Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Atlantis’in Yükselişi
Atlantis’in Yükselişi

Atlantis’in Yükselişi

Alyssa Day

Yüzyıllar önce dünyanın en gelişmiş toplumu olan Atlantis’e neler oldu? Atlantis’in prensi ve gelecekteki kralı Conlan, Deniz Tanrısı Poseidon’un çalınan en önemli silahı Trident’i…

Yüzyıllar önce dünyanın en gelişmiş toplumu olan Atlantis’e neler oldu?

Atlantis’in prensi ve gelecekteki kralı Conlan, Deniz Tanrısı Poseidon’un çalınan en önemli silahı Trident’i bulmakla görevlendirilir. Bu silah kötü amaçla kullanıldığı takdirde tüm kıtayı yok edebilecek kadar tehlikelidir.

Conlan, zorluklarla dolu bu mücadele sırasında kendini hiç beklenmedik bir durumun içinde bulur: bir ölümlüye beslediği yasak duygular ve arzular…

Karar anı gelmiştir: Conlan ruh eşi olduğuna inandığı ölümlünün mü yoksa büyük bir tehdit altında olan ve tüm umutlarını kendisine bağlayan Atlantis halkının mı yanında duracaktır?

Yasak aşk bu baskının üstesinden gelebilecek midir?

“Alyssa Day, Atlantis’in Yükselişi’nde tekrar tekrar ziyaret etmek isteyeceğiniz inanılmaz ve nefes kesici bir dünya yaratıyor. Bu kitap romantik, seksi ve kesinlikle çok sürükleyici. Bayıldım!”

-Christine Feehan-

“Kaçırmak ve ayrılmak istemeyeceğiniz yepyeni ve inanılmaz bir dünya. Alyssa Day, seksi Poseidon Savaşçıları’yla okuru heyecanlandırıyor ve nefeslerini kesiyor.”

-Kerrelyn Sparks-

“Vay canına! Alyssa Day muhteşem bir paranormal aşk romanı yazmış!”

-Susan Kearney-

“Alyssa Day’in karakterleri sizi alıp bir girdabın içine çekiyor. Uzun zamandır karakterlere veya bir hikâyeye kendimi böylesine kaptırmamıştım. Tadını çıkarın!”

-Susan Squires-

***

Yeni şeyler denememe izin veren ve daima başarımın köklerini atan, dünyanın en iyi editörü Cindy Hwang’a.

İyi bir editör ağırlığınca altın eder;

Cindy ağırlığıncaelmas ediyor.

LCDR Judd’a kelimelere dökemeyeceğim kadar çok neden için.

Ve her kitapta saat on birde hayatımı kurtaran Michelle Cunnah ’ya.

TEŞEKKÜR

Teşekkürler, öncelikle beni güldüren, benim için harika anlaşmalar yapan ve her kitapta yaptığım “öffffff ’ aramala­rımda nazikçe güzel şeyler söyleyen Steve Axelrod’a.

Denizyıldızı Kulübü’nden harika dostlarım Christine, Cheryl, Kathy ve Val’a teşvikleri için teşekkürler. Ayrıca, beni dinleyen, sabırlı davranan ve harika tavsiyeler veren bütün inanılmaz dostlanma: Lani Diane Rich, Michelle Cun- nah, Barbara Ferrer, Eileen Rendahl, Whitney Gaskell, Beth Kendrick, Cindy Holby ve Marianne Mancusi. Poseidon Sa­vaşçılarının sembolü için Megan Emish’e. RomanceDesigns.com’daki dostlarım Deb ve Tara’ya gecikmeli olarak teşekkürler.

Zeki ve cömert dostlar Suz Brockmann, Ed Gaffney, Eric Ruben, Virginia Kantra ve Cathy Mann’e ve lnto the Storm‘da heveslerini benimle paylaşan, bu kitabın ilk oku­malarını dinleyen herkese teşekkürler.

