Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Supernatural-Cadı Kanyonu
Supernatural-Cadı Kanyonu

Supernatural-Cadı Kanyonu

Jeff Mariotte

Sam ve Deanin annesi, esrarengiz, şeytani bir güç tarafından yirmi iki yıl önce öldürülmüştü. O günden sonra babaları, Amerikanın arka sokaklarında, karanlık köşelerde yaşayan…

Sam ve Deanin annesi, esrarengiz, şeytani bir güç tarafından yirmi iki yıl önce öldürülmüştü. O günden sonra babaları, Amerikanın arka sokaklarında, karanlık köşelerde yaşayan doğaüstü yaratıklar hakkındaki her şeyi bu iki kardeşe öğretecekti, nasıl yok edileceklerini de… 
Sam ve Dean, Büyük Kanyona gitmişti ve bu, zevk için çıktıkları bir gezi değildi. Doğa harikası kanyonun yakınlarında esrarengiz cinayetler işleniyordu. Uzun aralıklarla, kırk yılda bir işlenen bu cinayetlerin üzerinde o güne dek fazla durulmamıştı. Ancak kısa süre içinde bölgede, görkemli bir törenle büyük bir alışveriş merkezi açılacaktı. Ve binlerce müşteri, binlerce olası kurban demekti. Winchester Kardeşler, yöre halkını ve müşterileri koruma görevini üstlenmişti. Ne yazık ki mücadele ettikleri kana susamışların, bir grup hırçın, intikam alma heveslisi ölü olduğundan habersizlerdi! Arizona Çölünün ortasında beliren kötü ruhlar dehşet saçmaya başladığında onlara kimse yardım edemezdi. Ve tüm bu mezarlık kaçkınlarını böylesine sinirlendirenin ne olduğunu ortaya çıkaramazlarsa Cadı Kanyonu, Sam ve Deane de mezar olabilirdi.

***

GÜNDÜZ SORUŞTURMA, GECE SAVAŞ İÇİNDİ

Çığlığı andıran siren sesleri Dean’i derin uykusundan uyandırdı. Cedar Wells normalde o kadar sessizdi ki kendilerini kasabanın ucundaki bir motelde uyuyor gibi değil de en yakın yerleşimden millerce uzakta kamp kurmuş gibi hissediyorlardı. Bu yüzden siren sesi normalde olduğundan daha da sağır ediciydi.

“Bu hiç iyi değil,” dedi Sam. Yatağından çıkıp giyinmeye başladı.

“Siren her zaman kötü haber demektir,” diye kardeşine hatırlat­tı Dean.

Impala’ya vardıklarında babalarının hediyesi, 1967 model gece si­yahı arabaya. Kısa süre önce baştan aşağı elden geçmişti siren sesle­ri uzaklarda kaybolmuştu. Ama ne yöne gitmeleri gerektiğini biliyor­lardı, sesler kasabanın içinden Büyük Kanyon tarafına gitmişti. Fazla uzaklaşmaları gerekmedi, birkaç dakika sonra artık önlerinde uzanan ağaçların arasındaki boşluktan polis arabalarının tepesindeki yanardöner ışıkları görebiliyorlardı.

Dean ve Sam İmpaladan çıkıp büyük beyaz ahıra giden yola doğru koştu. Ahırın önüne bir kamyon park edilmişti ve arkasında tahminen kısa bir süre öncesine kadar insan olan bir ceset vardı. Kamyonun sürü­cü kapısı sonuna kadar açıktı. Kan, kamyonun yan tarafına ve sürücü koltuğuna sıçramıştı. Yerdeki adamın kolu kapının altındaki basama­ğa doğru uzanıyordu ama yüzünün alt yarısı ve boğazı yoktu. Adamın kafasını parçalayan her neyse göğüs kafesini de açmıştı. Görünüşe göre bunu her ne yaptıysa yumuşak parçaların peşindeydi ama Dean organ­ları saymakla vakit kaybetmedi. Cesede hasarı tahmin edebilecek kadar uzun süre bakmıştı ve sonunda iğrenerek başını çevirdi.

