Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Göçebe
Göçebe

Göçebe

Stephenie Meyer

Dünyamız görünmeyen bir düşman tarafından istila edilmişti. İnsanların bedenleri, bu istilacılar için sahiplik yaparken bedenler bir değişikliğe uğramamış gibi görünse de, zihinleri ele geçiriliyordu….

Dünyamız görünmeyen bir düşman tarafından istila edilmişti. İnsanların bedenleri, bu istilacılar için sahiplik yaparken bedenler bir değişikliğe uğramamış gibi görünse de, zihinleri ele geçiriliyordu. Neredeyse herkes teslim olmuştu.

Geriye kalan vahşi birkaç insandan biri olan Melanie, yakalandığı zaman sonunun geldiğine inanır. Göçebe, Melanie’nin bedenini alan ruh, yetkililer tarafından bir insan bedeninin içinde yaşarken karşılaşabileceği zorluklar hakkında uyarılmıştır: Baskın duygular, hislerin yoğunluğu, çok canlı olabilen anılar Ama Göçebe’nin beklemediği bir zorluk vardır: Bedeninin önceki sakini zihninden vazgeçmeyi reddeder.

Göçebe, Melanie’nin düşüncelerinin derinlerine inerek geri kalan insanların nerde olduğunu öğrenmeye çalışır. Ama Melanie’nin zihninde tek görebildiği, sevdiği adamın, hâlâ saklanan bir insan olan Jared’ın hayalidir. Bedeninin arzularına direnemeyen Göçebe, yakalamak zorunda olduğu bu adama karşı özlem duymaya başlar. Dış güçler, Göçebe ve Melanie’yi, aslında istemeseler de, ortak bir hedefte birleştirir ve birlikte sevdikleri adamı bulmak için tehlikeli ve sonu belli olmayan bir macera için yola koyulurlar.

Zamanımızın en çok ilgi uyandıran yazarlarından biri olan Stephenie Meyer, aşkın direnci ve insan olmanın asıl anlamını anlatan, unutulmaz ve heyecan dolu bir romanla yine sizlerle beraber.

***

SORU

Bedenim, evim
Kısrağım, av köpeğim
Ne yapacağım ben
Sen gittiğin zaman

Nerede uyuyacağım
Neyle gezeceğim
Ne avlayacağım
Nereye gidebilirim
Daima istekli ve hızlı olan
Bineğim olmadan
Nereden bileceğim
Önümdeki çalılıkta
Tehlike mi var, hazine mi
Benim iyi ve akıllı köpeğim
Bedenim öldüğünde

Nasıl olacak
Gökyüzünde uzanıp yatmak
Bir çatı, bir kapı
Ve hiç bir şey olmadan
Gözümü oyalayan

Son çarem bir bulutsa
Nasıl saklanacağım ardına?

– May Swenson

Giriş

Yerleştirme

Şifacının adı Fords Deep Waters’tı.

Bir ruh olduğu için, doğal olarak bütün iyi niteliklere sahipti. Merhametli, sabırlı, dürüst, erdemli ve sevgi doluydu. Endişe, Fords Deep Waters için olağandışı bir duyguydu.

Öfkelendiğine ise daha seyrek rastlanırdı. Ancak, Fords Deep Waters bir insan bedeni içinde yaşadığından, öfke kimi zaman onun için kaçınılmaz oluyordu.

Şifa öğrencilerinin, ameliyathanenin uzak bir köşesinden gelen fısıltıları ona bir vızıltı olarak geliyordu. Fords Deep Waters’ın dudakları düz bir çizgi halini almıştı ve bu ciddi ifade, daha çok gülümsemeye alışık olan dudaklarına hiç yakışmıyor­du.

Yardımcısı Darren bunu görünce onun omzunu okşadı.

Sakin bir sesle, “Merak içindeler, Fords,” dedi.

“Bir ruhun bir insan bedenine yerleştirilmesinin ilginç ya da merak uyandıracak bir yanı yok. Bu işlemi gözlemleyerek hiçbir şey öğrenemezler.” Fords’un normalde yumuşak ve teskin edici olan sesi, gergin ve sinirliydi. Buna kendisi de şaşırmıştı.

Darren, “Onlar daha önce hiç yetişkin bir insan görmediler,” dedi.

Fords’un tek kaşı havaya kalktı. “Gözleri kör mü? Birbirleri­nin yüzlerini görmüyorlar mı? Aynaları yok mu?”

“Ne demek istediğimi biliyorsun. Vahşi bir insandan söz ediyorum. Ruhu olmayan bir insandan.”

Fords kızın hareketsiz bedenine baktı. Ameliyat masasında yüzükoyun yatıyordu. Kızın zavallı vücudunun, avcılar onu Şifa Merkezi’ne getirdiklerinde ne halde olduğunu hatırlayınca yüreği sızladı. Çok acı çekmiş olmalıydı.

Şimdi, elbette, çok iyi durumdaydı; tümüyle şifa bulmuştu. Fords sayesinde.

Fords, Darren’a, “O da herhangi birimiz gibi,” dedi. “He­pimiz birer insan yüzüne sahibiz. O da uyanınca bizlerden biri olacak.”

“Bu öğrencileri heyecanlandırıyor. Hepsi bu.”