Kesinlikle doğru orantılarda komik, huysuz ve inanıl­maz olan Jenny Crusie ve Cherries’e.

Ve elbette ki daima bu kitabın son iki haftasında biraz fazla pizza yiyip biraz fazla televizyon izlemek zorunda kalan ama asla şikâyet etmeyen çocuklarıma teşekkürler; siz en iyisisiniz.

***

Sevgili Okur,

Atlantis yolculuğumda bana katıldığın için teşekkürler. Ücretsiz ekran koruyucular indirmek ve sadece üyelere açık e-posta listeme katılmak için lütfen www.alyssaday.com’da beni ziyaret et.

Alyssa

***

Bu kıtada, Atlantis ’te, Kralların büyük ve muhteşem gücü doğmuştu… Ama ilerleyen zamanlarda, büyük dep­remlerin ve tufanların ardından, yıkım dolu bir gün ve gece geldi ve savaşçılar toprak tarafından yutuldular; tıpkı Atlantis Kıtası’nın denizlere gömülüp ortadan kaybolduğu gibi.

— Plato, Timaeus, yaklaşık olarak MÖ 600

Yerkabuğunun büyük hareketlerinin tekrarlandığın­dan şüphe etmek zor…

-Albert Einstein, Charles Hapgood’la yazışmalarından, 8 Mayıs 1953

Atlantis’in Başkenti, MÖ 9600

İnsanlann açgözlülüğünün Atlantislileri yuttuğu Büyük Felaket’ten önceydi. Poseidon’un Tapınağı’nda, yedi Atlantis adasının ortasında, bir grup savaşçı, Deniz Tanrısı’nın baş­rahibiyle buluşmuştu. Başrahip onları yedi kişiden yedi gruba böldü ve her birine kutsal bir görevle güçlü bir emanet verdi; sihirli bir taş. Bazıları, onlara yaşam veren su tarafın­dan meraklı gözlerden ve hırslı tutkulardan gizlenmesi için dünyanın dibine gönderilecekti. Diğerleri belli yerlerde in­sanların topraklarına katılacaktı; büyük bir tufan kopması du­rumunda soyu koruyacak yüksek yerlerde.

Hepsi bekleyecekti. İzleyecekti. Ve koruyacaktı.

Ve insanoğlunun yıkımının arifesinde ilk uyan olacak­lardı.

Sonra, ancak ondan sonra Atlantis tekrar yükselecekti.

Çünkü onlar Poseidon Savaşçılarıydılar ve taşıdıkları Trident işareti, insanlığı korumak yönündeki kutsal görevle­rinin tanığıydı.

Hoşlarına gitsin ya da gitmesin.

1. BÖLÜM

Cehennem boş Ve bütün iblisler burada.
– William Shakespeare, Fırtına

Atlantis’in Başkenti, Günümüz

Conlan kapının önünde bir elini salladı ve yedi yıldan uzun süredir kapısından geçmemiş bir savaşçıyı tanıyıp ta­nımayacağını merak etti.

Tam olarak yedi yıl, üç hafta ve on bir gün.

Göğsüne kadar şifalı suya gömülmüş halde beklerken, ölüm onunla alay ediyordu; görüşünün kıyısında titreşiyor, onu saran masmavi okyanus sularında parıldıyor, yanından ve bacağından sürekli süzülen kıpkırmızı kanda atıyordu. Bir elini dizine dayayıp kendini kaldırarak neşesizce güldü.

“Şu kaltak vampir Anubisa beni yenemediyse, şimdi de kesinlikle vazgeçmiyorum,” diye hırladı, etrafını saran boş karanlığa.

Yanardöner yakamozlar onun meydan okumasına cevap verir gibi parlayarak kapı önünde genişledi. İki adam -iki sa­vaşçı- irileşmiş gözlerle, aralanmış dudaklarla ve yüzlerinde şaşkınlık ifadeleriyle kapıdan baktılar. Conlan, kapının ancak geçmeye değer bulduğu şeyi veya kişiyi alacak kadar geniş­leyen açıklığından daldı.