Bir sürü katliam görseniz bile yine de bu kanlı ve vahşi manzara­ya alışamıyordunuz.

***

BU KİTAP VALİ JOHN WESLEY POWELL, CLARENCE DUTTON, ED. ABBEY, KATISE LEE’YE İTHAF EDİLMİŞTİR.

ARICA BÜYÜK KANYON VE KOLORADO PLATOSU’NU
GÖREN VE İZLENİMLERİNİ BİZLERLE PAYLAŞAN
DOSTLARIN PAYI DA YADSINAMAZ.
SU AKAR, TOPRAK KALIR.

Giriş

Cedar Wells, Arizona
5 Aralık 1966

Bloktaki bazı evlerden The Monkees televizyon şovunun açılış müziği duyuluyordu. Grubun kararlı notaları Mike Taylorın adımlarını hızlandırmasına yol açtı. Akşamını sekizinci sınıfların tarih raporu için Ce­dar Wells Kütüphanesi’nde araştırma yaparak geçirmiş ve kitaplara dalıp geç kalmıştı.

Eve dönmek için acele etmek zorundaydı ama yine de şovun ilk yarısını kaçıracaktı. Favori programı değildi o onur Batman’e aitti ama pazartesi gecesi şovları arasın­da en iyisiydi. Annesi, oğlanın çok fazla televizyon izledi­ğinden yakınıyordu ama çocuk bunun ne demek olduğu­nu kavradığından emin değildi. Her gece Star Trek, Green Acres, Lost in Space, Combat ve Rat Patrol falan varken insan nasıl çok fâzla’ televizyon izleyebilirdi? Get Smart ve Görevimiz Tehlike gibi sağlam casusluk dizilerinden bahset­meye gerek bile yoktu. Oğlanı en rahatsız edense sevdiği programların birbiriyle çakışmasıydı. ABC’de cuma günleri Green Homet  ve Zaman Tüneli oynarken NBC’de aynı saatlerde Tarzan ve Uzaydan Gelen Adam vardı. Bazen iki programı aynı anda izlemeyi denerdi ama öyle zamanlarda annesi, sürekli kanal değiştirdiği için televizyon bozulacak deyip dururdu.

The Monkees kesinlikle Mike’ı ve okuldaki tüm arkadaş­larını etkisi altına almıştı. Ertesi gün ona akşamki bölüm­de neler olduğunu anlatabilirlerdi ama Mike şarkıları kaçır­mak istemiyordu. Bittiğinde I Dream Of jeannie’yi izlemek için NBC’yi açık tutacak, sonra yatmadan önce biraz aske­ri macera için Rat Patrote geçecekti.

Eğer bisikletini alsaydı çoktan eve varmış olurdu ama sokaklar buzluydu ve kütüphaneden kaç kitapla ayrılaca­ğından emin olamamıştı. Şans işte! Okumasının çoğunu kütüphanede yapmıştı ve bisikleti yanında olsa, kalan ki­taplar bisikletinin sepetine sığardı.

Sadece iki blok kalmıştı. İlk şarkıda olmasa bile İkincide evde olurdu. Eğer kızkardeşi Becky, Gilliganın Adasını sey­retmek için televizyona el koyduysa ona rüşvet vermenin ya da şantaj yapmanın bir yolunu bulmalıydı. Artık neredeyse evi görebilecekti. Johnson’ların Şükran Günü’nde eve astık­ları ve yeni yılın ilk gününe kadar parlayan Noel süsleri, so­kağın o tarafını görmeyi imkansız kılmasaydı tabii.

Son sokağı geçmek için kaldırımdan iniyordu ki bir şey gördü. Daha doğrusu bir hareket hissetti. Bayan Izzi’nin evinin arka tarafında. Okuldaki çocuklar ona genelde ‘ür­kütücü yaşlı cadı’ derdi. Kadın sürekli siyah giyiyor, yas tu­tuyormuş gibi başını siyah şalla örtüyordu. Söylentilere göre oğlu Vietnam’da ölmüştü. Fakat öyleyse bile bu olay, kadının Mike’ın sokağına taşınmasından önce olmuştu ve çocuk henüz onunla bu dedikodunun doğru olup olmadı­ğını öğrenebileceği bir konuşma yapmamıştı. Babasından boşanmış ama henüz dul kalmamış olan annesi de öyle. (Babası artık Virginia’da yaşıyordu. Yani bir bakıma ölmüş sayılırdı.)

