Çankaya Köşkü’nde yaşamış rejime sadık bir ailenin çocuğu ya da ülkenin en varlıklı burjuva ailesinin oğlu olmak işe yaramadı. Dünyaca ünlü bir akademisyen ve yahut milliyetçi bir ordinaryüs profesör olmak da… Onlara Milli Takım’ın efsanevi yıldızı, Cumhuriyet’in çağdaş, laik, Batılı kadını veya “demir ağlarla ördü ana yurdu dört baştan” diye torpil geçilmedi. “Dünyayı yönettiği” söylenen Yahudi lobisi karşısında hükümsüz kaldı. Rejimin şehidi, Atatürk’ün manevi kızı, hatta Atatürk’ün köpeği olmak bile filmin son karesini değiştirmedi.
Vedat Eczacıbaşı, Zehra Aylin, Muzaffer Şerif, Vedad Uşaklıgil, İzak Altabev, Sadri Maksudi Arsal, Hürriyet Şehitleri, Ülkü Adatepe, Zeki Rıza Sporel, Nezihe Muhiddin, Nuri Demirağ, Foks…
Bu ülkede rejim sadece dindarları, Kürtleri, solcuları, Alevileri ötekileştirmedi; kırmızı çizgileri aştığı anda Beyaz Türklerin de karşısına dikildi.
Yıldıray Oğur, Cumhuriyet’in on iki beyaz mağdurunun hikâyesiyle okuru yakın tarihin gizli köşelerinde bir yolculuğa çıkarıyor.
1978’de, Rize’de doğan Yıldıray Oğur ODTÜ Siyaset Bilimi Bölümünden mezun oldu. Kuruluşundan itibaren bulunduğu Taraf gazetesinde yöneticilik yaptı. Halen aynı gazetede haftada üç gün “Manifestom” köşesini yazıyor, televizyon programları yapıyor, bir üniversitede ders veriyor. Doktora çalışmalarını sürdüren Oğur’un Ey Özgürlük adında yayımlanmış bir de kitabı var.
Melek, Zeynep ve Leyla’ya…
İÇİNDEKİLER
İyi Bilirdik………………………………………………………………..9
Vedat Eczacıbaşı:
Son Burjuvanın Şerefine ……………………………………………. 13
Zehra Aylin: Bir Cumhuriyet Prensesi’nin İntiharı…………….31
Muzaffer Şerif:
Hain Şerif’ten, Kahraman Sherif’e ……………………………….45
Vedad Uşaklıgil:
Cumhuriyet’in Bir Acı Hikâyesi…………………………………… 59
İzak Altabev:
No Mos Karişeyamos En Los Meseles Del Hükümet …………85
Sadri Maksudi Arsal:
Bir Gecede Cahil İlan Edilen
Ordinayüs Profesör …………………………………………………..97
Turan Emeksiz, Ali İhsan Kalmaz, Ersan Özey,
Nedim Özpolat, Sökmen Gültekin: Anıtkabir’e
Gömülen Muhalif Gençler………………………………………….121
Ülkü Adatepe: Küçük Ülküsü’nü Bile Mutlu Edemeyen Cumhuriyet…………………………………………………………….139
Zeki Rıza Sporel:
Milli Santrafora Atılan Gol
Nezihe Muhiddin:
Kimse Bahşetmeden Haklarını İsteyince………………………..179
Nuri Demirağ:
Ne Karada Ne Havada Hayalleri Rahat Bırakılan Adam……..205
Foks:
Cumhuriyet’in Dört Ayaklı Mağduru…………………………….231
İyi Bilirdik…
Bu tür kitapların önsözleri pek okunmaz. En azından ben okumazdım.
Ama böyle bir kitaba önsöz yazmak, okumaktan bile zormuş.
Cumhuriyet’in “beyaz” mağdurları derken kastettiğim, evet, aklınıza ilk gelen; Beyaz Türklerin “beyaz”ı. Yalnızca varlıklı olduklarından değil, muktedire yakın olduklarından ötürü de beyazlar.
Bu ülkede rejim sadece dindarları, Kürtleri, gayrimüslimleri, solcuları, Alevileri ötekileştirmedi, sadece onlara zulmetmedi. Aynı rejim, kırmızı çizgilerini aştığı anda en güçlülerin, en varlıklıların, hatta kendisine en yakın duranların bile karşısına dikildi. Hiçbirinin gözünün yaşına bakmadı. Onları da ötekileştirdi, en kötüsü haklarında konuşmanın bile tehlikeli olduğu bir sükût suikastına mahkûm etti.
Çankaya Köşkü’nde yaşamış rejime sadık bir ailenin çocuğu ya da ülkenin en varlıklı burjuva ailesinin oğlu olmak işe yaramadı. Dünyaca ünlü bir akademisyen ve yahut milliyetçi bir ordinaryüs profesör olmak da…
Onlara Milli Takım’ın efsanevi yıldızı ya da Cumhuriyet’in çağdaş, laik, Batılı kadını veya “demir ağlarla ördü ana yurdu dört baştan” diye torpil geçilmedi. “Dünyayı yönettiği” söylenen Yahudi lobisi karşısında hükümsüz kaldı. Rejimin şehidi, Atatürk’ün manevi kızı, hatta Atatürk’ün köpeği olmak bile filmin son karesini değiştirmedi.
İnsanlık 20. yüzyılda totaliter rejimlerden çok çekti. Hannah Arendt, totalitarizme doğru giden ilk adımın evrensel ve rasyonel ortak referansların ortadan kalkması olduğunu söyler. Hikmetinden sual olunmayan, tek referansı kendisi olan ve “biz bize benzeriz” diyen bir rejimin sadece ötekilerine değil, kendi dostlarına ve yakın çevresine karşı da yapıp edebileceklerinin sınırsızlığına dair 20. yüzyıl faşizm, Nazizm ve komünizm tarihlerinde birikmiş pek çok acı hikâye var.
Bizim beyaz mağdurlarımız hakkında da aslında çok şey yazıldı. Rejimin mağduru olmuş Kemalistler, tarihten silinmiş Atatürk’ün yakın arkadaşları, ülkeyi terk etmek zorunda kalmış Cumhuriyet’in ilk öncü kuşağı hakkında epeyce şey biliyoruz. Daha az bilinenler arasından seçtiğim bu on iki hikâyenin kahramanlarından bir kısmı az çok tanınıyor, ama mağdur oldukları bilinmiyor. Bu kitabı yazarken, onlar hakkında kaleme alınmış pek çok değerli akademik çalışma ve araştırmadan yararlandım.
Ama yine de yakın tarihte kısılmış sesleri, büyük kitleler tarafından yeterince yüksek sesle duyulmadı.
Bugün dindarlar, Kürtler, gayrimüslimler, Aleviler, solcular rejimin kendilerine yönelik zulümlerini teşhir ediyorlar; bu mağduriyetler üzerinden hesap soruluyor, siyaset yapılıyor. Peki ya mağduriyetlerini yüksek sesle dillendirecek kimsesi bile kalmayanlar, mağduriyetleri kimsenin işine yaramayanlar, hatta mağduriyet hikâyeleri bugün ezber ve konfor bozacağı için unutulmaya terk edilenler?..
Ülkenin en zengin ailelerinden biri için evlatlarını rejime nasıl kurban verdiklerinin bilinmesi, milyonlarca taraftarı olan bir kulüp için efsanevi kaptanının bir rejim mağduru olarak hatırlanması, devletle iyi geçinmeye çalışan bir azınlık cemaati için eski liderinin bir darbe mağduru olması deşilmesi pek hoş hatıralar olmasa gerek. Cumhuriyet’in büyük mağduriyet hikâyeleri, katliamları dururken Atatürk’ün manevi kızlarının veya köpeğinin mağduriyetinden bahsetmek de politik olarak kimseyi pek heyecanlandırmamış olabilir.
Nedense bu beyaz mağduriyet hikâyeleri beni uzun zamandan beri çok heyecanlandırıyor. Bu insanlara karşı garip bir sorumluluk duygusu hissedip, pazar günleri Taraf’ta onların hikâyelerini yazmaya çalışmakla başladı her şey. Maksimum kelime sayısı ve minimum puntoyla bir gazete köşe yazısı sınırlarına sığdırmaya çalıştığım hikâyeler, okumalar ve arşiv taramalarıyla büyüdü, büyüdü ve sonunda bu kitap haline geldi.