“Prens Conlan! Yaşıyorsunuz,” dedi nöbetçilerden biri.

Conlan, “Öyle de denebilir,” dedi ve Atlantis’e girdi. Yedi yıldan uzun süredir ilk kez gördüğü ülkesinin manza­rasına bir an bakarken, ciğerlerini denizde süzülmüş taze ha­vayla doldurdu. Biraz uzakta, Poseidon Tapınağı’nın altın rengi damarlı beyaz mermer sütunları, yapay günbatımının renklerini yansıtıyordu. Onu görünce Conlan’ın nefesi ke­sildi.

Bu bir daha asla göremeyeceğini düşündüğü bir manza­raydı.

Özellikle de vampir kaltak gülerek gözlerini almayı önerdiği zaman.

“Göremeyen bir Büyük Prens. Filozof Kral babanın kaybı için ne de uygun bir metafor, genç Prens parçası. Neden yalvarmıyorsun? ”

Vampir, cehennemin derinliklerinden çıkmış yaratıklar için hazırlanmış zincirlerle bağlanmış halde çaresizce duran Conlan ’ın etrafında yürüyerek elindeki gümüş dikenli kır­bacı acelesizce ona vurmuştu. Zarif parmaklarından birini uzatarak kırbacın arkasından hevesle süzülen kana dokun­muştu.

Sonra gülümseyerek parmağını ağzına götürmüştü.

“Ama yalvaracaksın. Tıpkı daha hayattayken annenin etini kestiğimde babanın yalvardığı gibi, ” diye mırıldanmıştı, gözlerinden kötücül şehvet pırıltıları saçarak.

Conlan saatler boyunca kükreyerek nefretini ve öfkesini küsmüştü.

Günler boyunca.

Acı yüzünden yedi kez deliliğin eşiğine gelerek ağla­mıştı.

Tutsaklığının her yılında bir kez.

Amaasla yalvarmamıştı.

“Ama o yalvaracak,” dedi, olduğu yerde dik durmaya çalışırken gayretle konuşarak. “Onunla işim bitmeden önce kendisi yalvaracak.”

“Majesteleri?” Nöbetçiler ona yardım için koşarken di­ğerlerini çağırmak için bağırdılar. Conlan dişlerini sıkarak başını kaldırdı ve dönüştüğü hayvan gibi hırladı. İki nöbetçi de oldukları yerde donakaldılar.

Kudurmuş gibi görünen hükümdarlarına nasıl tepki ve­receklerini bilemiyorlardı.

Conlan vatanının toprağındaki ilk adımlarını yardımsız atmaya kararlı bir halde öne doğru sendeledi.

“Hemen Alaric’e haber vermeliyiz,” dedi iki savaşçıdan daha yaşlı, daha deneyimli olanı. Marcus. Yoksa Marius muydu? Conlan dikkatini toplamaya çalıştı; adamı kesinlikle tanıyor olmalıydı.

Bir şeyleri hatırlaması önemliydi.

Evet, Marcus.

“Kanamanız var, Majesteleri.”

“Öyle de denebilir,” diye tekrarladı Conlan, sendeleye­rek bir adım daha atarken. Sonra dünyası kapkaranlık oldu.

Ven gözlem odasında durarak, Poseidon’un başrahibi­nin bitkin bir halde ağabeyine yardım etmeye çalıştığı aşa­ğıdaki şifa salonuna baktı. Alaric’in enerjisini tüketmek çok zordu. Şimdiye kadar Deniz Tanrısı’na hizmet eden başra­hiplerin en güçlüsü olduğu söyleniyordu.

Savaşçıların bir rahiple diğeri arasındaki farkı bildiği söylenemezdi. Ya da genellikle önemsedikleri. Ancak şimdi bu ayrımı önemsiyordu.

Hem de çok.

Ven, Anubisa’nın Conlan’a tam olarak ne yaptığını merak ederken, parmaklarını yumuşak ahşaba gömüp tırab­zanı sımsıkı kavradı. Alexios’a ne yaptığını biliyordu. Conlan’ın en güvendiği muhafızlarından, Yedilerden biri olan Alexios, Anubisa’nın misafirperverliğini iki yıl tatmıştı. Onun ve sadece acıyla, işkenceden cinsel bir zevk duyan Algolagnialı kötü havarilerinin.

Ve sonra Anubisa onu Girit’te bir domuz pisliği yığını­nın içinde çırılçıplak bir halde ölüme terk etmişti. Vampir Ölüm Tanrıçası, sembolizme çok meraklıydı. Belki de bu, babası ve kocası Kaos’tan aldığı bir mirastı ve ciddi şekilde çarpıtıldığı asıl nokta da orasıydı.

Savaşçının anılarını geri getirmek Alaric’in yaklaşık altı ayını almıştı. O süreçte savaşçının ruhunu temizlemek için Tapınak’ta iki arındırma döngüsü yapılmıştı.

Ven bunu düşünmek istemiyordu -düşünmekten kesin­likle nefret ediyordu- ancak bazen Alexios’un, Anubisa tarafından sürüklendiği karanlık cehennem çukurundan tama­men geri dönüp dönemediğini merak ediyordu.

Alaric sorun olmadığını söylemişti. Alexios, Yedilerden biriydi. Ven’in ona güvenmesi bir onur meselesiydi.

Yediler, bütün Atlantis’in Büyük Prens’inin en güveni­lir muhafızlarıydı. O yokken, öldüğü düşünülürken bile.

Dünyanın yüzey bölgelerinde devriye gezen savaşçı gruplarına liderlik edip onları koordine etmişlerdi. Bir sürü gibi -kan emiciler onlara ne diyordu, koyun mu?- güdülmeyi seven lanet olasıca insanları izleyerek.

Ven ve diğer Poseidon Savaşçıları gölgelere gizlenmek zorundayken. Gözden uzak. Kendilerini hissettirmeden. Yü­zeyde dolaşanları kan emiciler, tüylü canavarlar ve geceleri ortaya çıkan bütün pisliklerden koruyarak. Açıkçası, çoğu zaman kötüler o türler arasında çoğunluk oluyordu.

Diğer yandan, aşağı yukarı son on bir bin yıldır kesin­likle iyi bir iş çıkarmışlardı. Ta ki o gece ucubeleri on yıl kadar önce tabutlarından çıkmaya karar verene kadar. Önce vampirler, sonra Biçim değiştirenler. Bu olduğunda, Posei­don Savaşçılarının işi milyon kat daha zorlaşmıştı.

Nedeni ne olursa olsun, Anubisa kendi halkına -vampir toplumuna- Atlantis’in sırlarını anlatmaya gerek duyma­mıştı. Ama Ven bunun her an değişebileceğinin farkındaydı. Tanrıların ve Tanrıçaların ne kadar kaprisli olduğunu bilen biri varsa, kesinlikle bir Atlantisli olabilirdi.

Poseidon’un kaprisiyle okyanusun dibini boylamışlardı.

Bu konuda asla şikâyet etmemişti. En azından yüksek sesle.

Yine de, büyük, kötü ve çirkin yaratıklar özgürce dola­şırken ve Atlantisliler gölgelerin arasında gizlenmek zorundayken insanları savunmak zordu. Ama Ven konuyu Konsey’de yüzü öfkeden morarana kadar tartışmış ve so­nunda vazgeçmişti. Yaşlılar kimsenin Atlantis’i bilmesini is­temiyordu ve Conlan tahta çıkana kadar, kimse onların görüşüne karşı gelemezdi.

Ven ağabeyine bir kez daha bakarken salonun etrafını saran nişlerde tapınak bakirelerinin çaldığı arp ve flütlerin sesini duymuyordu. Müziğin şifa etkisi olduğuna inanılı­yordu.

Ven güldü. Öyle olabilirdi, ancak Conlan o neşeli, havai Debussy pisliğinden nefret ederdi. Taç giyme töreni için tahta çıktığında muhtemelen Bruce Springsteen veya U2 çalınma­sını isteyecekti.

Eğer. Eğer Conlan tahta çıkarsa.

Conlan’ın durumu kötüleşirse neler olabileceğini bile düşünmek istemiyordu, çünkü ondan sonraki kardeş kimdi? Evet. Ven, Kralın İntikamı olmaktan çıkıp bir anda Büyük Prens oluverirdi ve hiçbir şeye liderlik edecek bir kişiliği ya da becerisi yoktu.

Aşağıda kıpırdamadan yatan ağabeyine tekrar baktı. Conlan, doğumundan itibaren Kraliyet, onur, görev bilinci ve bunlarla ilgili bütün zırvalıklar ruhuna işlenmiş gibi büyü­müştü. Ama Ven tam bir sokak dövüşçüsüydü. Ruhunun büyük, çirkin bir parçası vardı; sonunda, ölmeden önce an­nesinin yanındayken zayıflayıp ölen parça. Annesi kaçıp ken­disini kurtarması için ona yalvardığında. Ağabeyini güvende tutmasını istediğinde.

Annesi ölürken Ven hıçkırıklar arasında ona söz ver­mişti.

Sözünü tutmakta da ne kadar başarılı olmuştu ama!

Ahşap, sıkılmış yumruklarının arasında ezildi.

“Çıplak ellerle odun kırmak zordur,” dedi kuru bir ses.

Ven başını kaldırıp rahibe bakmak yerine kanayan avuç­larındaki kıymıkları çıkarmaya odaklandı. “Evet, bu tırab­zanları artık eskisi gibi yapmıyorlar,” diye mırıldandı.

Alaric yanma gelerek -daha çok havada süzülerek; adam gerçekten ürkütücüydü- durdu. Duygusuz bir sesle, “İstersen şunu iyileştirebilirim,” dedi.

“Bence bugün yeterince şifa verdin, ne dersin?”

Alaric bir şey söylemek yerine tırabzanın üzerinden aşa­ğıda uyuyan Prens’e baktı.

Alaric, Prens’i izlerken, Ven de onu izliyordu. Alaric ve Conlan, haşarı çocuklar olarak büyürken Krallık’ta birlikte koşturmuşlar, oyun ve şakalarıyla sokakların ve tarlaların al­tını üstüne getirmişlerdi. Bir ebeveyn ya da Kraliyet vârisine ve kuzenine saygılı halktan bir kişi tarafından nadiren en­gellenmişlerdi.

Daha sonraları hanlarda garson kızlarla aynı şekilde devam etmişlerdi.

Artık rahibin çocuksu bir tarafı yoktu. Unvanının yet­kisini bir zırh gibi taşıyordu. Görünmez ama şaşmaz bir şe­kilde. Yüzünün keskin düzlükleri ve burnunun şahin gagası gibi biçimi, kendisine karşı çıkan herkese kim olduğunu ha­tırlatıyordu; iliklerine kadar kendini hizmete adamış bir din adamı.

Gücün gereksinimi. Hafifçe parlayan yeşil gözler de düşmanlarını uyarmaya yetmiyorsa, gücü yetiyordu.

Kara hayalet, başrahip, Poseidon’un gücünün aracısı.

Korkunç piç.

“Hayır, artık hiçbirimizde çocuksu bir sevimlilik filan kalmadı, değil mi, Alaric?”

Alaric bir kaşını kaldırdı ama yoruma şaşırdığını göste­ren başka bir hareket yapmadı. “Düşmanın tarafına geçip geçmediğini bilmek istiyorsun,” dedi yorgun yüzüyle. On sa­atten uzun süre şifa verdikten sonra ayakta durabilmesi bile oldukça etkileyiciydi.