Mike gözüne ilişenin ne olduğunu kavramak için o ta­rafa döndü. Biri vardı. Bir çocuk. Belki çocuk olmak için biraz büyük. Kostümlü balodan gelir gibi giyinmişti. As­keri ceketi vardı. Sokak lambası o kadar uzağı aydınlatmı­yordu ama yanında altın rengi şerider olan lacivert bir ce­ket gibi görünüyordu. Dize kadar çıkan çizmelerinin içi­ne sokulmuş olan pantolonunun kenarında da altın rengi şerit vardı. Kafasına kovboy şapkasını andıran aynı renkte bir şapka takmıştı. Kemerinden bir kılıç sarkıyordu ve tü­feği vardı.

Eğer bir kostümse acayip başarılı bir örnekti. Sorun şu ki Bayan Izzi’nin evinin arka kapısına doğru gidiyordu ve Bayan Izzi, Mike’ın bildiği kadarıyla yalnız yaşıyordu.

Dahası, izlediği bu garip çocuk, Becky’nin program sı­rasında antenle oynadığı zaman olduğu gibi bir anlığına titreşip kayboldu ama göz açıp kapayıncaya kadar yine ora­daydı. Ki bu da Mike’ın hayretle inlemesine yol açtı. Ger­çekten çok şaşırmıştı. Derken çocuk, Bayan Izzy’nin evinin arkasındaki gölgelerin arasında kayboldu.

On kapıya gidip Bayan Izzy’ye evinin arka bahçesinde bi­rinin olduğunu söylemeli miyim? diye düşündü. Polisi ara­malı mıyım?

Ama polisler hiçbir zaman çocuklara kulak aşmazdı. Mike yaz boyunca saçını uzatmıştı ve Şerif Tait’i son gör­düğünde, havuzdayken, adam ona saçını kestirmesini veya bone takmasını söylemişti. Bunu söylerken gülüyordu ama Mike onun gözlerinden ciddi olduğunu anlamıştı.

Eve koşmaya karar verdi, ne yapılacağına annesi karar verirdi. Koşmaya başladı. Tam sokağın karşısına varmıştı ki Bayan Izzy’nin evinden yükselen çığlığı duydu.

Mike Taylor bunu bilmiyordu ama bazılarının ‘kırk­lık’ olarak adlandıracağı süreç başlamıştı.

Yine…

1

Cedar Wells, Arizona
4 Aralık 2006

“Bu büyük bir delik.”

“Büyük delik,” diye tekrarladı Sam.

“Ben de öyle dedim. Bu büyük, kahrolası bir delik. Ve nehir bir şekilde deliğin içinde sıkışıp kalmış.” Sam çaresizce başını salladı. Ağabeyi demire yaslanmış kanyona bakıyordu. Diğer tarafta batmakta olan güneşin kanyona doğru süzülen ışıkları soluk pembe, bej ve so­mon rengi toprağı, kireçtaşlarını ve kumtaşlarını altın ren­gine boyuyordu. Sam bazen babasının Dean in ruhunu ta­mamen yok edip etmediğini merak ederdi. “Dean, Büyük Kanyon u yaratmak için doğa milyonlarca yıl çalıştı. Za­ten kanyonun burada olmasının nedeni de Kolorado Nehri. Nehir olmasaydı böyle bir doğa harikası da olmazdı.”

Dean kardeşine dönüp bakışlarını genç adama dikti. Ağabeyinin dudaklarındaki alaycı gülümsemeyi gören Sam kafalandığını anladı. “Stanford’a gitmemiş olmam aptal ol­duğum anlamına gelmez üniversiteli çocuk,” dedi Dean.

“Öyle demek iste…” Sam donup kaldı. Dean kendi­si aile işini sürdürürken Sam’in Stanford’a gitmesiyle dalga geçmeyi severdi. Sam neredeyse hukuk fakültesinden me­zun olacaktı.

“Bak Sam, Büyük Kanyon’un nasıl oluştuğunu biliyo­rum. Erozyonun ne demek olduğundan da haberim var. Neden burada durmak istediğini bile biliyorum.”

“Çok yakından geçiyorduk.”

“Ben şimdi ne dedim? Ahbap, söylediklerimin tek keli­mesini dinlemedin mi?”

Dean bu ruh halinde olduğunda kazanmanın yolu yok­tu. Üniversitede, ağabeyinden uzakta geçirdiği yılların ar­dından Sam, Deanin alışkanlıklarını ve takıntılarını yeni baştan öğrenmek zorunda kalmıştı. Deanin kıymetli Irnpalasıyla ülkeyi dolaştıkları son aylarda bu alışkanlıkla­rın büyük bölümünü çözdüğüne inanıyordu.

Ağabeyini çözmüş olması, yine de arada bir farkında ol­madan tuzağa düşmesine engel değildi.

“Muhteşem bir manzara,” dedi Sam konuyu değiştir­meyi umarak. Son birkaç dakika içerisinde değişen ışık ve gölgeler Winchester Kardeşlerin tamamen farklı bir boyu­ta geçmiş gibi hissetmesine yol açmıştı. Manzara bütünüy­le değişmişti. Rüzgarın taşıdığı keskin çam kokusu Sam’in burnunun gıdıklanmasına yol açtı. Rüzgar köknar ağaçla­rının dallarının hışırtısını da onlara kadar taşıyordu. “Bu yolculuğu yaptığımız için memnunum.”

“Ben de,” dedi Dean. Başını arkaya devirip kısa kah­verengi saçlarını karıştırdı. Soğuk yüzünden deri ceketinin fermuarını sonuna kadar çekmişti. Botlarının çevresindeki kar sertti, en az bir haftalık olmalıydı. “Hiç fena sayılmaz.” “Büyük bir delik için.”

“Yalan mı?”

“Daha çok… Eksik,” dedi Sam.

“İstersen beni cezalandırabilirsin. Ah, bekle bir sani­ye… Öyle bir otoriten yok. Yani canın cehenneme.”

“Hiç sanmıyorum,” dedi Sam. “Artık kasabaya gitmek üzere yola çıksak iyi olur.” Bunu söylediği anda, Dean’in bunu emir gibi görebileceğini kavradı. Bu konuda Deanle sürekli mücadele ediyorlardı. Aralarında büyük olan Dean’di ve Sam aileye sırt çevirdiğinde -en azından Dean durumu böyle değerlendiriyordu— ağabeyi babalarıyla kal­mıştı. Sam’e göreyse kendisi üniversiteye gitme niyetini duyurduğunda babası onu evden kovmuş, neredeyse evladıktan reddetmişti. Babası “Sakın geri gelme,” demişti, ki bu da ne düşündüğünü açıkça ortaya koyuyordu.

Şimdi Sam de aile işine geri dönmüştü. Kardeşler baba­larının ölümünden beri kendi başınaydı ve ikisi arasında ufak sürtüşmeler yaşanıyordu. Dean kardeşini, kardeşi de onu seviyordu ama Dean ona ne yapacağının söylenmesin­den hoşlanmadığını açıkça ortaya koymuştu.

Emir almak Sam için de hiç kolay değildi. O da uzun zamandır üniversitede kendi başına hareket ediyordu ve her şeyi bildiği gibi yapmaktan hoşlanıyordu. Uzun za­man babasının yanında çalışmış olan Dean’se, aksini dü­şünmekle birlikte emir almaya alışkındı aslında. Daha da önemlisi bunun açlığını çekiyordu, sanki babası çocuğun bağımsız ruhunu yok etmiş gibiydi. Şimdi geriye kalan, Sam’in istese de istemese de belli etmeden patronluk tasla­dığı bir Dean’di. Belki işlerin doğal düzeni bu değildi ama genç adama hep böyle olacakmış gibi geliyordu her ne­dense.

Dean ters bir bakış attı ama kardeşine karşılık verme­di. Korkuluğu itip yürümeye başlamakla yetindi. “Gitsek iyi olacak.”

Otoparka vardıklarında yolun kenarına park etmiş bir araba daha olduğunu gördüler ama etrafta kimse yoktu. Tek kelime etmeden arabalarına ilerledikleri sırada Sam bir şey duyduğunu sandı. Durdu ve Dean’i durdurmak için elini kaldırdı. “Şşş.”

“Ne?” diye fısıldadı Dean.

“Dinle.” Sam bu sesin yalnızca dalların hışırtısı olmadı­ğına emindi. “Biri ağlıyor.”

“Öyleyse buradan hemen gidelim,” dedi Dean. “Bizi il­gilendirmez.”

“Bunu bilemezsin.”

“Evet, bilebilirim,” diye itiraz etti Dean. “Buraya, insan­ların öldürülmesini engellemek üzere Cedar Wells’e gitmek için geldik. Şu an için daha emin olduğum bir şey yok. Ağ­layan her kimse onun için üzgünüm ama buraya başka bir amaçla geldik.”

“Ya bir çocuksa? Kaybolmuşsa? Bir bakmak ne kadar za­manımızı alır ki?”

Dean gözlerini devirdi. Sam karşısında Deanin on iki yaşındaki halini görebiliyordu. O yaşlarda ağabeyi neredey­se her şeye gözlerini devirerek karşılık verirdi. Sam o za­manlar Dean kadar uzun değildi -uzamaya on altı yaşın­dayken başlamıştı— ama boyu onunkine yakındı. Yine de her konuda Dean i örnek alır, ağabeyine neredeyse tapar­dı ve Dean sıradan bir göz devirmeyle oğlanın kalbini ra­hatça kırabilirdi.

Dean tek kelime etmeden Sam’in üstüne bastığı YOL­DAN AYRILMAYIN tabelasını işaret etti. Ağlayan kişi şim­di hıçkırıklara boğulmuştu. Bir kadın olmalı, diye düşün­dü Sam. Çocuklar böyle ağlamazdı. Sanki kendini kontrol altında tutmaya çalışmaktan tamamen vazgeçmişti. Ses yo­lun dışından, ağaçların arasından geliyordu. Sam sesi ta­kip etti.

Çalıların etrafını dolaşmakla geçen birkaç dakikanın ar­dından kadını gördü. Kadın, ufak bir açıklıktaki düz kaya­ya oturmuş, yüzünü ellerine gömmüş hıçkıra hıçkıra ağlı­yor, her hıçkırıkta koyu renk saçları ve omuzları sarsılıyor­du. Kırmızı bir parka, kot pantolon ve Ugg çizmelerden giymişti. Güneşin son ışıkları kanyonun duvarını aydınlatıyordu.

“Hanımefendi?” dedi Sam ama artık bunun iyi bir fikir olduğuna emin değildi. Kadın bir yetişkindi. Kaybolmuş bir dağcı gibi görünmüyordu. Yalnızca üzgün görünüyor­du. “İyi misiniz?”

Bir an için kadının onu duyduğundan emin olamadı. Dean’e dönüp arabaya dönmeyi önermek üzereydi ki -ağa­beyi henüz açıklığa varmamıştı— kadın ellerini yüzünden çekip Sam’e baktı.

Gözleri kocaman ve kahverengiydi, ağlamaktan kızar­mıştı. Burnu da aynı ölçüde kırmızıydı. Kadın dudakla­rı arasından nefes alıyordu. Üçgenimsi bir yüzü vardı. Siv­ri denilebilecek çenesi yüzünden büyük gözleri daha da or­taya çıkmıştı, “özür dilerim,” dedi kadın ve gömleğinin koluna koyduğu mendili çıkarıp yüksek sesle burnunu sil­di. “Ben… Şey, ilgilendiğiniz için teşekkürler. Ne kadar yüksek sesle ağladığımı farketmemişim.”

“Önemli değil,” dedi Sam’in önüne geçen Dean. Sam ağabeyini suçlayamazdı. Kadın deli gibi ağlamadığında çok güzel görünüyordu. “Bir yerinizi incitmediğinizden veya kaybolmadığınızdan emin olmak istedik.”

“Ben…” Sam kadının, karşısında beliren iki yabancıya içinden geçenlerin ne kadarını anlatabileceği konusunda kendi kendisiyle mücadele ettiğini görebiliyordu. “Bura­sı kocamın favori yeriydi,” dedi kadın. Öyle anlaşılıyor ki, Winchester Kardeşler’in güvenilir insanlar olduğuna karar vermişti. Artık tamamen gölgelerle kaplanmış olan man­zarayı işaret etti. Gökyüzündeki akbaba, suyun içine karışan yağ gibi sessizce mavi gökyüzünü iki yana ayırdı. “Bu­raya bayılırdı ve sık sık buraya gelip… Şey, neyse bunu boşverin.” Kızaran yanakları Sarne gözden ırak bu nok­tayla ilgili bilmek istediği her şeyi anlattı. “Ross öldüğün­de küllerini buraya serptim. Bunu yapmak için para öde­meniz gerektiğini biliyor muydunuz acaba? Bugün onun doğum günü. Öldüğünden beri geçen ikinci doğum günü ve ben…” Sözlerini yarıda kesen kadın bir an için nefes ala­madı ve başını sağa sola sallayıp bakışlarını sakince yere in­dirdi.

“Başınız sağolsun,” dedi Dean.

Sam endişeliydi, Deanin dudaklarından ne zaman ne döküleceğini asla bilemezdiniz. Kıza korucu olduklarını ve izin almadan ölülerin küllerini parka serpen insanları tu­tukladıklarını falan söyleyebilirdi.

“Teşekkürler.”

“Ben Dean,” diye devam etti ağabeyi. Soyadı vermedi ama en azından yalan söylememiş veya takma adlarından birini kullanmamıştı ki bu az rastlanılır bir durumdu. Bel­ki de kadın dul olduğu için umutlanmıştı. Bir ilişki için değil, Dean ilişkilerden anlamazdı ama belki bir kaçamak yaşamak ümidiyle. “Bu benim küçük kardeşim Sam,” diye ekledi.

“Ben de Juliet,” dedi kadın. Yanaklarını ve burnunu mendiliyle silip baştan çıkarıcı bir gülümseme takınarak kardeşlere baktı. “Juliet Monroe. Ama bana siz demenize gerek yok.”

“Tanıştığımıza sevindim Juliet,” dedi Sam.

“Cedar Wells,e gidiyoruz,” dedi Dean. “Bu bölgede mi yaşıyorsun?”

Juliet başını salladı. “Fazla uzakta değil. Kasabanın dı­şında ufak bir çiftliğimiz var. Daha doğrusu benim ufak bir çiftliğim var. Aslında Ross’un hayaliydi ama beni de ikna etmeyi başardı. Burası o kadar güzel ki! Ben şehirli bir kızım ama Ross taşınmanın ikimiz için de iyi olacağı­na beni ikna etti. Şimdi çiftliği satmaya çalışıyorum çün­kü çok yalnızım ama iyi bir teklif aldığımı söyleyemem.” Kız gülümsemeyi denediğinde şişmiş yanaklarına rağmen yüzünün ifadesi canlandı. “Siz ikiniz bir çiftlik almayı dü­şünüyor olamazsınız, değil mi? Size hayvanları bedavaya veririm.”

“Biz mi?” Dean yalnızca Sam’in anlayabileceği bir ba­kış fırlattı. “Hayır, biz bir bakıma… sürekli yoldayız. Ne­redeyse her zaman.”

“Çiftçilik yapacak insanlar olduğunuzu düşünmemiş­tim,” dedi kadın. “Çiftlik, insanı toprağa bağlıyor.”

“Eminim öyledir,” dedi Sam. “Cedar Wells teki bütün iyi otel odaları kapılmadan yola çıksak iyi olacak.”

Bu söz Juliet’i güldürdü.

“Ne oldu?” diye sordu Sam.

“Sadece… Cedar Wellste iyi otel odası bulmak fikri ol­dukça komik.”

“Demek kasabanın hareketli bir yer olduğu söylene­mez,” dedi Dean.

“Kesinlikle. Elbette cuma geceleri kilisede tombala oy­namayı eğlenceden saymıyorsanız. Bir de arada bir iplerini koparıp anacaddede koşturan boğalar var.”

“Tahminimce gerçek boğalardan bahsediyorsun,” dedi Sam. “Bu bir espri değildi, değil mi?”

“Evet,” dedi Juliet. “Buralardaki boğalar oldukça ger­çektir. Otel odası ararken etrafınıza dikkat etseniz iyi olur.” “Kasabada iyi bir otel biliyor musun?” diye sordu Dean. “Elbette,” diye karşılık verdi Juliet. “Ben sadece iyi lafı­na takıldım. Uyu Git motel var…”

“Adı ne hoşmuş,” dedi Sam.

“İçinde dev hamamböcekleri dolaşır,” dedi kadın. “En azından ben öyle duydum.”

“Başka bir yer yok mu?”

“Yolun Sonu fena değildir. İlla bir yerde kalmam gerek­se ben orada kalırdım.”

“Yolun Sonu. Orayı bulmayı deneyeceğiz.”

“Gözden kaçırmanız mümkün değil,” dedi kadın. “Ce­dar Wells’te hiçbir yeri bulmakta zorluk çekmezsiniz, her şey Anacadde üzerinde ve Anacadde’nin de öyle çok uzun olduğu söylenemez.”

“Anacaddenin adı gerçekten de Anacadde mi?” diye sor­du Sam.

“Evet. Bir de Büyük Yol var. Üç blok boyunca parke taş­larıyla döşenmiş bir yol ama sonrası çamur içindedir.”

“Ve bu kasabanın dünyevi bir cennet olmadığını mı dü­şünüyorsun? Şimdi şok geçirdim.”

“Dediğim gibi, ben şehir kızıyım. Yanımda Ross varken hiçbir şeyin önemi yoktu, buraları o kadar seviyordu ki her yeri onun gözüyle görmekten büyük zevk alıyordum. Ama düzgün bir Mochaccino içmek veya birileriyle sohbet ede­bilmek için ta Flagstaffa kadar gitmek gerekiyor.” İç çekti. “Hayatın sıkıcı olduğu söylenebilir.”

“Eminim öyledir,” dedi Dean. “Şimdi seni rahat bıraka­cağız Juliet. Bizi dev hamamböcekleri konusunda uyardı­ğın için teşekkürler.”

“Benimle ilgilendiğiniz için teşekkür ederim,” dedi kız. “Eğer bir süre kasabada kalırsanız belki Tekerlekte görü­şürüz.”

“Tekerlek mi?” diye tekrarladı Sam.

“Gözden kaçırmayacağınıza eminim.”

“Hoş bir kızdı,” dedi Dean siyah Impala’nın yanma vardık­larında. “Çok seksiydi.”

“Evet, sanırım.”

“Farketmediğini söyleme.”

“Benden çok şenin tipin sanırım.”

“Çok seksiydi,” diye tekrarladı Dean. “Bana inanabi­lirsin.”

“Demek gidip baktığımız iyi olmuş.”

“Gerçek işimizden birkaç dakika götürdü,” dedi Dean. “Ama büyütülecek bir mesele değil.”

Sam o birkaç dakikanın kimsenin hayatına mal olmadı­ğını umdu. Cedar Wells’e, New York’lu bir polis dedektifi olan Marina McBain’in onlara bahsettiği cinayetleri araş­tırmaya gidiyorlardı. Kadının onlara verdiği makaleye göre her kırk yılda bir bölgede açıklanamayan cinayetler işleni­yordu. Son seferinde yirmi dokuz kişi ölmüştü ve kasaba­nın o dönemden bu yana ne kadar genişlediği düşünüle­cek olursa bu yıl daha fazlasını beklemeleri gerektiği açıktı. Arizona eyaletinde yaşanan nüfus patlamasının izlerini her yerde görmek mümkündü.

Hesaplamalarına göre kırk yıllık döngü 5 Aralıkta baş­layacaktı. Bugün ayın 4’üydü. Eğer hesapta bir hata varsa Büyük Kanyonda geçirdikleri zaman birilerinin hayatına mal olmuş olabilirdi ve o zaman bu turistik ziyaretten eski­si kadar zevk almayacakları kesindi.

Sam ve Dean Winchester babalarının izinden gidiyor­du. Babaları hayatını, eşinin, yani annelerinin korkunç ölü­münden itibaren bir avcı olarak geçirmişti.

Hayvanları veya kuşları avlamazdı. John Winchester ca­navarları, hayalederi, iblisleri avlardı. İnsanların ancak ge­cenin bir yarısı uyandıklarında inandıkları ama güneş do­ğup etraf aydınlandığında dalga geçmeyi tercih ettikleri ya­ratıklardı bunlar.

İnsanlar güneş doğduğunda rüyalardan ve gördükleri hayallerden bahsederdi. Ama aslında neden bahsettikleri­ni bilmezlerdi. Hiçbiri kabuslarının gerçek olabileceğinden şüphelenmezdi.

Dean anahtarı kontağa taktığında arabanın motoru tat­min edici bir gürültüyle canlandı.

Arabayı geri vitese takarken Sam i süzdü. “Büyük Kan­yon koca bir delik,” dedi. “Bu konuda haklıydım.”

“Haklıydın Dean. Büyük Kanyon, kahrolası koca bir delik.”

2

Ralph McCaig, Tennessee’li madenci bir babanın ve sürekli sarhoş bir annenin Dolan Springs’te doğan oğluydu. Babası madendeki kazada ölüp parasızlık iyice kendini göstermeye başladığında annesi kendini daha da içkiye vermişti. Körfez Savaşı sırasında orduya katılan Ralph, Frankfurt’taki bir bar kavgası dışında hiçbir şiddet olayına şahit olmamıştı. Hayatının geri kalanını Arizona dağlarında, vadiler, platolar, yeşil ağaçlar, geyikler ve turist­ler diyarında geçiriyordu.

Savaştan önce yeni olsa da adamın onu satın aldığı 1998 yılında çoktan eskimiş olan Chevy kamyonetin arka tara­fındaki çıkartmada EĞER TURİST MEVSİMİYSE NEDEN ONLARI AVLAYAMIYORUZ? yazıyordu. Arka pencerenin…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Gül Ağacı Sokağı ~ Debbie MacomberGül Ağacı Sokağı

    Gül Ağacı Sokağı

    Debbie Macomber

    Her şeye rağmen hayatımızı anlamlı kılan insanlar varsa yaşamak için hâlâ bir sebebimiz var demektir… Sevgili Dostlarım, Cedar Cove’a hoş geldiniz! Olivia, Grace, Charlotte,...

  2. Erdemle Kırbaçlanan Kadın ~ Marquis De SadeErdemle Kırbaçlanan Kadın

    Erdemle Kırbaçlanan Kadın

    Marquis De Sade

    Marquis de Sade… İnsanların ruhundaki kötülüğü, çarpıklığı haykırdıkça toplum dışına itilen, doğa-toplum ilişkisini çağının çok ötesinde değerlendirdiği için sevgisiz bırakılan bir bilinç. Sadizm olarak...

  3. Dünyanın En Komik Adamı ~ Cary FaganDünyanın En Komik Adamı

    Dünyanın En Komik Adamı

    Cary Fagan

    Kar ve okyanus kokulu bir kahramanlık hikâyesi! Şapkada Eriyen Bay Karp kitabının yazarı Cary Fagan’ın yalın, samimi üslubu ve ince mizahıyla örülü yeni romanı! Dünyanın En Komik...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur