5 Dalda Oscar Adayı
Küçük bir Fransız kasabası olan Lansquenet için sıradışı bir yabancı olan Vianne Rocher buraya yerleşmeye karar verir.
Kasabaya açtığı çikolata dükkânında müşterileri için gizli yeteneğini kullanarak çeşitli çikolatalar hazırlar. Yapılan her alışveriş zamanla herkes için sırların ve duyguların paylaşıldığı bir dostluğa dönüşür.
Kendi iç dünyasına uzak olsa da çevresindeki insanları kolayca keşfeden genç kadın, müşterilerinin gizli duygularına ve şimdiye dek fark etmedikleri ihtiraslarına yönelmelerine yol açar.
Geleneklerine bağlı olan bu kasabada bastırılmış duygular ve ağırbaşlı kilise kuralları artık karşı karşıyadır.
Çikolatanın fazlaca fark edemediğimiz işlevinin ve küçük bir Fransız kasabasının geleneksel dokusunun edebi bir ziyafet gibi önümüze sunulduğu Çikolata okuyanlar için karşı konulamaz tatlar içeriyor.
1
11 Şubat Büyük Oruç Arifesi, Salı
Karnaval rüzgârıyla birlikte geldik. Şubat ayına göre ılık bir rüzgâr, kızartılan kreplerle sosislerin ve hemen oracıkta, yolun kıyısında bir elektrikli ocakta pişirilen, ağızda dağılır türden, tatlı kurabiyelerin sıcak, yağlımtırak kokusuyla yüklü bir rüzgâr; savurduğu konfetiler, yakalardan ve kol yenlerinden içeri doluyor, zehir zemberek kışa aptal bir panzehir gibi, yol kenarlarından akan sulara karışıyordu. Daracık ana cadde boyunca dizili kalabalığı bir heyecandır almış, peşinden sürüklediği kurdeleleri ve kâğıt süslemeleriyle, karnaval arabasını görebilmek için, boyunlar uzatılıyor. Anouk da, gözleri faltaşı gibi açılmış, bir elinde san bir balon, ötekinde bir oyuncak borazan, bir alışveriş sepeti ve dertli, kahverengi bir köpeğin arasından seyrediyor. Daha önce de karnaval görmüştük biz, onunla ben; geçen yıl Paris’te, tam iki yüz elli tane süslenmiş arabanın geçişini, New York’ta yüz seksen arabalık bir tören alayını, Viyana’da iki düzine bandonun yürüyüşünü, uzun ayaklıklarının üstünde palyaçoları, kocaman, kâğıt başlıklarını sallayarak yürüyen ‘Koca Kafaları’, pırıl pırıl bastonları evirip çeviren havaya atıp tutan bando şefi kızı… Ne var ki, altı yaşındayken, dünyanın kendine özgü bir parıltısı var dır. Yaldızlı İpek kumaşla ve peri masallarından sahnelerle üstünkörü süslenmiş tahtadan bir araba. Bir kalkanın üstünde bir ejderha kafası, yünden peruk takmış bir Rapunzel. ince kâğıttan kuyruğuyla bir denizkızı, yaldızlı parlak kartondan bir pasta ev, kapısında sessiz bir çocuklar topluluğuna, inanılmaz yeşil tırnaklı parmaklarını sallayan bir cadı… Altı yaşındayken, bir yıl sonra ulaşılmaz oluverecek incelikleri algılamak olasıdır. O kartonun, süslerin, plastiğin ardındaki o gerçek cadıyı, o gerçek büyüyü henüz görebilir. Anouk başını kaldırıp bakıyor, çok, çok yükseklerden bakıldığında dünyanın alacağı o maviyeşil renkli gözleri pırıl pırıl.
“Kalıyor muyuz? Kalıyor muyuz burada?” Ona Fransızca konuşmasını anımsatmak zorundayım. “Ama, kalıyor muyuz? Gerçekten mi?’ Kol yenime yapışıyor sıkı sıkı. Saçları rüzgârdan, keten helvası gibi birbirine dolanmış.
Düşünüyorum. Her yer gibi bir yer burası da, LansquenetsousTannes, neredeyse iki yüz kişilik bir yer, Toutouse ile Bordearuc arasındaki otoyolda, bir kırpışmadan öte değil. Göz açıp kapayıncaya değin geçip gidiyorsun. Bir ana cadde, iki yanına sıralanan, birbirine İyice sokulup yaslanmış, boz renkli, yarı ahşap ev, eğrilmiş bir çatalın parmaklan gibi, birbirine koşut uzanan birkaç yan sokak. Küçük dükkânların çevrelediği bir meydanda, göze batacak biçimde beyaza boyanmış bir kilise. Kasabanın çevresine yayılmış çiftlikler. Meyve bahçeleri, bağlar, tarlalar, kırsal çiftçiliğin katı ayırımcılık kuralları uyarınca çitlerle çevrilmiş ve düzenlenmiş: şurada elmalar, orada kiviler, kara plastik kabuklarının içinde hindibalar, cılız şubat güneşinde küflenmiş ve ölü gibi görünen, ama martta zaferle dirilmenin bekleyişi içindeki bağlar… Ardında Tannes deresi, Garonne ırmağı’nın bu küçük kolu, bataklık görünümlü otlaklar boyunca parmak gibi uzanıyor. Peki ya insanlar? Şimdiye dek tanıdığımız diğerlerine çok benziyorlar; alışılmadık güneş ışığında biraz solgun belki, biraz somurtuk. Baş örtüler ve bereler, altındaki saçlarla aynı renkte, kahverengi, siyah ya da kurşuni. Yüzler, geçen yazdan kalma elmalar gibi çizik çizik, gözler, kınşıkete, hamura batırılmış bilyeler gibi gömülmüş. Birkaç çocuk, hızla geçen kırmızı, limon yeşili ve san renkler, sanki başka bir ırk gibi görünüyor. Eski bir traktörün çektiği araba, yol boyunca ağır ağır ilerlerken, dört köşe suratından mutsuzluk akan tombul bir kadın, sırtındaki kareli mantoya sımsıkı sarılmış, zor anlaşılabilir yerel şivesiyle bir şeyler haykırıyor; arabanın üstünde, pek mevsimsiz bir Noel Baba, peri kızlarının, denizkızlarının ve cücelerin ortasında, kalabalığa sanki saldırıyormuş gibi şekerler (ırlatıyor. Yaşlıca, ulak tefek bir adamcağız, başında, bölgede alışılagelmiş yuvarlak bere yerine bir fötr şapka, nazik, özür dileyen bir bakışla, o dertli kahverengi köpeği bacaklarımın arasından alıyor. İncecik, zarif parmaklarının köpeğin tüylerinde kıpırdadığını görüyorum; köpek sızlanıyor; sahibinin yüzü, sevgi, kaygı, suçluluk karışımı bir ifadeye bürünüyor. Kimse bakmıyor bize. Sanki görünmeyen insanlarız; giyimimiz bizi yabancı, geçici olarak damgalıyor. Terbiyeli insanlar, öyle terbiyeliler ki; kimse gözünü bize dikmiyor. Uzun saçlarını turuncu mantosunun yakasından içeri sokuşturmuş, boğazına sardığı uzun ipek eşarbı rüzgârda uçuşan kadın; san potinler ve gök mavisi yağmurluk giymiş çocuk. Renkleri damgalıyor onları. Giyimleri değişik, yüzleri, çok mu solgun, yoksa çok mu esmer? Saçları onları başka, yabancı, tanımlanamayacak derecede değişik olarak damgalıyor. Lansquenefliler, göz değdirmeden gözleme sanalını öğrenmişler. Onların soluğunu garip bir biçimde ense kökümde duyuyorum, şaşılacak bir şey, düşmanlık yok belki, ama yine de soğuk bu bakışlar. Biz onlar için bir merak konuşuyuz, karnavalın bir parçası, yaban ellerden bir soluk. Satıcıdan bir çörek almak için arkamı döndüğümde üzerimizdeki gözlerini duyumsuyorum onların. Kâğıt, sıcak ve yağlımtırak, esmer buğday çöreğinin kenarlan gevrek ama ortası kalın ve lezzetli. Bir parça kopartarak Anouk’a veriyor, çenesinde eriyen tereyağını siliyorum. Satıcı şişmanca, saçları dökülmeye yüz tutmuş bir adam, kalın gözIüklü yüzü, sıcak ocaktan vuran buhardan parlıyor. Çocuğa göz kırpıyor. Öteki gözüyle de hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyor, sonra kendisine sorular sorulacağını bildiği için.
“Tatile mi geldiniz, madam?” Kasabanın görgü kuralları, bu soruyu sormasına izin veriyor; o satıcı ilgisizliğinin ardında gerçek bir öğrenme açlığı seziyorum. Bilgi burada geçer akçe; Agen ve Montauban pek yakın olduğundan, turistler buraya pek seyrek uğruyor. Kısa bir süre için.”
‘Paris’tensiniz demek?” Giyimimizden olmalı. Şu göz alo, pırıl pınl yörenin insanları inadına donuk. Renk bir füks sanki; giyenin üstünde iyi durmuyor. Yol kıyısındaki parlak bitkiler de, ot, saldırgan, yararsız.
Hayır, hayır, Paris’ten değil.”
Araba, neredeyse sokağın ucuna varmış. Küçük bir bando iki flüt, iki trampet, bir trombon ve bir davul peşinden gidiyor, cılız, ne idüğü belirsiz bir marş çalarak. Bir düzine kadar çocuk da, ardında, hem yürüyor, hem de bir yandan yerlere saçılmış şekerleri topluyorlar. Kimileri kılık değiştirmiş; Kırmızı Şapkalı Kız’ı görüyorum, bir de tüylü biri, kurt olabilir, bir avuç serpantini ele geçireceğim diye arkadaşça itişip kakışıyorlar.
En arkada siyahlar içinde bir adam gidiyor. Önce onu da kılık değiştirmiş biri sanıyorum belki de Azrail ama yaklaştıkça, köy papazının eski moda cübbesini tanıyorum. Otuzlarında ama uzaktan bakılınca kaskatı yürüyüşüyle daha yaşlı duruyor. Bana doğru dönünce, fırlak elmacık kemiklerinden, kuzeylilere özgü soluk renkli gözlerinden ve boynuna asılı gümüş haçı kavrayan uzun, piyanist parmaklarından, onun da bir yabancı olduğunu çıkartıyorum. Belki de dik dik bana bakma hakkını ona veren de bu, bu yabancılığı; ama o soğuk, açık renk gözlerinde hiç de bir hoş karşılama belirtisi görmüyorum. Sadece bulunduğu yerin sahipliğinden emin olmayanın, o karşısındakini tartan, yırtıcı bakışları. Ona gülümsüyorum, şaşkın, başını öte yana çeviriyor, iki çocuğu el ederek yanına çağırıyor. Bir işaretle, şimdi yolun iki yanına yığılmış süprûntüleri gösteriyor; iki çocuk, isteksiz, temizlemeye başlıyorlar, yerlerdeki serpantinleri ve şeker kâğıtlarını kucaklarında toplayarak yakındaki bir çöp kutusuna atıyorlar. Dönüp giderken papazın yine bana bakışını yakalıyorum, başka birinde olsa, beğeni dolu bir bakış bu,
LansquenetsousTannes’da karakol yok, demek ki suç da yok. Anouk gibi olmayı deniyorum, maskenin altındaki gerçeği görmeyi, ama şimdilik her şey bulanık.
“Kalıyor muyuz, kalıyor muyuz, anneciğim?” Israrla kolumu çekiştiriyor. “Hoşuma gitti, hoşuma gitti burası. Kalıyor muyuz?”
Onu kucaklayıp başının tepesinden öpüyorum. İs ve kızarmakta olan çörekle, bir kış sabahındaki sıcak yatak çarşaftan gibi kokuyor.
Neden olmasın? Her yer gibi bir yer burası da, daha kötü değil.
“Evet, elbette,” diyorum ona, ağzım saçlarında. “Elbette kalıyoruz.”
Pek de yalan sayılmaz. Bu kez doğru bile olabilir.
Karnaval geçti. Yılda bir kez kasaba alevleniyor, geçici olarak parlıyor ama daha şimdiden, sıcaklığı uçup gitmiş, kalabalık dağılmış. Satıcılar ocaklarını ve tentelerini kaldırmakta, çocuklar bürûndükleri karnaval kılıklarını ve süslerini bir yana bırakmaktalar. Hafif bir utanç duygusu baskın şimdi, bu, gürültü ve renk aşınlığından doğan bir utanç. Yaz yağmuru gibi buharlaşıyor, çatlamış toprağın içine ve kavrulmuş taşların arasına süzülüyor, iz bırakmıyor bile. iki saat sonra LansquenetsousTannes yine görünmez olmuş, yılda sadece bir kez ortaya çıkan büyülü bir köy gibi. Karnaval olmasaydı onu tümden kaçıracak, hiç görmeyecektik.
Gazımız var ama şimdilik elektrik yok. İlk gecemizde Anouk’a mum ışığında gözleme yaptım ve ocağın başında yedik, tabak yerine eski gazete kullandık çünkü eşyamız ancak yarın teslim edilecek. Dükkân eskiden fırınmış ve daracık kapının üstünde hâlâ, fırıncı işareti olan buğday başağı kazılı duruyor, ama yerde katın bir unlu toz katmanı var ve içeri girdiğimizde çerçöp arasından yolumuzu bulmakta zorlandık. Kent fiyatlarına alışık olduğumuzdan, kira gülünç derecede ucuz geldi; yine de banknotları sayarken, emlakçı kadının kuşku dolu, keskin bakışını yakalıyorum. Kira sözleşmesinde adım Vıanne Rocher, imza ise her antama gelebilecek, okunmaz bir yazı. Mum ışığında yeni yuvamızı inceledik; yağ ve isin altında bile şaşılacak derecede sağlam görünen eski fırınlan, çam ağacı kaplı duvarların, kararmış tuğlaları, Anouk arka odaların birinde, katlanmış, eski tenteyi buldu, sürükleyerek çıkardık; solmuş bezin altından örümcekler dört bir yana kaçıştı. Kalacağımız yer, dükkânın üstünde; bir, hem yatak, hem oturma odası ve bir de yıkanılacak yer, gülünç derecede küçük bir balkon, saksının içinde kurumuş sardunyalarıyla. Anouk burayı görünce yüzünü buruşturdu.
Öyle karanlık ki, anneciğim.” Böylesine bir perişanlık karşısında ne diyeceğini bilemiyordu, sanki dehşet içinde kalmıştı. “Öyle de üzgün kokuyor ki.”
Haklı. Koku, acıyıp ekşiyinceye değin, yıllar boyu bir yere kapatılmış gün ışığının kokusuna, fare pisliği kokusuna ve anımsanmayan, yası tutulmayan şeylerin hayaletinin kokusuna benziyor. Bir mağaradaymış gibi yankılanıyor, varlığımızın küçücük ısısı, ancak her gölgeyi vurgulamaya yarıyor. Biraz boya ve gün ışığı ile sabunlu su, bizi pislikten kurtarır ama hüzün, ayrı bir konu, yıllardır kimsenin gülmediği bir evin perişan tınısı. Anouk’un yüzü, mum ışığında solgun, gözleri büyümüş görünüyordu, eli elime sımsıkı yapışmış.
‘Burada mı uyumak zorundayız?* diye sordu. Tantoufle hiç hoşlanmadı da. Korkuyor.”
Gülümsedim ve o, altın renkli yanağından öptüm. Tantoufle bize yardım eder.”
Her odaya bir mum yaktık, altın sarısı, kırmızı, beyaz ve turuncu. Kendi tütsümü kendim yapmayı yeğlerim ama çaresiz bir durumda, satın alınmış tütsüler de işimizi görür, lavanta, sedir ağacı ve limon. İkimiz de birer mum tutuyorduk, Anouk oyuncak borazanını üflüyor ve ben de eski bir tencereye madeni bir kaşıkla vuruyordum; on dakika boyunca, ayaklarımızı vura vura, bağıra çağıra ve avazımız çıktığı kadar şarkı söyleyerek her odayı gezdik. Dışarı! Dışarı! Dışarı! diye, duvarlar sarsılınca ya, öfkeden çılgına dönmüş hayaletler, arkalarında belirsiz bir kavrulmuşluk kokusu ve epey de dökülmüş kireç bırakarak kaçıncaya değin. Çatlamış ve kararmış boyanın arkasına bak, terk edilmiş nesnelerdeki derdin arkasına bak, silik çizgileri görmeye başla, elde tutulan bir maytabın söndükten sonra bıraktığı görüntü gibi şurada, altın renkli boyayla ışıklar saçan bir duvar, orada bir koltuk, biraz partalca, ama göz kamaştırıcı bir turuncuya boyanmış, eski tente, kir katmanları altında yan gizlenmiş eski tente, kat kat kirin altından, yan gizlenmiş renkler görünmeye başlayınca, ansızın göz kamaştırıyor. Dışarı! Dışarı! Dışarı! Anouk ve Pantoufle ayaklarını yere vurarak şarkı söylediler, silik görüntüler giderek parladı: muşamba tezgâhın yanında kırmızı bir tabure, ön kapıya asılı bir dizi çıngırak. Biliyorum elbet asılacak bir dizi çıngırak. Elbette biliyorum, bu, sadece bir oyun. Bu tasarıların her biri, gerçekleşinceye değin, çok çalışılması gerek, hem de sıkı çalışılması. Yine de şimdilik, evin bizi iyi karşıladığını bilmek yeterli, bizim onu iyi karşıladığımız gibi. Eğer varsa, orada yaşayan tanrıları yatıştırmak için, eşiğin oraya kaya tuzu ve ekmek. Yastığımızın üstüne de sandal ağacı, düşlerimize tat vermesi için.
Anouk sonradan bana, Pantoufle’un artık korkmadığını söyledi, demek ki işler yolunda. Mumların tümünü de yakarak üstümüzdekileri çıkarmadan, yatak odasındaki unlu şiltenin üstünde birlikte uyuduk ve uyandığımızda sabah olmuştu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÇikolata
- Sayfa Sayısı319
- YazarJoanne Harris
- ISBN9789752101517
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Kitaplar / 2002
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Patrona Halil – Aşk ve İsyan ~ Mor Jokai
Patrona Halil – Aşk ve İsyan
Mor Jokai
İsyana Sürükleyen Büyük Aşkın Hikayesi Gösterişin zirvede olduğu bir dönem; Lale Devri… Patrona Halil ismiyle nam salmış bir tellal… Sultan’ın hareminden bir güzel; Gülfidan…...
- Babam Nasıl Fenomen Oldu? ~ Ben Davis
Babam Nasıl Fenomen Oldu?
Ben Davis
Babam kazara internet fenomeni olunca! Ödüllü İngiliz yazar Ben Davis’in kaleminden çıkan Babam Nasıl Fenomen Oldu?, yıkık dökük ailesini yeniden bir araya getirmek ve eski mutlu...
- Uygarlığı Değiştiren 100 Kedi – Tarihte En Çok Sözü Geçen Kediler ~ Sam Stall
Uygarlığı Değiştiren 100 Kedi – Tarihte En Çok Sözü Geçen Kediler
Sam Stall
Tek bir kedinin uygarlığı değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini düşünüyorsanız, koca bir canlı türünü tek başına yok eden Tibbles’ı duymamışsınız demektir. Ya da Pakistan ile ABD...