“Alexios’tan sonra…” diye başladı Ven ama devam ede­meyerek durdu. Anubisa ağabeyinin ruhunu ele geçirdiyse, o zaman Kraliyet ailesinin başı gerçekten belada demekti. Beş bin yıllık bir sözü tutmuş olurdu.

O zaman Ven cehennemin kapılarından geçip hançerle­rini o kan emicinin kıçına kendisi sokmak zorunda kalırdı ve o çatışmadan asla canlı çıkamayacağını bilecek kadar dü­rüsttü.

Alaric derin bir nefes aldı. “O sağlam.”

Ven’in bütün vücudu öylesine derin bir rahatlıkla sarktı ki görüşü bir an bulandı; gözlerinin önünde uçuşan gri nok­taları savuşturmak için gözlerini kırpıştırdı. “Poseidon’a şükür!”

Alaric sessiz kalınca Ven şüphelendi. Sadece minik bir şüphe. “Alaric? Bana söylemediğin bir şey mi var? Reisen’in Tapınak binasına girip Trident’i çalmasından sadece birkaç saat sonra Conlan’ın buraya geri dönmesi sadece tesadüf Rahip dişlerini sıktı, ancak bir dakika daha sessiz kaldı. Sonunda konuştu. “Reisen konusunda bir şey söyleyemem. Onu görmek imkânsız. Ancak Conlan…”

Alaric tereddüt etti ve sonra bir karar vermiş gibi ba­şıyla onayladı. “Prens sağlam. Her nasılsa, yedi yıl boyunca işkence görmesine rağmen sağlam kalmış. Düşman onun zih­nini veya ruhunu ele geçirememiş. Ne var ki..

Ven, Alaric’in kolunu sımsıkı yakaladı. “Ne? Ne var?” Alaric bir şey söylemedi; sadece Ven’in eline baktı. Ala­ric’in istediği takdirde Ven’in elini tek bir element gücü akı­mıyla yakıp kül edebileceğini ikisi de biliyordu.

Ama o anda Ven’in umurunda bile değildi.

Yine de iç çekerek Alaric’in kolunu bıraktı. “Sorun ne? O benim ağabeyim. Bilmeye hakkım var.”

Alaric belli belirsiz başıyla onaylayarak Conlan’ın kı­pırdamadan yatan vücuduna baktı. “Düşmanın onun ruhunu ele geçirememiş olması, Conlan’ın bütün hâkimiyeti koru­duğu anlamına da gelmez. O kadar uzun süren bir işkenceden kimse ruhu sağlam bir şekilde kurtulamaz.”

Ven’e duygusuz gözlerle baktı. Duygusuz. Ölü. Donuk. Yıkım vaadiyle. Ven rahibin gözlerinden bir vampirin kıçını tekmeleme ihtiyacının yansıdığını gördü.

“Conlan bize geri döndü, Ven. Ancak tam olarak ruhu­nun ne kadarının geri döndüğünü uzun bir süre bilemeyebi­liriz.”

Ven gülümser gibi dişlerini sıktı. “Bunu anlayacağız. Ağabeyim tanıdığım en güçlü savaşçıdır. Ve Anubisa, Kralın İntikamı olmamın ne anlama geldiğini tam olarak anlaya­cak.”

Gözleri parlarken hançerlerinin kabzalarını kavradı. “Büzüşmüş kıçına intikamımı sokacağım.”

Alaric’ın yeşil gözleri bir an öylesine güçlü parladı ki Ven kendi gözlerini kısmak zorunda kaldı. “Ah, evet. Anla­yacak. Ve bu ders için sana memnuniyetle yardım ederim.” İkisi birlikte gözlem odasından çıkarlarken Alaric, Ven’in ezdiği tırabzana ve sonra Ven’e baktı. “Poseidon’un da istediği bir intikamı var.”

Ven başıyla onaylayarak hayatındaki ikinci resmi ye­mini etti. Kendi ölümüm anlamına gelse bile, Anubisa yok edilecek. Poseidon ’a yemin ederim.

O kaltak düşecek.

“İlginç bir zamanlama.”

Conlan, parmaklan Anubisa’nın kendisinden çaldığı kı­lıcı tutmak için yüzüncü -bininci- kez kaşınırken gerildi. Sonra sesin aşinalığı iyileşme sürecinin uyuşukluğunu böldü. “Alaric,” dedi, yastıkların üzerinde gevşeyerek. Poseidon’un başrahibi ona bakarken, dudaklarında çok hafif bir gülümseme vardı. “Sürekli haklı olmak biraz yo­rucu. Hoş geldin, Conlan. Uzun bir tatil miydi?”

Conlan şifacıların mermer-altın masasının üzerine otu­rarak esnedi ve yeniden dikilip iyileştirilmiş olan ete baktı. Eski haline dönen kemiklere.

Asla iyileşmeyecek olan yara izlerine.

O kadının yüzünü büyük bir enerji topuyla yakarak vü­cudundan ayırma isteğiyle tutuşuyordu. İçi kavruluyordu. Kendini toparladı ve tekrar rahibe odaklandı.

“Sürekli haklı mı?” diye sordu. “Hayatta olduğumu bi­liyor muydun?”

“Biliyordum,” dedi Alaric, yüzündeki sert çizgiler be­lirginleşirken. Kollarım göğsünde kavuşturdu ve beyaz mer­mer bir sütuna yaslandı.

Conlan’ın bakışları oymalı biçimlerin etrafını saran bakır damarlara çekildi. Yunuslar sıçrıyor, deniz perileri gü­lüşerek oynuyordu. Yeşil ve mavi lav lalelerinin kokusu ha­vayı dolduruyordu.

Yedi yıl boyunca kendisinden çalman yuvasının görün­tüleri ve kokulan…

Bakışlarını tekrar Alaric’e çevirdi. “Beni çürümeye mi terk etmiştin yani?” İhanet duygusu sağduyuyla çatışıyordu. Alaric’in Tapmak karşısında sorumlulukları vardı; halk kar­şısında da.

Atlantis’e.

Alaric durduğu yerde doğrularak kollarını indirdiğinde, öfkeyle parlayan buz gibi yeşil gözlerinden içindeki gücün büyüklüğü yansıyordu. “Seni aradım. Yedi yıl boyunca her gün. Bugün sen gelmeden bile kardeşine katılmaya hazırla­nıyordum; tutsak edildiğin yeri bulup seni oradan kurtarmak için umutsuz bir yolculuğa daha çıkacaktı.”

Conlan, Anubisa’nın ayıncı büyüsünü hatırlayarak diş­lerini sıktı ve başıyla onayladı. “Bizi gizledi. Demek tahmin ettiğimizden bile daha güçlü.”

Zaten mermere kazınmış düzlükler ve çizgiler daha da sertleşebilirmiş gibi, Alaric’in yüzü sertleşti. “Anubisa,” dedi. Bu bir soru değildi. “Gece Tanrıçası’nın… faaliyetlerini… gizlemek için ölüm boşluğunu yansıtabilmesi şaşırtıcı değil aslında.”

İşkence kelimesi söze dökülmeden aralarında asılı kal­mıştı. En azından rahip bundan söz etmeyecek kadar nazikti.

Conlan başıyla onaylayarak boynunun altındaki yara izine uzandı ve birden ne yaptığını fark etti. Hemen elini in­dirdi. “Beni sudan uzak tuttu. Beni hayatta tutacak kadar içe­cek su dışında hiçbir suya yaklaştırmadı. Hiçbir gücü kanalize etme şansım yoktu; hiç.”

Alaric’in gözlerine bakabildiğinde, Conlan orada gör­düğü keder ve öfkeyle yüzünü buruşturdu.

“Bir kez bile. Varlığına işaret eden en küçük bir titreşim bile yakalayamadım,” dedi Alaric, hançerinin yeşim kabza­sını kavrayarak. Bıçağı aşağı bakacak şekilde Conlan’a uzattı. “Sadakatimden şüphen varsa, kuzen, hayatımı hemen sona erdir. Başarısızlığım için bunu hak ediyorum.”

Conlan aile bağlantısından söz edilmesini, zihninin Atlantis politikalarının inceliklerini hesaplayan şüpheci köşe­sine kaydetti. Alaric en azından iki anlamı olmayan tek bir kelime bile etmezdi. Sık sık polemik, bazen pedagojik. Asla amaçsız değil.

Conlan hançeri alarak ellerinde çevirdi ve sonra hızlı bir hareketle sahibine geri uzattı. “Görevinde başarısız olduysan, Rahip, Poseidon’un adaleti çabucak seni bulur. Benim­kine gerek yok.”

Alaric siyah saçlarını omuzlarının üzerinde sallarken, unvanın vurgulanması karşısında gözlerini kıstı. Sonra bir kez başıyla onaylayarak hançeri zümrüt kakmalı kılıfına soktu. “Sizin de dediğiniz gibi. Başka sorunlarımız var, Pren­sim. Nihayet geri döndünüz; yükseliş aracınız kaybolduktan saatler sonra.”

“Anlat bana,” dedi Conlan, öfkesi iradesinin son kırın­tılarını da zorlarken.

“Reisen. Yardımcılarımdan ikisini öldürdü.” Alaric yumruklarını sıkarak tükürür gibi konuşuyordu. “Conlan, onu aldı. Trident’i aldı. Yukarı çıktı. Eğer hortlaklar onu ele geçirirse…”

Alaric’in sesi kesildi. Öyle bir gücün yanlış ellere geç­mesinin bedelini ikisi de biliyordu. Poseidon’un eski başra­hibi, gücünü kötüye kullandığı için Tapmak zindanının karanlık boşluklarında hâlâ çürüyordu.

Poseidon, kendisine ihanet edenlere ölümcül hatırlat­malar yapıyordu.

Conlan keskin bir nefes alırken, kollarındaki tüyler Ala­ric’in odaya yaydığı neredeyse görünmez olan element ener­jisine tepki olarak diken diken oldu. Gücü öyle dışarı sızıyorsa, rahip kontrolünü korumakta gerçekten zorlanıyor olmalıydı. Ya da yedi yıldır gücünde muazzam bir artış ol­muştu.

Conlan hangisinin kendisini daha çok endişelendirdiğini bilemiyordu.

Dostlukları politika ve gücün getirdiği zorlanmalarla yıpranmıştı. Conlan, Alaric’e hayatı pahasına güvenirdi. Değil mi?

Bu bir adamın kafatasını ayırmak için yeterliydi.

Zihnini ele geçirmeye çalışan deliliğe karşı koyacak bir…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Tepedeki Ev ~ Cesare PaveseTepedeki Ev

    Tepedeki Ev

    Cesare Pavese

    İtalyan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Cesare Pavese romanlarında da, şiirlerinde de çağdaş dünya sorunlarına eğilmiş, genç bir yazardı. 1950’de, henüz kırk iki...

  2. Mavi Sakal ~ Max FrischMavi Sakal

    Mavi Sakal

    Max Frisch

    Mavi Sakal, Max Frisch’in yazdığı son roman. Ustalıklı bir olgunluk dönemi yapıtı. Doktor Schaad eski karısını boğarak öldürmek suçundan tutukludur. Savcı için cinayet nedeni...

  3. Huzursuzlar ~ Linn UllmannHuzursuzlar

    Huzursuzlar

    Linn Ullmann

    Linn Ullmann’ın roman üçlemesinin ilk kitabı “Huzursuzlar”, çocukluğunda her yaz Baltık Denizi’nde uzak bir ada olan Fårö’ye, yönetmen ve film yapımcısı babasını ziyarete giden...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur