından saray edebiyatına ve ortaçağ destanlarına, pikaresk romandan barok romanına kadar macera öykülerinin ayrılmaz özellikleri olarak var olagelmişlerdir.
18. yüzyıldan itibaren bir edebiyat pazarının oluşması, eğlence edebiyatına giren türlerin bu pazarda büyük bir rağbet görmesiyle birlikte “macera romanları” da yapısal değişimlere uğramış; tüketim pazarına bağlı yeni karakteristik özellikler edinmek zorunda kalmışlardır. Tarihsel romandan western’e, bilim-kurgudan fantastik romana kadar, kendilerine özgü konularla sayısız tür, macera romanı başlığı altına girmiştir.
Bu önemli değişikliklerden biri, daha önceki yüzyılların örneklerinden farklı olarak, ana omurgayı tek bir maceranın oluşturmaması, birbirini izleyen bir dizi olayın, romanların eylem çatısını kurmasıdır. Macera kahramanı, birbiriyle ilintilenmiş, gerilimi diri tutan parça parça olaylar zincirinin yolunu izler; oysa geçmiş yüzyılların destan kahramanları, birbirinden tamamen kopuk, ayrı ayrı olayların içine girip çıkarlardı. Olayları birbirine bağlayan biricik etmen, edebiyatın figürü olarak tanımlayabileceğimiz kahramandı, ama olaylar arasında başka bir bağlantı aramak boşunaydı. Sinbad’ın maceraları, Binbir Gece Masalları’nın olayları, vb. buna örnek gösterilebilirler.
Kurmacaya Sığınmak
Macera, bu roman türünde, genellikle kahramanın belli bir düşüncenin temsilcisi olma özelliğini, hayata ilişkin görüş ve ilkelerini örtbas etme gibi bir işlev de taşır. Olup bitenler, yaşanan olaylar, genellikle içerdikleri insani-toplumsal değerlerden de yalıtılmış halde karşımıza çıkarlar.
Macera romanı, konusunu ve ana fikirini seçerken belli kaygılar taşıdığında, figürlerinin karakteristik özelliklerini belirlerken, bunların ve olayların gerisindeki toplumsal ilişkileri ve güçleri sezdirebildiği ölçüde, eğlence ürünü olmanın ötesinde eğitici, bilgilendirici boyutlar kazanabileceği gibi, okuru da, bir gerilim zinciri üzerinden de olsa, tarihsel, sosyal, politik ve ideolojik bağlamların yakınına götürebilir.
Günümüz kitle tüketim kültürü bağlamı içinde macera ve gerilim gibi kavramlar, üzerlerinde uzun uzun durulabilecek inceleme alanları sunmaktadır.
Aydınlanma çağının hemen başında, burjuva kapitalist dünya insanının özellikle yeni keşiflerle birlikte Avrupa dışındaki dünyaya duyduğu anlaşılır ilgi ve merak, macera romanını ve fantastik romanı, pratikte yapılacak “araştırma, inceleme ve bunlara bağlı yaşantıların” ikâmesi gibi değerlendirmiştir. Egzotik, meçhul, bilinmezlerle dolu, farklı inançların, geleneklerin hâkim olduğu uzak dünyalara, harılharıl yanan şöminenin karşısında, sıcak bir salonda, çayını yudumlarken kitap sayfaları arasında bir yolculuk yapmak, maceralara sürüklenip geri dönmek, güvenceyi yitirmeden kahramanlarla özdeşleşmek, yaşamış gibi olmak, yıllar yılı bu türü ve yan türlerini besleyip duran temel etmen oldu.
Günümüzde uydu fotoğrafları Amazon Nehri’ndeki balığın görüntülerini sundu sunacak. Hiçbir boşluğu ve merak alanı kalmamış bir dünyada, bütün fantezi teknolojiye kaymış durumda. Macera denince akla gelen (sinemadaki) eylem. Bu nedenle olacak “action” eylem ile macerayı birleştiren bir kavram gibi algılanıyor. Bilinemez ile, merak ile hazzın arasına gerilmiş olan ipin adı da “gerilimdi.” Şimdi gerilimin içinden bütün haz unsuru ayıklanıyor artık; gerilim denince de akla gelen ya da yaşanan tek şey “korku.”
Pasifik’te Bir Cehennem
Bu kısa açıklamaların ardından geriye soracak bir soru kalıyor elbette. Jack London’ın “Macera”sının nereye oturtulabileceği sorusu bu.
Jack London, okuru bu kez Guadalcanar’da, Solomon Adaları’na götürüyor, daha doğrusu kendimizi tropikal bir adalar topluluğunun göbeğinde bir tür cehennemin ortasında buluyoruz. Sıcak, nem ve dizanteri salgını bu cehennemin atmosferini daha da katlanılmaz hale getiriyor. “Uygarlığın” çağında, ama uzağında, ilkel yerlilerin yamyamlığı bile hâlâ sürdürdükleri, doğa koşullarının insan karşısına aşılmaz engeller olarak dikildikleri (salgın, yağmurlar, deniz ve fırtına) bu korku dünyasında, oralara savrulmuş bir beyaz adam, hayata karşı direnmenin sınavını vermektedir. Ölüm ile var olma arasındaki çizginin üzerinde hareket eden Sheldon’da, Tarzan filmlerinin fildişi avcılarını, safari katillerini, üçüncü dünyayı ve ilkelliği zenginliğin kaynağına dönüştürmeye çalışan kolonyalist zihniyetin her türlü temsilcisini bulabiliriz. Ancak Jack London için “macera” hep bir sınavdır. Bunu yayınevimizden çıkan öteki kitaplarından da biliyoruz: İster kuzeyin buz tutmuş gölleri üzerinde, aç kurtların uluduğu çam ormanları arasında, ölüm ile kovalamaca oynayan altın arayıcıları olsun; ister çılgın, fırtınalı denizlere meydan okuyan “kurt” kaptan Olsen olsun; isterse de burada olduğu gibi, bir okyanus adasındaki plantasyonunu her ne şart altında olursa olsun korumaya çalışan Sheldon ve Joan olsun, London’ın doğaya direnebilen bir tür “üstün insanını” temsil ederler. Tarihselliğinden sıyrılmış, adı konmak yerine etkileriyle öne çıkan ve uygarlığın baş edemediği doğal şartlar, onun ayakta kalmayı beceren Darwinci insanının önüne tıpkı bir masalın abartılı engelleri gibi çıkarlar.
Belki de London’ın bütün romanları, önceki paragraflarda da tanımlamaya çalıştığımız kriterlere direnebilen birer macera romanıdır bu anlamda. Öyleyse Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği (Bordo Siyah Yay.) romanında karşılaştığımız, tarihsel-ekonomik ilişkilerin “fonlaştırılması” olgusunu burada da bulabiliriz. Orada da “karanlık” Afrika’yı temsil ediyordu, Kongo bu kara kıtanın yüreğiydi ve karşımıza çıkan Kuntz tipi, sömürgeciliğin değil, deliliğin sınırına ulaşmış bir nefretin ve kıyımcılığın, “ölümün sınırında dans etme” hazzının erotikleştiği bir kötülük simgesi gibiydi. Şeytanın tezahürlerinden biri.
Sonradan Francis Ford Coppola, Karanlığın Yüreği’ni, “Apocalypse Now” (Kıyamet) filminde, kötülüğün felsefesi içine çekerek yorumladı. Conrad’ın romanında “sömürgecilik” bir üst tanımlayıcı başlık olarak nasıl silinip gitmişse, bu filmde de “emperyalist savaş” (Vietnam’ın işgali emelleri) kötülüğün felsefesi adına yok edilmişti. Şimdi, Joseph Conrad ile hemen hemen eşzamanlı, ama Kıyamet’ten yaklaşık yarım yüzyıl önce London bize, tipik bir sömürge romanını, kendi ana teması çerçevesinde yapılandırıp hayatta kalma kavgasının romanı olarak sunuyor.
Kuzeyin soğuğundan ekvatorun sıcağına sadece bu direnme “sınavının” şartları değişiyor.
Ahlak
Jack London, hayata direnmeyi, varoluşunu sürdürmeyi birincil erdem ya da beceri olarak öne çıkarttığı ölçüde, romanlarındaki “etik,” bireyin ahlaki davranışı sorusu geri düzleme düşer. Ayakta kalabilme, şartlara meydan okuma inadı, belirleyici bir sorun, her aracı mubah kılan bir amaç olarak öne çıktıkça, ahlaki sorumluluğun önemini yitirmesi bir “eleştiri” olarak anlaşılabilirse, London bir “gerçekçi”dir. İnsanın insanın kurdu olduğu, doğanın her türlü acımasızlığıyla insanın üzerine yüklendiği bir dünyada, ahlaki sorunun yerini var olma sorunu almıştır, diyen bir gerçekçi. Hele o coğrafyanın insanının, neredeyse birebir vahşi doğa ile örtüştüğü bir ortamda, insanlık-ahlak sorunu, uygarlığın kendi dünyasının “derdi”dir artık.
Buradan bakıldığında London’ın hayatı bir maceraya, macerayı da aynen macera romanı geleneğinde olduğu gibi bir “insan olma” sınavına dönüştürmesi, olgusalı öne çıkartması anlamına gelmektedir.
Uygar Dünyaya Veda
Macera, insanın ahlaki yükümlülüklerini geri düzleme iterken, onu yönlendiren doğal-cinsel dürtülerini öne çıkaran bir roman. London romanlarını ya da öykülerini, insanın doğal yanının mı (dürtülerinin, itkilerinin, tutkularının vb.) yoksa aklının mı yönlendirici olduğu sorusu ekseninde okumak ilginç olacaktır. Tıpkı fantastik-korku romanı geleneğinde olduğu gibi, burada da “akıl kısa devre yapar” sanki.
Bu romandaki gibi, “kapalı, yalıtılmış” coğrafyalara, ilkel kültürel adalara sığınma konularında, “ütopya karşıtı” bir eğilimin, uygarlığa yönelik bir başkaldırının izlerini bulmak da mümkün. Kişi belki önlenemez hırslarıyla savrulmuştur bu tür “yalıtılmış, ilkel” dünyalara; ama geçmişinden kaynaklanan bir sığınma da olabilir bu davranış: Yaşanamamış bir hayatın, gerçekleşememiş bir sevginin, bir ihanetin açığını kapayan, Freudcu anlamda, bastırılmışın öne çıkarttığı bir yedek, bir telafi.
Ayrıca, “aydınlanma geleneğinin” anlatılarındaki, eğitime çıkmış, dünyayı gezip tanıyan ve olgunlaşmış olarak geri dönen insanın yerine, 19. yüzyıldan itibaren fantastik, gotik romanlarının bilinmeyenlerin, esrarengizliklerin, ürkütücü araştırma ve incelemelerin “ormanında” kaybolmuş insanı geçmiştir. Bu dönüşümü, Frankenstein ya da Modern Prometheus (Bordo Siyah Yay.) romanının önsözünde oldukça etraflıca anlatmıştık. Sömürülmeye gidilen sömürge, artık denetlenemez, zapt edilmez olanın meşum dünyası olmuştu. Popüler anlatılarda, bu yiten, savrulan insanlar arasından hep bir “orada nasılsa kalmış olan” ya da “oradan dönmek istememiş olan” motifi de sıkça kullanılmaya başlandı. Bu motife, uygarlıktan nasılsa bıkmış insan motifini de ekleyebiliriz. Bu “terklerin” hemen hep bir ön hikâyesi olur ve romanın sonlarına doğru “geçmişin” sayfaları yavaş yavaş açılır. İhanet etmiş bir kadın, haksız el konmuş bir miras, haksız suçlama ya da hüküm gibi teknik motifler, macera romanlarının en sevilen ön hikâyelerindendir. Kişiyi uzaklara fırlatan “roketlerdir” bu motifler. Ama bazen, gidilen yer uygarlığa gerçekten alternatif olabilecek bir “cennettir” de (Ütopik roman geleneği).
London’ın Macera’sında böyle bir ön hikâye ağırlık taşımıyor. Onu çok istersek kendimiz kafamızda kurup Sheldon’un geçmişine kaydedebiliriz. Bu cehennemde bir araya gelmenin motivasyonu olarak geriye “zenginlik” emelleri kalıyor; ama işte böylesine her şeyi göze aldırabilen bir hedefin de zaten geçmişteki bir yitimin ya da geçmiş yitimlerin telafisi olmadığını da söylemek kolay olmamalı.
Belki de ön hikâyeyi yazmayı bize bırakmış London. Ancak bir yandan, romanın eylem çatısının gerilimlerini dokuyan, bir yandan da bütünleştirici bir işlev taşıyan kadın Joan, aynı zamanda, Jack London’ın ikinci eşini andıran güçlü, çekici bir kadın tipi. Batı anlatı geleneğinde ve kültüründe doğa dişidir, doğurgandır. Doğa ile kadın özdeşleştirilip durulur. London bize doğaya meydan okuduğu kadar sosyal hayatı da organize eden bir kadın tipi sunmakla, dönemin Amerika’sında gündemde olan kadın hakları mücadelesine de destek veriyor olabilir mi?
Osman Çakmakçı
Veysel Atayman
Kasım 2004, İstanbul
MACERA
I
Yapılması Gereken Bir Şey
Çok hasta beyaz bir adam, kıvırcık saçlı, kara derili bir vahşinin sırtına ata biner gibi binmişti. Zencinin kulak memeleri zamanında o kadar büyük delinmiş ve gerilmişti ki biri yırtılmıştı. Yırtık kulağı yeniden delinmiş, bu kez sadece deliğe balçıktan kısa bir pipo asılmıştı. Diğerinde ise üç parmak genişliğinde, oyulmuş tahtadan bir halka takılıydı. Sırtına binilen adam yağlı ve kirliydi, üzerindeki çok dar kirli peştamal dışında neredeyse çıplaktı ve beyaz adam, ona sıkı sıkı umutsuz bir şekilde yapışmıştı. Güçsüz olduğundan başı ara sıra öne düşüyor ve kıvırcık saçlı kafanın üzerinde dinleniyordu. Toparlanınca tekrar başını kaldırıyor ve yaşlı gözlerle sıcakta titreşen hindistancevizi ağaçlarına bakıyordu. Belini saran ve dizlerine kadar inen pamuklu bir kumaş ve ince bir iç gömleği giyinmişti. Başında Baden-Powell olarak bilinen yamru yumru bir fötr şapka vardı. Belindeki kemerinde birkaç yedek şarjörle, dolu, kullanılmaya hazır büyük çaplı otomatik bir tabanca sarkıyordu.
Arkalarında ilaç kutuları, bir kova sıcak su ve çeşitli hastane gereçleri taşıyan on dört on beş yaşlarında zenci bir çocuk yürüyordu. Beyaz adamın evinin küçük hasır bahçe kapısından çıkıp ve yakıcı güneşin altında ilerleyerek, hiç gölge vermeyen yeni ekilmiş hindistancevizi ağaçlarının arasından kıvrılarak yürüdüler. En hafif bir rüzgâr esintisi bile yoktu; aşırı sıcaktı, durgun hava salgın hastalıkla ağırlaşmıştı. Üçlünün yürüdüğü yönden vahşi, ürpertici bir uğultu yükseliyordu, sanki kayıp ruhlar ağlıyor, insanlar işkence çekiyorlardı. Derken ileride, duvarları ve çatısı sazdan yapılmış uzun, alçak tavanlı bir baraka göründü, gürültü oradan geliyordu. Hastaların dayanılmaz acılarının ve ıstıraplarının feryatları yükseliyordu; beyaz adam barakaya yaklaştıkça derinden gelen, sürekli iniltileri daha net duyabiliyordu. Barakaya girme düşüncesi tüylerini ürpertti ve bir an için bayılacağınısandı. Korkunç Solomon Adaları’nı, Berande plantasyonunu büyük bir felaket; dizanteri vurmuş, bununla başa çıkabilecek ondan başka kimse kalmamıştı; üstelik kendisi de dizanteriye yakalanmıştı.
Hâlâ zencinin sırtındaydı; eğilerek alçak kapıdan geçmeyi başardı. Peşlerinden gelen çocuktan küçük bir şişe aldı ve keskin amonyağı koklayarak kendine geldi. Sonra, “Kesin sesinizi!” diye bağırdı ve uğultu kesildi. Tahta kütüklerden yapılmış, zeminden hafifçe yüksek, altı ayak genişliğindeki bir platform bütün baraka boyunca uzanıyordu. Platformun yanında bir metrelik bir geçit vardı. Platformda yan yana, tıkış tıkış bir yığın zenci yatıyor,insanlığın en alt basamağında oldukları ilk bakışta belli oluyordu. Bunlar yamyamdı. Yüzlerinin simetrisibozuk ve hayvansıydı; bedenleri çirkin ve maymunsuydu. İstiridye ve kaplumbağa kabuklarından yapılmış burun halkaları takıyorlardı ve hepsinin aynı biçimde delinmiş burunlarının ucundan, sağda ve solda iki boynuz gibi gergin teller fırlıyordu. Kulakları delinmiş, tahta tıkaçlarla, çomaklarla ve her çeşit barbar süsleriyle şişkinleşmişti. Yüzlerine ve bedenlerine kızgın demirle ya vurularak ya da çizilerek korkunç desenli dövmeler yapılmıştı. Hastalıklarından dolayı elbise, hatta peştamal bile giymiyorlardı; ama kabuktan pazıbentleri, boncuk kolyeleri, deri kemerleri yanlarındaydı. Kemerleriyle tenleri arasında kılıfsız bıçakları soku
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMacera
- Sayfa Sayısı288
- YazarJack London
- ÇevirmenOsman Çakmakçı
- ISBN9789756323847
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İsimsiz Kafe ~ Robert Seethaler
İsimsiz Kafe
Robert Seethaler
1966, Viyana. İkinci Dünya Savaşı’ndan yirmi yıl sonra şehir küllerinden doğarken sezonluk işçi Robert Simon da bu heyecana kapılır ve bir dükkân kiralayıp kendi...
- Değişen Dünyada Bir Sanatçı ~ Kazuo Ishiguro
Değişen Dünyada Bir Sanatçı
Kazuo Ishiguro
“Değişen Dünyada Bir Sanatçı” Dünyaya bir ressamın gözünden bakmak, ayrıntılarda gizlenenleri keşfetmemizi sağlar. Masuji Ono, İkinci Dünya Savaşı’nda harabeye dönmüş şehrini ve artık sonuna...
- Kır Zincirlerini ~ Nicole Byrd
Kır Zincirlerini
Nicole Byrd
“Çok sürükleyici.” Romance Reviews Today “Çok eğlenceli, çarpıcı. Tek kelimeyle enfes.” Historical Romance Club “Byrd, büyük bir hızla, günümüz tarihi roman yazarlarının en iyilerinden...