Ama kendiliğinden de olmadı bu. Hikâyelerin kitaba dönüşmesinde pek çok kişinin katkısı oldu. Evde çalışmam için bana her türlü konforu sağlamakla kalmayıp, bütün yazdıklarımı okuyan, düzelten, benim için araştırmalar yapan Zeynep’e teşekkür borçluyum. Leyla’ya da akıllı, uslu ve çok tatlı bir bebek olduğu için… Kitap için beni sürekli cesaretlendiren ağabeyim Turgay ve yakın dostum Mehmet Ali’yi de unutmamalıyım. Beni Timaş Yayınları’na davet eden, tanımaktan çok memnun olduğum Emine Eroğlu, sevgili dostum ve ilk editörüm Emre Barca, kitabı didik didik okuyan ve bu son haline gelmesinde çok katkısı olan ikinci editörüm Ayşe Tuba Ayman’a da ayrıca teşekkür etmem gerekir.
Kitabın hayırlı bir işe vesile olduğunun ilk işareti, arşivinde epey mesai yaptığım İstanbul Kitaplığı’nda görevli olarak karşıma ortaokul arkadaşım Ömer’in çıkması oldu.
Orijinallik ya da akademik olmak gibi bir iddiam yok, tarihî gerçekleri ilk kez ortaya çıkaran olmak da… Haklarında çok az şey yazılmış bu insan hikâyelerini yazarken varsa birincil kaynaklardan, ama çoğunlukla ikincil kaynaklardan, hatıratlardan, en çok da gazete arşivlerinden yararlandım. 1935’te yayımlanmış bir Yeni Zelanda gazetesine internette ulaştığım an Google’da ordinaryüs seviyesine ulaştığımı hissettim.
Sonuçta bu bir tarih kitabı değil. Bu kitabın akademik veya edebi olmak gibi bir iddiası da yok. Bu bir vefa kitabı.
Bu kitap, haksızlığa uğramış, uğradığı haksızlıklar ancak kısık sesle, kuytularda konuşulmuş, Cumhuriyet’in on iki beyaz mağdurunun sesini yükseltmek için yazıldı. O yüzden objektif bir çalışma değil. Hikâyesini anlattığım insanlardan hiçbiriyle bir akrabalık bağım yok, hatta pek çoğuyla düşünsel bir bağım da yok. Aralarında tamsam sevmeyeceklerim bile var. Ama ben onlardan yanayım.
Üzerlerine karabasan çökmüşçesine çıkmayan seslerini duymaya çalışırken bazılarıyla aramda garip bir duygusal bağ oluştu. Kitabı yazarken mezarlarını ziyaret ettiklerim, yaşadıkları yerlere gidip dolaştıklarım oldu.
Acıklı biten filmlerin son karesinde araya atılmış bir parça niyetine okuyunuz. Filmlerin sonunda bundan sonra kahramanların başına ne geldiğini anlatan o dış ses yerine kendinizi koyunuz.
Belki hep birlikte “iyi bilirdik” dersek örselenmiş ruhları şad olur…
Şubat 2013, Arnavutköy
Vedat Eczacıbaşı: Son Burjuvanın Şerefine
Sosyalistlerin temel tezi şudur: Kapitalist parlamenter demokraside egemenler, siyasiler burjuvazinin aracıdır, kuklasıdır. Onlar ne isterse onu yapar. Esas kararları onlar verir, her şey onların çıkarı içindir. Kaba Marksist kuramı tek başına çökerten bir dram bu: Bir ülkenin en önde gelen burjuva ailelerinden birinin, kırmızı çizgileri ihlal eden oğullarını rejimin pençelerinden kurtaramamasının hikâyesi…
17 Eylül 1961 öğleden sonra, saat 13.20. Bir dakika sonra Adnan Menderes idam edilecek. Milyonları arkasından sürükleyen Başbakan, aylarca mahkemelerde linç edildikten sonra büyük bir sessizlik içinde darağacına doğru yürüyor. O ana kadar süren sessizliği bozmaya tek bir kişi cesaret edebildi. Gazeteler onun adından son kez Menderes’in idamından on iki gün önce çıkan bir ilanda bahsettiler:
“Ferit Eczacıbaşı ve Saffet Eczacıbaşı’nın sevgili evlatları, Gülçin Eczacıbaşı’nın kıymetli eşi, Deniz ve Pınar’ın babaları, Nejat, Kemal, Haluk ve Şakir Eczacıbaşı’nın sevgili kardeşleri Vedat Eczacıbaşı tedavi edilmekte olduğu Amerikan Hastanesi’nde 3-4 Eylül gecesi Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.”
Basit gibi görünen bu hastalıktan ölüm ilanı, aslında bu ülkede rejimin gadrine sadece Kürtlerin, dindarların, gayrimüslimlerin, Alevilerin, yoksulların değil; İstanbullu, zengin laik bir beyaz Türk ailesinin de uğrayabileceğinin açık kanıtı. Vedat Eczacıbaşı’nın başta bizzat ailesi tarafından üzeri örtülen hikâyesi, ülkedeki burjuvazi – asker ittifakının huzurunu kaçırmamak için yıllarca özellikle deşilmemiş bir dram.
Vedat Eczacıbaşı, ünlü Eczacıbaşı ailesinin Nejat’tan iki yaş küçük ikinci çocuğu. Biraz çelebi, biraz hovarda. Gezmeyi, yemeyi, yedirmeyi seven, çok para harcayan, çok içen, ama herkese de kendini sevdirmesini bilen, ailenin şeytan tüylü haylaz çocuğu o.
Cumhuriyet’in gözde ailelerinden biridir Eczacıbaşılar. İzmirli Şifa Eczanesi’nin sahibi kimyager Süleyman Ferit Bey, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle işlerini iyice büyütmüştür. Bunda Almanya’nın en iyi üniversitelerinden Heidelberg’de kimya okuyan büyük oğul Nejat’ın katkıları büyüktür. Nejat’ınki tam bir başarı hikâyesidir. En iyi dereceyle bitirilen üniversite, ardından Chicago Üniversitesi’nden alman burs ve Nobelli bir kimyacının yanında tamamlanan doktora.
Ne içki ne sigara kullanan, elini iskambil kâğıdına sürmemiş Nejat, babası Ferit Bey’in de gözdesidir. O kadar ki Nejat ailede ikinci baba muamelesi görmektedir. Bir keresinde bir yakınları “Yahu Ferit bu çocuklar senin mi Nejat’ın mı?” diye sormuştur. İşleri İstanbul’a taşıyan Nejat şirketi büyütür, Levent’te Türkiye’nin ilk ilaç fabrikasını kurar.
Ailenin parlak çocuğu Nejat, Kimya Yüksek Lisansı yapmak üzere Almanya’nın ünlü Heidelberg Üniversitesi’ne gitmişti.
Vedat ise kendisinden sadece iki yaş büyük olan ağabeyinin bu büyük başarı hikâyesi karşısında çoktan pes etmiştir. Aslında ticaretle değil, daha çok sanatla ilgilidir. İstemeye istemeye de olsa ailenin Kartal’daki Seramik Fabrikası’nda yöneticilik yapmaktadır. Bol maceralı, tam bir bohem hayatıdır onunki. Geceleri gazino ve barlarda dolaşmakta, kumar oynamakta, eve geç saatlerde gelmektedir. Yine bir gün sabaha karşı eve geldiğinde eczaneye gitmek için erkenden kalkan babası onu o saatte giyinik görünce “A sen de mi erken kalktın, haydi birlikte gidelim.” diyerek eczaneye götürür; Vedat bütün günü uykusuz geçirir.
Baba Ferit Bey evlatlarını “Gâvur İzmir’in ilk Türk eczacısı” namına yakışır biçimde yetiştirmek istemektedir. Titiz, disiplinli ve otoriterdir. Böyle bir baba figürü ve ağabeyin ikinci babalık konumu karşısında dengeleri sağlamak isteyen anne Saffet Hanım’ın en sevdiği evlat da Vedat olur.
Aslında ailenin ne iktidarla ne de rejimle bir sorunu vardır. Baba Ferit Eczacıbaşı, Celal Bayar’ın yakın arkadaşıdır. 1958’de fabrikanın yeni bölümlerinin açılışını Bayar ve Menderes yapar. Seramik Fabrikası’nda üretilen Atatürk büstleri okullara ücretsiz olarak dağıtılır. O açılış sırasında fırından yeni çıkan büstlerden birine dokunan Menderes’in eli yanar; birkaç yıl sonra ‘Atatürk’ün cumhuriyetine el uzatmak’ suçundan idam edileceğinden habersiz “Rahmetli hayattayken de kendine dokunanı yakardı.” diye espri yapar.
İyi bir Demokrat olan Ferit Bey dokunanın yandığı günlerde bile dostlarından elini çekmez. 28 Mayıs 1960 günü Ankara’dan İzmir’e gelen Bayarları havaalanında sadece iki kişi karşılamaya cesaret edecektir: Ferit Bey ve eşi Saffet Hanım. Daha sonra Eczacı-başı kardeşleri ziyaret eden Bayar, “yetmiş yıllık İttihatçı dostum” dediği Ferit Eczacıbaşı’nın gönderdikleri olmasa Yassıada’da beş parasız kalacağını anlatacaktır.
Babalarının aksine, ailenin okumuş çocukları Nejat ve Şakir Eczacıbaşı ise CHP’lidir, tabii doğal olarak 27 Mayısçı. O kadar ki darbenin ardından Cemal Gürsel, Nejat Eczacıbaşı’na bizzat Sanayi Bakanlığı koltuğunu teklif eder. Ama bir yıl sonra küçük kardeşini bu darbeye kurban verecek Nejat Bey, “Kabul etmezsen seni askere alır, muvazzaf olarak çalıştırırım.” diye kendisine takılan Orgeneral Gürsel’i kibarca geri çevirir. 27 Mayıs İhtilali’ni alkışlayan CHP’li üniversite ve edebiyat çevrelerine yakın olan Şakir Bey de darbecilerin ateşli savunucusu Vatan gazetesinin sanat ekini çıkarmaktadır.
Vedat ise, biraz CHPTi ağabeyine tepki olarak, biraz da babasının takdirini kazanmak için olsa gerek, iyi bir Demokrat Partilidir. 27 Mayıs’m ardından da ateşli bir darbe karşıtı olmuştur artık, etrafındaki herkesle siyasi tartışmalara girmeye başlamıştır.
Ve o gece… Tarih: 24 Mart 1961.
Seramik Fabrikası ürünlerinin sergilendiği davet çok başarılı geçmiştir. Vedat bir grup arkadaşıyla birlikte kutlamaya Beyoğlu’nda, sosyetenin uğrak yeri olan Gaskonyalı Toma Meyhanesi’nde devam eder. Gecenin bir saatinde ayağa kalkar, kadehini havaya kaldırır ve oradaki herkesin buz kesmesine neden olan o sözü söyler:
“Benim için hâlâ başbakan olan Adnan Menderes’in şerefine.”
Yan masada tanıdık isimler oturmaktadır. Darbecilerin Kurucu Meclisi’nin en genç üyesi, daha sonra CHP’de siyaset ve bakanlık, Cumhuriyet gazetesinde yazarlık ve yöneticilik yapacak Alev Coşkun. Türk Milli Talebeler Federasyonu’nun eski başkanı, darbenin öğrenci liderlerinden, daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapacak Nurettin Sözen. Uzun yıllar CHP ve DSP’de yöneticilik yapacak Sedat Akman. Ve iş adamı Özer Öztarhan.
Vedat Eczacıbaşı’nm yanındaki beş arkadaşı da ona katılırlar. Bunun üzerine yan masadakiler müdahale eder. Sonrasında olanları yan masada oturanlardan Nurettin Sözen anlatıyor:
“Beyoğlu’ndaki Toma’nm lokantasına gittik. Yarım saat sonra altı kişilik bir grup geldi. Bu grubun başında Vedat adında biri vardı. Müziğin başlamasıyla bu şahıslar oturdukları masada Menderes için kadeh kaldırdılar. İkazlara rağmen bu hareketler devam etti. İsmet İnönü aleyhinde konuşmağa başladılar. Alev Coşkun bize heyecan göstermemizi söyledi. Patronla konuşmak üzere masadan ayrıldı. Patronla konuşması bir sonuç vermeyince Birinci Şube’ye telefon etmek istedi. İşte kavga bu sırada çıktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Kişiler Tarih Tüm Kitaplar Türkiye
- Kitap AdıCumhuriyet'in Beyaz Mağdurları
- Sayfa Sayısı240
- YazarYıldıray Oğur
- ISBN9786050808513
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2013-3