“Bugün bu bedenin içine koyduğumuz ruh, misafir olacağı bedene böyle dik dik bakılmasından daha fazlasını hak ediyor. Bulunduğu yere uyum sağlamak için zaten büyük bir çaba gös­termesi gerekecek. Bu yetmiyormuş gibi, bir de ona bunu ya­şatmak haksızlık.” Bunu söylerken, öğrencilerin onu seyretme­sini kastetmiyordu. Fords, sesinin yine gergin ve sinirli çıktığını fark etti.

Darren tekrar omzunu sıvazladı. “Her şey yoluna girecek. Avcı’ya bilgi vermemiz gerek ve…”

Avcı kelimesini duyunca, Fords Darren’a öyle bir baktı ki, bu bakışa ancak, “öfke saçan bir bakış” denebilirdi. Darren şaşıra­rak gözlerini kırpıştırdı.

Fords hemen özür diledi. “Üzgünüm,” dedi. “Amacım böy- lesine ters bir tepki vermek değildi. Sadece bu ruhla ilgili kor­kularım var. O kadar.”

Bakışları ameliyat masasının yanındaki standın üstünde duran kiryoterapi kutusuna kaydı. Kutunun üstünde, donuk kırmızı bir ışık yanıyordu. Bu, kutunun dolu ve uyku halinde olduğunu gösteriyordu.

Darren, onu teskin etmek ister gibi sakin bir sesle, “Bu ruh, bu iş için özellikle seçildi,” dedi. “O bizlerden biri ama olağanüstü bir varlık. Çoğumuzdan daha cesur. Bunu şimdi ye kadar yaşadığı hayatlardan da anlamak mümkün. Ona sorma imkânımız olsaydı, bence bu göreve gönüllü olurdu.”

“Hangimiz daha kapsamlı bir iyiliğe hizmet etmek için gö­nüllü olmazdık ki? Konu onun istekli oluşu değil, bir ruha ne­yin sorulmasının gerekli olduğu.”

Öğrenciler de uykudaki ruhtan söz ediyorlardı.

Fords onların fısıltılarını gayet rahat duyabiliyordu. Artık heyecandan, sesleri yükselmeye başlamıştı.

“Altı gezegende yaşamış.”
“Ben yedi diye duydum.”
“Aynı türden bir bedende, iki dönem bile geçirmediğini duy­dum.”
“Bu mümkün mü?”
“O hemen hemen her kılıfta yaşamış. Her şey olmuş. Çiçek, ayı, örümcek…”
“Yosun, yarasa…”
“Hatta ejderha!”
“İnanmıyorum. Yedi gezegende yaşamış olamaz.”
“En az yedi. Origin gezegeni de buna dâhil.”
“Gerçekten mi? Origin mi?”

Fords araya girdi. “Sessiz olun lütfen! Eğer profesyonel ola­rak gözlemlemeyecekseniz, sizden bedenlerinizi alıp dışarı çık­manızı istemek zorunda kalacağım.”

Altı öğrencinin de mahcup olduğu açıkça görülebiliyordu. Susup birbirlerinden uzaklaştılar.

“Haydi, işimize bakalım, Darren.”

Her şey hazırdı. Gerekli ilaçlar insan kızın yanına dizilmişti. Uzun siyah saçları bir ameliyat başlığının altına toplanmış, ince boynu ortaya çıkmıştı. Uyuşturucuların etkisi altında derin bir uykudaydı. Düzenli olarak nefes alıyordu. Güneş yanığı tenin­de geçirdiği kazanın hiçbir izi yoktu.

“Lütfen ısıtmaya başla, Darren.”

Fords Deep Waters’ın ak saçlı yardımcısı kiryoterapi kutusu­nun yanında bekliyordu. Eli kadrandaydı. Güvenlik kilidini açtı ve bir tuşa bastı. Gri renkli küçük kutunun üstündeki kırmızı ışık yanıp sönmeye başladı. Gittikçe daha hızlı yanıp sönüyor ve renk değiştiriyordu.

Fords hareketsiz bedene odaklanmıştı. Neşteri kızın kafata­sının alt kısmındaki derinin üstünde yavaşça gezdirdikten son­ra yarığı genişletmeden kan durdurucu sıvıyı neşterin bıraktığı izin üzerine sıktı. Sonra, büyük bir özenle onları incitmemeye çalışarak ense kaslarının altına indi. Omurganın en üst kısmın­daki soluk renkli kemikler görünmüştü.

Darren, “Ruh hazır, Fords,” diye açıkladı.

“Ben de hazırım. Getirebilirsin.”

Fords, Darren’ın dirseğinin dibinde olduğunu hissetti. Bak­masına gerek yoktu. Asistanının elini uzatmış, beklediğini bi­liyordu. Uzun yıllardır birlikte çalışıyorlardı. Fords deliği açık tutuyordu.

“Onu yuvasına gönder,” diye fısıldadı.

Darren’ın eli görüş alanına girdi. Avcunun içindeki ruh ya­vaş yavaş uyanıyor ve etrafa gümüş rengi pırıltılar saçıyordu.

Fords ne zaman çıplak bir ruh görse, onun güzelliğine hay­ran kalırdı.

Ruh, ameliyathanenin parlak ışıkları altında ışıldıyordu. Fords’un elinde tuttuğu gümüş rengi neşterden daha parlaktı. Canlı bir kurdele gibi kıvrılıp bükülüyor, geriliyor, kiryoterapi kutusundan kurtulduğuna seviniyordu. İnce kollarındaki tüyler, soluk gümüş rengi saçlar gibi dalgalanarak ağır ağır uçuşuyor­lardı. Bütün ruhlar güzeldi ama bu ruh, Fords Deep Waters’a, özellikle çekici gelmişti.

Bu düşüncesinde yalnız değildi. Darren’ın hafifçe iç çektiği­ni ve öğrencilerin de hayranlık dolu bir şekilde mırıldandıkla­rını duydu. Darren, pırıltılar saçan bu küçük yaratığı, Fords’un bir insanın ensesinde açtığı deliğin içine özenle yerleştirdi. Ruh, kayarak deliğin içine daldı ve bu yabancı bedenin içinde dolaş­maya başladı. Fords, ruhun yeni yuvasına uyum sağlamaktaki becerisine hayran olmuştu. Kollarını sinir merkezlerinin çev­resine sıkı sıkı dolamış, Fords’un göremediği yerlere, beynin altına ve üstüne, optik sinirlere ve kulak kanallarına uzanmıştı.

Çabuk ve kararlı bir şekilde hareket ediyordu. Kısa bir süre son­ra, pırıltılar saçan bedeninin sadece küçük bir parçası görünür olmuştu.

Fords, onun kendisini duymayacağını bildiği halde, “Aferin,” diye fısıldadı fakat kız derin bir uykudaydı.

İşi bitirmek sıradan ve alışılmış bir şeydi. Yarayı temizleyip iyileştirdi. Ruh içeri girdikten sonra kapanan deliğin ağzını ya­pıştırmak için bir merhem sürdü. Sonra, ensedeki yara izini ha­fifletmek için üstünü özel bir maddeyle pudraladı.

Yardımcısı, “Her zamanki gibi kusursuz oldu,” dedi. Bu adam, Fords’un bir türlü anlayamadığı bir nedenle, içine yer­leştiği insan bedeninin adını değiştirmemişti. Darren.

Fords derin bir iç çekti. “Bugünkü işten pişmanlık duyuyo­rum,” dedi.

“Sen sadece Şifacı olarak işini yapıyorsun.”

“Bu şifanın bir yara açtığı nadir durumlardan biri.”

Darren ortalığı toplamaya başlamıştı. Ne cevap vereceğini bilmiyordu. Fords Kutsal Görevi’ni yapıyordu ve bu Darren için yeterliydi.

Ama Fords Deep Waters için yeterli değildi. O benliğinin en derin köşelerine kadar gerçek bir Şifacı’ydı. Kızın hareketsiz bedenine endişeyle bakıyor, kendine gelir gelmez uyku halin­deki bu sükûnetinden eser kalmayacağını biliyordu. Bu genç kadının korkunç sonunun dehşet verici etkilerine, biraz önce bu bedenin içine yerleştirdiği günahsız ruh mu katlanmak zo­runda kalacaktı?

Kızın kulağına fısıldarken, içindeki ruhun onu işitebilmesini diledi.

“İyi şanslar, küçük göçebe, iyi şanslar. Keşke şansa ihtiyacın olmasaydı.”

1

Hatırlama

Onun sonunun benim başlangıcım olacağını biliyordum. Ve onun sonu bu gözlere ölüm gibi görünecekti. Bu konuda uya­rılmıştım.

Bu gözlere değil. Benim gözlerime. Benim. Bu artık ben’im.

Kullandığım lisan bana tuhaf geliyordu ama anlıyordum. Kopuk, bağlantısız, sert, kör ve tek boyutluydu. Şimdiye ka­dar kullandığım dillere oranla son derece kısırdı ama akışkan olabiliyor ve kendini ifade etmek mümkün olabiliyordu. Kimi zaman güzel olduğunu bile söyleyebilirim. O artık benim di­limdi. Anadilim.

Kendi türüme has en doğal içgüdülerle, bu bedenin düşünce merkezine yerleştim. Her nefesine, her tepkisine hâkim oldum. Öyle ki, o artık başka bir varlık değildi. O ben’di.

O beden değil, benim bedenimdi.

Uyuşturucuların etkisinin geçmekte olduğunu, zihninin açıldığını hissediyordum. Kendimi ilk hatırlayacağı anısının saldırısına hazırladım; bu bedenin son deneyimlerinin anısına. Son anların anısına. Şimdi olacaklar konusunda tümüyle uya­rılmıştım. Bu insancıl duygular, şimdiye kadar hiçbir türde ya­şamadığım kadar güçlü ve canlı olacaktı. Kendimi hazırlamaya çalıştım.

Anı geldi. Evet, bu önceden uyarılmış olduğum gibi, ken­dinizi hazırlayabileceğiniz bir şey değildi. Göz alıcı bir rengi ve çın çın öten bir sesi vardı. Kızın teni buz gibi oldu. Duyduğu acı uzuvlannı kavrıyor, onları yakıyordu. Ağzında berbat bir tat vardı. Madeni bir tat. Bir de, daha önce hiç hissetmediğim yeni bir duyu vardı. Beşinci bir duyu. Koku halindeki bu duyu, havadaki zerreleri alıp beyninde tuhaf iletilere, zevklere ve uyarı­lara dönüştürüyordu.

Bunlar benim dikkatimi dağıtıyor, beni şaşırtıyordu. Ama onun belleği için aynı şey geçerli değildi. Onun belleğinin bu yeni kokulara ayıracak zamanı yoktu. Onun hatırladığı tek şey korkuydu.

Korku onu bir mengeneye sıkıştırmış, hem kollarını ve ba­caklarını beceriksizce ileri doğru uzatmasına neden oluyor, hem de onların hareketlerini kısıtlıyordu. Kaçmak, koşmak… Yapa­bileceği başka bir şey yoktu.

Başarısızlığa uğradım.

Bana ait olmayan bellek, korkunç güçlü ve berraktı. Bu ne­denle denetimimden kurtuldu ve bağımsız bir şey oluşunu, ben olmayıp sadece bir anı oluşunun bilincini aştı. Onun hayatının son anı olan o cehennemin içine düşmüştüm. Ben oydum ve koşuyorduk.

O kadar karanlık ki, hiçbir şey göremiyorum. Önümü gö­remiyorum. Ellerimi ileri doğru uzatıyorum ama onları göre­miyorum. Kör gibi koşuyorum ve beni izleyenlerin ayak sesle­rini duymaya çalışıyorum. Ama kulaklarımın arkasında öyle bir zonklama var ki, başka hiçbir şey duymam mümkün değil.

Çok soğuk. Bunun şu anda bir önemi olmamalı ama acı ve­riyor. O kadar üşüyorum ki.

Rahatsız edici bir koku duyuyordu. Kötü bir koku. Bir an için, duyduğum bu rahatsızlık, beni o anıdan uzaklaştırdı. Ama bu sadece bir an sürdü. Sonra yine o anının içine sürüklendim ve gözlerim dehşet dolu yaşlarla doldu.

Kayboldum. Kaybolduk. Her şey bitti.

Şimdi tam arkamdalar. Sesleri çok yakından geliyor. Ayak ses­lerinden anlıyorum; çok kalabalıklar. Ben yalnızım. Yenildim.

Avcılar sesleniyor. Sesleri midemi bulandırıyor. Kusacağım.

Biri, beni sakinleştirmeye, yavaşlatmaya çalışarak, “Bir şey yok, bir şey yok,” diye yalan söylüyor. Güçlükle nefes aldığı için kesik kesik konuşuyor.

Bir başkası beni uyarıyor: “Dikkatli ol.”

Bir tanesi, “Kendine zarar verme,” diye rica ediyor. İlgi dolu, boğuk bir ses. ilgi!

Damarlarımın içine bir sıcaklık yayıldı. Vahşi bir nefret beni neredeyse boğuyordu.

Hiçbir yaşantımda, buna benzer bir şey hissetmemiştim. Duyduğum nefret, yine bir an için, beni o anıdan uzaklaştırdı. Kulaklarımı delen tiz bir çığlık beynimde şimşek gibi çaktı, nefes yollarımdan içeri doldu. Boğazımda hafif bir ağrı vardı.

Bedenim, çığlık, diye açıklıyordu bu durumu. Çığlık atıyor­sun.

Dehşet içinde donakaldım ve ses birden kesildi.

Bu bir anı değildi.

Benim bedenim düşünüyordu! Benimle konuşuyordu!

Ama o anda, o anı, benim içine düştüğüm dehşet dolu şaş­kınlıktan daha güçlüydü.

“Lütfen!” diye bağırıyorlar. “İleride tehlike var!”

Kafamın içinde bağırıyorum. Tehlike arkada! Ama ne demek istediklerini anlıyorum. Koridorun ucunda, nereden geldiği belli olmayan soluk bir ışık var. Ben düz duvardan ya da kilitli kapıdan değil, buradan çıkış yolu olmamasından korkuyorum. Orada simsiyah bir delik var.

Bir asansör boşluğu. Terk edilmiş, boş. Bu bina gibi lanet­lenmiş. Bir zamanlar bir sığmaktı. Şimdi ise bir mezar.

Öne doğru atılırken bir rahatlama hissediyorum. Bir yol var. Kurtulmak için değil kuşkusuz ama kazanmak için bir yol var.

Hayır, hayır, hayır! Bu düşünce tamamıyla benimdi. Ken­dimi ondan koparmak için çaba harcadım ama birlikteydik. Ve hızla ölüme koşuyorduk.

Çaresiz çığlıklar duyuluyordu. “Lütfen!”

Yeterince hızlı olduğumu anlayınca içimden gülmek geliyor. Beni yakalamak için uzanan elleriyle aramda ancak birkaç san­timlik bir mesafe olduğunu hissediyorum. Ama ben çok hızlı koşuyorum. Yol bitince bile durmuyorum. Delik beni karşılıyor ve koşarak içine giriyorum.

Boşluk beni yutuyor. Bacaklarım güçsüz ve işe yaramaz hal­deler. Ellerim havayı avuçluyor. Parmaklarım havada dolaşı­yor. Tutunacak bir şey arıyorum. Çevremde kasırga gibi soğuk rüzgârlar esiyor.

Daha onu hissedemeden tok sesini duyuyorum… Rüzgâr durdu…

Sonra sadece acı duyuyorum… Her şey acıya dönüşüyor.

Durdurun şunu.

Acı içinde, kendi kendime, yeterince yüksek sesle söyleyemedim, diye fısıldıyorum.

Bu acı ne zaman bitecek? Ne zaman?

Zifiri karanlık şiddetli acıyı yutmuş ve ben, o hatıra sonun sonuna ulaştığı için duyduğum minnetten zayıf düşmüştüm. Karanlık her şeyi almıştı. Özgürdüm. Doğrulabilmek için bir nefes aldım. Bu bedenimin bir alışkanlığıydı. Benim bedeni­min.

Ama sonra renkler geri geldi, anı canlandı ve beni yeniden içine aldı.

Hayır! Soğuktan, acıdan ve korkunun kendisinden korkarak paniğe kapıldım.

Ama bu aynı anı değildi. Bu bir anının içindeki başka bir anıydı. Son bir anı, son nefes gibi. Ancak, her nedense ilkinden daha güçlüydü.

Karanlık her şeyi örtüyordu. Tek bir şey hariç: bir yüz.

Bu yüz bana, eski bedenimin helezoni tentaküzleri bu yeni bedenime ne kadar yabancıysa, o kadar yabancı geliyordu. Bu dünyaya hazırlanmam için bana verilen görüntülerde buna ben­zer yüzler görmüştüm. Onları birbirinden ayırt etmek, bireyin belirleyici özellikleri olan değişik renk ve biçimdeki küçük fark­ları seçebilmek benim için güç olmuştu. Hepsi de birbirlerine o kadar benziyorlardı ki. Burunları ortada, gözleri yukarıda, ağız­ları aşağıda ve kulakları iki yandaydı. Dokunma dışında bütün duyular aynı merkezde toplanmıştı.

Kemiklerin üstünde deri, tepede saçlar, gözlerin üstünde tüylerden oluşan garip çizgiler vardı. Bazılarının çenelerinin altında daha fazla tüy vardı. Bunlar erkekti. Renkler, açık krem renginden koyu siyaha kadar uzanan kahverengi tonlarındaydı. Bunlardan başka, birini ötekinden ayırt etmeye yarayacak başka hiçbir şey yoktu.

Ama bu yüzü, milyonlarca yüz arasında bile olsa tanırdım.

Bu yüz, sert bir dikdörtgen biçimindeydi. Derisinin altından güçlü kemikleri belli oluyordu. Rengi, altına çalan açık kah­verengiydi. Saçları teninden biraz daha koyuydu. Aralarındaki açık sarı çizgiler saçlarını ışıklandırıyordu. Bu saçlar sadece ba­şını çevreliyordu. Gözlerinin üstündeki tüylü çizgiler de aynı renkti. Göz bebeklerinin çevresindeki renkli yuvarlağın rengi saçlarından daha koyuydu ama onlar da saçları gibi ışıklandırılmıştı. Gözlerinin etrafında ince çizgiler vardı. Anıları bana, bu çizgilerin gülümsemekten ve güneşte gözlerini kısmaktan olduğunu söylediler.

Bu yabancılar arasında neyin güzellik sayıldığı konusunda hiçbir fikrim olmamasına rağmen bu yüzün güzel olduğunu biliyor, sürekli ona bakmak istiyordum. Bunun bilincine vardı­ğım anda, yüz kayboldu.

Olmaması gereken yabancı düşünce, benim, dedi.

Yine şaşkına dönmüş, donakalmıştım. Burada benden başka kimsenin olmaması gerekiyordu. Ancak, bu düşünce o kadar güçlü ve farkındalığı o kadar baskındı ki.

İmkânsız. Nasıl oluyor da bu kız hâlâ burada olabiliyordu? Bu artık ben’dim.

Onu, benim, diye azarladım. Bu kelimenin içinde, bana, sa­dece bana ait olan bir güç ve otorite uçuşuyordu. Her şey benim.

Öyleyse niçin onunla konuşuyorum?Sesler düşüncelerimi böl­düğünde bunları düşünüyordum.

2

Duyulanlar

Sesler hafifti ve yakından geliyordu. Ama ben onları yeni duymaya başlamıştım. Anlaşılan, bu mırıltılarla sürüp giden bir sohbetti.

Biri, “Bana kalırsa, ona karşı gereğinden fazla vahşet uygu­landı,” diyordu. “Aslında, böyle bir vahşet herkes için fazla!” Sesi nefret doluydu.

Tiz ve keskin bir kadın sesi, “Sadece tek bir kere bağırdı,” dedi. Bunu, bir tartışmada başarılı olan taraf kendisiymiş gibi, neşeyle söylemişti.

Erkek, “Biliyorum,” diye kabul etti. “O çok güçlü biri. Baş­kaları, çok daha basit nedenlerle, çok daha büyük travmalar ya­şadılar.”

“Onun düzeleceğinden eminim. Sana daha önce de söyle­diğim gibi.”

“Belki de sana verilen Kutsal Görevi kaçırdın.” Adamın sesi sinirliydi. Hafızam, bu ses tonunu alaycı ve küçümseyici olarak adlandırdı. “Belki sen de benim gibi bir Şifacı olmak için yara­tılmıştın.”

Kadın keyiflendiğini belli eden bir ses çıkardı. Güldü. “Bun­dan emin değilim. Biz Avcılar, farklı bir tanı çeşidini tercih ederiz.

Bedenim, bu kelimeyi, bu unvanı tanıyordu. Avcı. Omurga­mın üstünde ürpertiler hissettim. Eskiden kalma bir tepki. El­bette, benim Avcılardan korkmak için hiçbir nedenim yoktu.

Adam, “Merak ediyorum da,” dedi, “ acaba insanlık mikro­bu senin mesleğindekilere bulaşıyor mu?” Sesi hâlâ tedirgin ve buruktu. “Vahşet senin hayat seçiminin bir parçası. Bedeninin doğuştan gelen yapısının, bu dehşetten zevk almanı engelleyen nitelikleri yok mu?”

Bu suçlama, bu ses tonu beni şaşırtmıştı. Bu sohbet…bir tar­tışma gibiydi. Bu “sahibimin” yabancı olmadığı bir şeydi ama ben daha önce hiç rastlamamıştım.

Kadın savunmaya geçti. “Biz vahşeti seçmiyoruz. Mecbur kaldığımızda ona katlanıyoruz. Üstelik bazılarımızın tatsızlıkla­ra dayanabilecek kadar güçlü olması, siz diğerleri için de iyi bir şey. Bizim çalışmalarımız olmasa esenliğiniz sarsılırdı.”

“Bir zamanlar öyleydi. Bana kalırsa mesleğiniz kısa bir süre sonra yürürlükten kalkacak.”

“Bu sözün yanlışlığının kanıtı orada, yatağın üstünde yatıyor.”

“Bir kız! Yalnız ve savunmasız! Evet, esenliğimize karşı ol­dukça büyük bir tehdit.”

Kadının derin bir nefes aldı. “Peki, o nereden geldi? Nasıl oldu da, Chicago’nun ortasında bitiverdi? Orası uzun zaman­dan beri uygar bir kent. Herhangi bir başkaldırı hareketinden yüzlerce kilometre uzakta. Bunu tek başına mı başardı?”

Soruları, cevap aramadan sıralıyordu. Sanki bu soruları bir­çok kez tekrarlamıştı.

Adam, “Bu senin sorunun, benim değil,” dedi. “Benim gö­revim, bu ruhun gereksiz yere acı çekmeden, herhangi bir trav­ma yaşamadan, yeni bedenine uyum sağlamasını sağlamak. Sen de benim işime karışmak için buradasın.”

Yavaş yavaş ayılıyor, bu yeni duyular dünyasına uyum sağ­lamaya çalışıyordum. Benden söz ettiklerini ancak şimdi anla­maya başlamıştım. Bahsettikleri ruh bendim. Bu durum, keli­meye başka bir anlam yüklüyordu. Bedenimin eski sahibi için bu kelime birçok farklı anlam taşıyordu. Her gezegende farklı bir isim alırdık. Ruh. Bana kalırsa bu uygun bir tanımdı. Bedeni yöneten, görünmeyen güç.

“Benim sorumun cevapları, senin ruha karşı sorumluluğun kadar önemli.”

“Bu tartışılır.”

Bir hareketten kaynaklanan bir ses oldu. Kadının sesi birden fısıltıya dönüştü.

“Sorulara ne zaman cevap verebilecek? Uyuşturucuların et­kisi geçmek üzere olmalı.”

“Hazır olduğu zaman. Onu rahat bırak. Nasıl rahat ediyorsa öyle davranmaya hakkı var. Uyandığı zaman nasıl bir şok geçi­receğini düşün. Kaçmaya çalışırken ölümcül yaralar almış olan bir bedende uyanacak! Barış zamanında hiç kimse böyle trav­malar yaşamak zorunda kalmamalı!” Sesi yükselmişti. Duygu­landığı belliydi.

“O güçlüdür.” Kadının ses tonu güven vericiydi. “Bak ilk anının üstesinden nasıl da başarıyla geldi. O anı en kötüsüydü. Belki bu kadarını beklemiyordu ama yine de üstesinden gelme­yi bildi.”

Adam, “Bunu yaşaması gerekmezdi, öyle değil mi?” diye söylendi. Ama sorusuna cevap beklemediği belliydi.

Kadın yine de cevap verdi. “Eğer ihtiyacımız olan bilgiyi alabileceksek…”

“İhtiyaç kelimesini kullanıyorsun. Oysa ben buna istek derim. İstediğiniz bilgiyi…”

Kadın, diğeri sözünü kesmemiş gibi konuşmayı sürdürdü. “O zaman birisinin tatsızlıkları üstlenmesi gerek. Bana kalırsa, ona sorulacak olsa, bu ruh, bu mücadeleyi kabul ederdi. Ona nasıl hitap ediyorsun?”

Adam uzun bir süre cevap vermedi. Kadın bekliyordu. Nihayet, gönülsüzce, “Göçebe,” diye cevap verdi.

Kadın, “Uygun,” dedi. “Elimde resmi istatistikler yok ama en çok dolaşmış olan birkaç ruhtan biri, hatta en çok dolaşmış olanı. Evet, kendisine yeni bir isim seçene kadar, Göçebe adı onun için uygun olacaktır.”

Adam bir şey söylemedi.

“Elbette bedeninin kendisinden önceki adını alabilir… Arşiv­de, parmak izi ya da retina taramasına uyan örnekler bulamadık. Bu yüzden, bedenin eski sahibinin adını bilmiyorum.”

Adam, “Bedeninin eski sahibinin adını almayacak,” diye mı­rıldandı.

Cevap uzlaşmacıydı. “Herkes kendi istediğini yapınca rahat eder.”

“Sizin Av yöntemleriniz yüzünden bu Göçebe rahat yüzü görmeyecek.”

Sert bir ses duyuldu; ayak sesleri, sert döşemenin üstünde, ağır ağır ilerleyen sert adımlar. Kadın tekrar konuştuğunda, sesi bu sefer odanın karşı tarafından geliyordu.

“Bu mesleğin ilk günlerini bilsen çok kötü tepki verirdin,” dedi.

“Belki sen de, şimdi, barışa uygun olmayan tepkiler veriyor­sun.”

Kadın güldü. Ama sesinden bunun yapmacık bir gülüş oldu­ğu belliydi. Bu gülüşte gerçek bir neşe yoktu. Zihnim duruma uyum sağlamıştı. Seslerin yükselip alçalmasından ve tonlama­lardan sözlerin gerçek anlamlarını çıkarabiliyordum.

“Sen benim görevimin gerektirdiği şeyleri tam olarak bilmi­yorsun. Dosyaların ve haritaların üstüne kapanarak saatler geçi­riyorum. Çoğunlukla masa başı işi oluyor. Senin düşündüğün gibi, her zaman çatışma ve vahşet yok.”

“On gün önce, öldürücü silahlar kuşanmış olarak bu bedeni alaşağı ettiniz.”

“Seni temin ederim ki, bu bir istisna. Bir kural değil. Unut­ma, biz avcılar, yeterince uyanık olmadığımız zaman, tiksintiyle sözünü ettiğin o silahlar bize çevriliyor, insanlar, her fırsatta, bizi büyük bir zevkle öldürüyorlar. Önceden bu düşmanlıkla karşılaşmış olanlar, bizi kahraman olarak görüyorlar.”

“Savaştaymışız gibi konuşuyorsun.”

“İnsan ırkından geri kalanlar bunu bir savaş olarak görü­yor.”

Bu sözleri çok iyi duymuştum. Bedenim tepki verdi. Daha sık nefes almaya başladığımı, kalp atışlarımın her zamankinden daha fazla ses çıkardığını hissettim. Yatağın yanındaki makine bu değişikliği boğuk bir bip sesi çıkararak kaydetti. Şifacı ile Avcı kendi tartışmalarına dalmışlardı ve fark etmediler.

“Ama bu savaşı çoktan kaybettiklerini kabul etmeliler. Biz onlardan ne kadar fazlayız? Bire karşılık bir milyon mu? Sanı­rım bunu biliyorsundur.”

Kadın hışımla, “Tahminlerimize göre, bu oran bizim lehimi­ze olarak biraz daha yüksek,” diye itiraf etti.

Şifacı, bu bilgiyi aldıktan sonra, kendi düşüncelerini savun­mak için başka bir şey söylemeye gerek duymadı. Kısa bir ses­sizlik oldu.

Bu boş zamanı kendi durumumu değerlendirmek için kul­landım. Çoğu şey apaçık ortadaydı.

Bir şifa merkezindeydim. Olağanüstü travmatik bir ruh yer­leştirme işlemi geçirmiş ve ayılma evresine geçmiştim, içinde bulunduğum bedenin, bana verilmeden önce, tamamıyla iyileştirildiğinden emindim. Hasar görmüş bir beden kullanılmaz, çöpe atılırdı.

Şifacı ile Avcı’nın birbirinin zıttı olan fikirlerini düşündüm. Buraya gelme seçimini yapmadan önce, bana verilen bilgiye göre, Şifacı haklıydı. Geri kalan bir avuç insanla aramızdaki düş­manlık çoktan sona ermişti. Dünya adındaki gezegen, uzaydan göründüğü gibi, barış dolu ve huzurluydu. Mavi yeşil renkleri davetkâr, çevresindeki beyaz buhar halkası zararsızdı. Ruhun egemenliği yürürlükteydi. Evrensel uyum sağlanmıştı.

Şifacı ile Avcı arasındaki sözel uyuşmazlık alışılmadık bir şey­di. Bu olayda bize yabancı olan bir saldırganlık söz konusuydu. Meraklanmıştım. Şeylerin…şeylerin düşünceleri arasında dalga dalga yayılan o dedikodular, o fısıltılar doğru olabilir miydi?

Düşüncelerim dağıldı. Bedeninde misafir olduğum son tü­rün adını hatırlamaya çalışıyordum. Bir ismimiz vardı. Bunu biliyordum. Ama artık o bedenle ilişkim olmadığı için kelimeyi hatırlayamıyordum. Bundan çok daha basit bir lisan kullanı­yorduk. Hepimizi tek bir büyük beyinde buluşturan, sessiz bir düşünce dili. İnsanın kökleri ıslak siyah toprağa gömülü olunca, bu gerekli oluyor ve kolaylık sağlıyordu.

O türü yeni dilimde anlatabilirim. İnsanların dilinde. Dün­yamızın yüzeyini kaplayan büyük okyanusun dibinde yaşıyor­duk. Bu dünyanın da bir ismi vardı ama onu da unutmuştum.

Her birimizin yüz kolu ve her kolun üstünde bin gözü vardı. Öyle ki, düşüncelerimizin de birbiriyle bağlantılı olduğu göz önüne alınırsa, uçsuz bucaksız sulardaki hiçbir şey gözümüz­den kaçmazdı. Sese hiç gerek yoktu. Bu nedenle de sesleri duy­mak mümkün değildi. Suların tadına bakardık ve bunu, bize bilmemiz gereken her şeyi söyleyen görme duyumuzla yapar­dık. Suyun kim bilir kaç kulaç yukarısındaki güneşlerin tadına bakar, onların lezzetini ihtiyacımız olan besine dönüştürürdük.

Bizi anlatabiliyordum ama adlandıramıyordum. Kayıp bilgi­leri düşünüp içimi çektim. Sonra yine kulak misafiri olduğum konuşmayı düşünmeye başladım.

Ruhlar sadece gerçeği söylerdi. Bu bir kuraldı. Elbette, Avcılar’ın görevlerinin gerektirdiği şeyler de vardı. Ama ruh­lar arasında yalana gerek yoktu. Son türümün düşünce diliyle, istesek bile yalan söylemek olanaksız olurdu. Ancak, bulundu­ğumuz yere demir atmış gibi olduğumuz için, sıkıntımızı ha­fifletmek amacıyla hikâyeler anlatırdık. En takdir edilen beceri hikâye anlatmaydı çünkü herkese yararı vardı.

Kimi zaman, gerçek hayalle karışır, hiç yalan söylenmediği halde, neyin tam anlamıyla gerçek olduğunu anlamak güçleşirdi.

Yeni gezegeni, hayal bile edemeyeceğimiz kadar öfkeli ve tahripkâr yaratıklarla dolu, o kuru, farklı Dünya’yı düşündüğü­müz zaman, duyduğumuz heyecan korkumuzu bastırırdı. Bu yeni konuyla alakalı hikâyeler üretilmeye başlamıştı. Savaşlar, savaşlar! Önce bizim türümüzün savaşmak zorunda kalacağı söylentisi yayılmıştı. Daha sonra bu süslendi ve öyküleştirildi. Hikâyeler, resmi açıklamalarla çelişince, araştırdım ve doğal olarak ilk aldığım haberlere inandım.

Ama fısıltılar dolaşıyordu. O kadar güçlü insanlar vardı ki, ruhlar onların bedenlerini terk etmek zorunda kalmışlardı. On­ların zihinlerinin tamamıyla devre dışı bırakılması mümkün olmamıştı. Ruhlar o bedenin kişiliğine bürünmüşlerdi. Oysa bunun aksi olması gerekiyordu. Hikâyeler. Vahşi dedikodular. Çılgınlık.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Tutulma ~ Stephenie MeyerTutulma

    Tutulma

    Stephenie Meyer

    Seattle bir dizi gizemli cinayetle çalkalanırken ve hain bir vampir intikam peşinde koşarken, Bella yine kendisini tehlikenin tam ortasında bulur. Bütün bunların arasında, bir...

  2. Alacakaranlık ~ Stephenie MeyerAlacakaranlık

    Alacakaranlık

    Stephenie Meyer

    Üç şeyden kesinlikle emindim. Birincisi, Edward kesinlikle bir vampirdi. İkincisi, onun ne kadar güçlü olduğunu bilmediğim bu vampir yani benim kanıma susamıştı. Üçüncüsü, ona koşulsuz ve geri dönülemez biçimde aşıktım

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Flashforward ~ Robert J. SawyerFlashforward

    Flashforward

    Robert J. Sawyer

    Amerikan ABC kanalında aynı adla yayınlanan ve dünya üzerinde milyonlarca tutkunu olan dizi filmin senaryosunun dayandığı metindir Flashforward. CERN olarak adlandırılan ve çok sayıda...

  2. Arsen Lüpen – Sekiz Yüz On Üç ~ Maurice LeblancArsen Lüpen – Sekiz Yüz On Üç

    Arsen Lüpen – Sekiz Yüz On Üç

    Maurice Leblanc

    Paris’te esrarengiz bir adamın peşine düşen “Pırlanta Kralı” Rudolf Kesselbach, bir sabah otel odasında ölü bulunur. Cesedin üzerinde Arsen Lüpen’in kartviziti vardır.

  3. Paniğe Mahal Yok ~ Kevin WilsonPaniğe Mahal Yok

    Paniğe Mahal Yok

    Kevin Wilson

    Bir Şey Olduğu Yok’un Yazarından “Onun kitaplarıyla tanışın. Eşi benzeri olmayan dünyaların kapılarının açıldığını göreceksiniz.” — THE ATLANTIC Time, Esquire, USA Today, Entertainment Weekly, Vogue,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur